“Çözemediğim 3 vaka hâlâ aklımı kurcalıyor. Sıkıysa git onları araştır ve dönüp bana yanıldığımı söyle; çünkü kaçınılmaz bir sonuca vardım, o da şu: Etrafımızdaki doğaüstü, görülmeyen güçler, seninle hayatımız boyunca çürütüp aksini kanıtlamaya çalıştığımız her şey gerçek; onların her biri gerçek. Lütfen, bay Goodman, bana yanıldığımı söyleyin. Bana yanıldığımı söylemeni istiyorum”
Medyumların sahtekârlıklarını ortaya çıkarma konusunda uzman bir profesörün doğaüstü olayları araştıran bir adamın kendisine ilgilenmesini için verdiği dosyadaki üç vakayı araştırmasının hikâyesi.
Jeremy Dyson ve Andy Nyman’ın birlikte yazdıkları tiyatro oyunundan uyarladıkları ve yine birlikte yönettikleri bir Birleşik Krallık yapımı. Her iki sanatçının da ilk uzun metrajlı filmi olan çalışmada Andy Nyman aynı zamanda başrolü de üstlenmiş. Son yılların ilginç korku filmlerinden biri olan yapıt giriş, her biri farklı bir vakayı anlatan bölümler ve final kısmı ile 5 farklı bölümde anlatıyor hikâyesini. Girişi ile merak uyandıran, vakalar ile bu merak duygusunu diri tutan ve yeterince tatmin edici olmasa da finali ile hikâyeyi toparlamayı başaran senaryo birbirinden bağımsız olsa da kurbanlarının ortak yanları ile onları ilişkili kılabiliyor. Bir korku filmi olarak, seyircisini gerilim / korku atmosferinin içine almayı ve ürkütmeyi başaran film özellikle abartılı efektlere başvurmadığı anlarda bu türe özgü gerçekçiliği yakalamayı da biliyor.
Damlayan suyun ve nefes nefese kalmış birinin sesi gibi efektlerle başlayan film, açılışı hikâyenin kahramanından duyduğumuz “Ailemizi mahveden, babamın dinî inançlarıydı… Neye inanacağımız konusunda çok dikkatli olmalıyız” cümleleri ile yapıyor. Giriş bölümünde önce kahramanımızın ailesini ve özellikle babasının sertliğini anlatan “ev videosu” görüntülerini izliyoruz. Ardından bugüne geliyoruz ve kahramanımızın bir medyumun sahtekârlığını ortaya çıkarmasını, daha sonra ise doğaüstü olaylarla ilgilenen ve birden ortadan kaybolan bir araştırmacının onu davet ederek, kendisinin çözemediği 3 vaka ile ilgilenmesi için ona bir dosyayı teslim etmesini izliyoruz. Profesörümüzün 3 vakayı tek tek araştırdığı bölümler ve son olarak da “gerçeği” keşfettiğimiz final ile kapanıyor film. İlk vakada eşi yıllar önce kanserden ölen, “Locked-in sendromu” (şuurun yerinde olmasına rağmen bedenin tamamen felç olması durumu) olan kızını ziyaret etmeyi bırakmasının neden olduğu suçluluk duygusu ile yaşayan bir gece bekçisinin çalıştığı ıssız, boş ve büyük bir mekânda yaşadıkları anlatılıyor. İkinci vakada ise ailesi ile ilişkisi iyi olmayan, okul ve iş konusunda onlara yalan söyleyen bir genç adamın çok geç bir vakitte bir partiden dönerken ıssız bir ormanlık alanda arabası ile şeytanî bir yaratığa çarpmasını izliyoruz. Son vaka ise kariyeri nedeni ile çocuk sahibi olmayı uzun süre erteleyen eşi hamileliği sırasında geçirdiği bir kanama sonucu hastanede olan zengin bir finansçının evde yalnızken başına gelen doğaüstü olayın tanığı oluyoruz.
Birbirinden bağımsız olan vakaları ve karakterleri bağlayan çeşitli ortak görsel ögeler var. Örneğin her birinde farklı objeler (çoğunlukla kapılar) üzerindeki sayıları gösteriyor bize kamera ve bunun anlamını da finalde sunuyor bize senaryo. Benzer şekilde, yoğun bir ışığa boğulmuş açık bir pencere ve önünde hafifçe sallanan perde her bir vakanın bölümünde -ve sırrı yine finalde açıklanacak şekilde- karşımıza çıkıyor. Vakaların kahramanlarının ruhsal olarak yaralı bireyler olması gibi, onları araştıran ana karakterin de yaraları var ve o da her bölümün sonunda o vaka ile ilgili olacak biçimde kendi geçmişi ve yarası ile ilgili bir eylemde bulunuyor veya onlarınkine benzer hislere kapılıyor. Örneğin birinci vakadaki gece bekçisinin kızını artık ziyaret etmemesini hatırlatan bir şekilde, profesörün de inmesi olan ve konuşamayan babasını uzun aradan sonra ziyarete gittiğini anlıyoruz bölümün sonunda.
Vakaların baş karakterlerinin yanlışları ve ihmalleri olan bireyler olması da dikkat çekiyor: Biri kızını ihmal eden, ırkçı ve pek sevgi dolu olmayan söylemleri olan bir adam; bir diğeri ailesine sürekli yalan söyleyen bir genç; sonuncusu ise zenginliği ile gurur duyan hırslı bir beyaz yakalı. Başlarına gelenleri bir “ceza” olarak görmek ve bu açıdan senaryonun muhafazakâr bir bakışla günah – ceza ikilisini önümüze sürdüğünü düşünmek mümkün ve doğru mu emin değilim ama böyle bir niyeti varsa da senaryo bunun üzerine gitmiyor.
Karanlığı, sesi, müziği ve gölgeleri iyi kullanan filmde Ole Bratt Birkeland’ın görüntü çalışması ve Haim Frank Ilfman’ın melodileri hikâyenin korku havasına sağlam bir destek sağlamışlar. Özellikle ikinci vakaya hâkim olan sarı ve kahverengi renkler etkileyici biçimde kullanılmışlar ve benzer bir başarıya kurguda da (Billy Sneddon) ulaşmış film. Efektler ise genel olarak başarılı ve filmin zaman zaman büründüğü “B filmi” havasına uygun bir doğrudanlığa sahip. Bu hava özellikle ikinci vakanın kahramanını canlandıran Alex Lawther’ın oyunculuğunda da gösteriyor kendisini. Bir başka filmde abartılı görünecek performansı burada hikâyenin ruhuna uygun bir aşırılığa sahip ve filme önemli bir katkı sağlıyor. Filmin hemen tüm oyuncularının erkek olması ve kadınların sesinin hemen hiç duyulmaması da ilginç yanlarından biri hikâyenin. Filme kaynaklık eden oyunun yazarları Jeremy Dyson ve Andy Nyman’ın bu tercihlerini özellikle erkeklerin zayıflıklarını, yaralarını ve travmalarını dışa vurmama ve bunu erkek olmanın bir gereği olarak görmelerine bir gönderme olarak değerlendirebiliriz.
Korku filmlerinde korkunun kaynağı olan “şeyler”i kimin gördüğü (seyirci ve / veya karakterler) seyirciyi bilgi açısından bu karakterlerin yanına, gerisine ya da arkasına koyar ve bu da gördüklerimizin “gerçek” mi yoksa karakterlerin hayal ettiği şeyler mi olduğu konusunda bir ipucu sağlar bize. Burada yönetmenler seyrettiklerimizin “gerçek” olduğu konusunda net bir tavır takınıyorlar ve hayaletleri, doğaüstü varlıkları ve tuhaflıkları sadece karakterlerin değil, kameranın gözünden de görmemizi sağlayarak bizi gerçeklikleri konusunda ikna ediyorlar. “Beyin görmek istediğini görür” sözü hikâye boyunca birkaç kez dile getiriliyor ve final de buna uygun bağlanıyor ama seyirci olarak bizim görmek istediğimizi değil, gerçekten olan biteni gördüğümüz yaklaşımını hep koruyor film.
Haim Frank Ilfman’ın hazırladığı müziklere ek olarak 1960’lardan iki şarkıyı da (“Monster Mash” – Bobby Pickett and The Cryptkicker Five ve “Why” – Anthony Newley) soundtrack’ine almış film. Hikâyeye oldukça yakışan şarkılar bunlar ve filmin zaman zaman özellikle Amerikan ve İngiliz televizyonlarında eskiden yayınlanan ve her hafta farklı bir korku hikâyesini seyirci ile buluşturan dizileri hatırlatıyorlar filmin yapısına da uygun bir şekilde. Bize 3 ayrı vakayı anlatsa da onların doğruluğunu araştıran kahramanımızınkini de ekleyerek aslında 4 farklı hikâyeyi seyirci ile paylaşan film kaynağının bir tiyatro oyunu olduğunu hiç hisssettirmemesi ile de dikkat çekiyor. Başarılarına karşılık, filmin özellikle finali ile zaman zaman daha iyi olabilirmiş hissini yarattığı da bir gerçek. Finaldeki açıklamalar yeterli sayılabilir ama nedense filme yeterince çarpıcı bir kapanış sağlayamayan ve o ana kadar hissettiklerimizi boşa düşüren içerikleri ile tam bir keyif veremiyor seyirciye. Bu kusuruna rağmen, bu alçak gönüllü film getirdiği nostalji havası, korkutmayı başarması ve merak duygusunu hep ayakta tutması ile ilgiyi hak eden bir çalışma. Martin Freeman’ın üçüncü vakanın, Paul Whitehouse’un ise ilk vakanın kahramanları olarak doyurucu performanslar sergilediği film türün meraklılarını tatmin edecek bir sinema eseri kesinlikle.
(“Hayalet Hikâyeleri”)