“Canım, sevgili, güzel Annie’m; Sana anlatamadığım her şey için affet beni. Lütfen benden nefret etme ve kayıpların yüzünden ümidini yitirme. Her şeyin, sonunda buna değdiğini göreceksin. Feda ettiklerimiz, ödülümüzün yanında soluk kalacak. Sevgiler, annen”
Büyükannenin ölümünden sonra, tuhaf olaylarla ve ortaya çıkan sırlarla karşı karşıya kalan bir aileye devrolan korkunç mirasın hikâyesi.
Ari Aster’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Gişe geliri bütçesinin hayli üzerinde olsa da, eleştirmenlerin seyirciden daha çok beğendiği korku filmleri arasına giren yapıt, kısa filmlerinin gördüğü ilgiden sonra Aster’in kariyerindeki ilk uzun metrajlı çalışma olmuştu. İki yıl sonra çektiği ve yine korku ile gizemin iç içe geçtiği “Midsommar” (Ritüel) ile başarısını pekiştiren Aster, türün kalıplarına daha çok yaklaştığı ikinci yarısının çekiciliği ilk yarısınınkinin gerisinde kalan bu filminde ilgiyi hak eden bir sonuç ortaya koymuş. Anneyi oynayan Toni Collette ve oğlu rolünde hayli zor bir karakteri inandırıcı ve ikna edici olmayı başararak canlandıran Alex Wolff’un performansları ile yapıtın önemli kozları arasına girdiği film kayıp, keder, travma ve atalardan kalan mirasın, içeriği ne olursa olsun, ret edilmesinin imkânsızlığı üzerine olan hikâyesi ile dikkat çekiyor. Kapanış jeneriğinin başlarındaki küçük oyunun da bir örneği olduğu gibi, ayrıntıları iyi düşünülmüş ve sonlara doğru etkisini ve orijinalliğini yitirmeye başlasa da ilginç bir yapıt bu.
Korku, yaratıcıları için hem dezavantaj hem avantajları sağlamakta güçlü bir tür sinemada ve bu türün en önemli yapıtları, avantajları iyi değerlendirmekten de önce, dezavantajların yarattığı tuzaklardan ustaca sıyrılabilenler oldu. Ari Aster’in ilk uzun metrajlı eserine ad olan (film bizde hikâyeye pek yakışmayan “Ayin” adı ile gösterildi) ve dilimize “Miras yolu ile geçen”, “Kalıtsal” olarak çevrilebilecek “Hereditary”, öykünün ana meselesini çok iyi anlatan ve filmin pek çok öğesi gibi özenle seçilmiş bir sözcük. Seyrettiğimiz bir mirasın keşfi temel olarak ve hikâye bizi bu sona adım adım inşa ettiği gerilim ve gizem ile götürürken işte bu dezavantajlardan birine takılıyor zaman zaman ve doğrudanlığın çekiciliğine fazlası ile kapılıyor son bölümlerinde. Kötü korku filmlerinin en temel özelliklerinden biridir korkutmaya çabalarken güldürmek; Ari Aster’in filmi kesinlikle sahip değil böyle bir probleme ama özenle kurduğu atmosferi tam da zirvede bir parça kaba bir doğrudanlıkla parçalaması ve türün ucuz örneklerine benzemesi gerçekten önemli bir fırsatın kaçırılmasına yol açmış.
Bir ölüm ilanı ile açılıyor film; 78 yaşındaki bir kadının kızının evinde öldüğünü belirten ve cenaze törenini haber veren bir ilan bu. Colin Stetson’un ödül kazanan ve müziğin hikâye ile uyumunun ne derece önemli olduğunu, bu başarıldığında ve yaratılan melodiler doğru ve yerinde kullanıldığında sinemaya nasıl katkı sağladığının kanıtı olan melodilerinin eşlik ettiği giriş sahnesinde bir minyatür ev (İngilizcede “baby doll” denen maket evler) havasındaki bir yerde yatakta yatan bir oğlanı ve ondan artık kalkmasını isteyen babasını görüyoruz. Kamera yaklaştıkça, bu maket evin -oldukça doğal bir şekilde- gerçek bir eve dönüştüğünü görüyoruz. Filmin gizemi ile ilgili ilk ip ucu da bu sahne oluyor; önce bir evin penceresinden dışarıdaki bir ağaç evi görüyoruz, kamera buradan yavaş yavaş uzaklaşıp bulunduğu atölye havalı odanın içinde dolaşıyor ve bir maket eve yaklaşıyor ki bu maket ev işte o baştaki oğlanın yattığı yer. Ardından cenaze evindeki törende açık tabutta yatan büyükannenin boynundaki kolyedeki sembol ve bu sembole bakan kız torunun başını kaldırıp alaycı bakışla gülümseyen bir adamla göz göze gelmesi de destekliyor bu gizemi. Toni Collette’in sağam bir performansla canlandırdığı ve inandırıcılığın -özellikle senaryonun ikinci yarıdaki problemine rağmen- canlı kalmasını sağladığı filmde bu minyatür ev oldukça önemli bir unsuru olmuş filmin.
Yapıtın görsel olarak en önemli başarısı, işte bu unsuru oldukça güçlü bir biçimde kullanabilmesi. Hikâyenin önemli bir kısmının geçtiği evi görüntüleyen kamera ustaca oluşturulmuş çekim açıları ile öykünün mekânının minyatür bir ev olduğunu hissettiriyor sürekli olarak. Colette’in karakterinin bu maketleri üreten başarılı bir sanatçı olması bu objelerin önemini artırırken, sadece üç duvarı olan ve eksik duvarı sayesinde, bakana “mahremiyeti ihlal ederek, gözetleyen” konumunu kazandıran özellikleri üzerinden maket evler bir yandan sinema seyircisinin kendisine de işaret ediyor; sonuçta biz de kameranın aracılığı ile başkalarının hayatlarının içine onların bilgisi ve onayı olmadan dalabiliyoruz. Hikâyede bu denli önemli bir yeri olan bu öğeyi Pawel Pogorzelski’nin kamerasının ustalıkla kullanması filmin çekici yanlarından biri. Bahis konusu olan evin özellikle inşa edilmiş olması ve duvarların gerçek bir evde yapılabileceğinden daha fazla uzaklaşmaya izin verecek şekilde, hareket ettirilebilmesinin sağladığı olanakları çok iyi değerlendirmiş Pogorzelski’nin görüntü çalışması ve ortaya önemli bir başarı çıkmış görsel açıdan.
Biri oğlan (Alex Wolff) biri kız (Milly Shapiro) ve anne ile babadan oluşan dört kişilik ailenin baba (Gabriel Byrne) dışındaki tüm karakterlerine hak ettikleri zamanı, kendi hikâyelerini de katarak sağlıyor film. Ana karakterlerden üçünün güçlü bir biçimde işlenmesi hikâyenin de etkisini artırıyor ama babanın farklı onca sahnesine rağmen olan bitenlerin hemen hep dışında kalması ve bu bağlamda değerlendirince ortaya çıkan pasifliği, senaryonun zayıf yanlarından biri. Ari Aster’in sinema dili ise filmin artılarından; kameranın yavaş kaydırmalarının öne çıktığı sahnelerde karakterlerin de benzer bir tempo düşüklüğü içinde konuşmaları ve hareket etmeleri önemli bir uyumun ortaya çıkmasını sağlamış ki filmin gizemine de katkıda bulunuyor bu sonuç. Çoklu kişilik bozukluğu, ağır depresyon, şizofreni, intihar, uyuşturucu, uyurgezerlik, istenmeyen çocuk olduğunu öğrenmek ve korkunç bir kaza gibi her biri sert olguların neden olduğu ve dozu kaçmış ağırlığı dengeleyen ve doğru bir tercihte bulunmuş bu dil ile yönetmen. Travmalar ve bunlarla yüzleşil(e)memesinin sonuçlarını ve zaman zaman sessizlik anlarını da vurucu bir etki yaratmak için iyi değerlendiren Aster bu ilk uzun metrajında yönetmenlik becerisini kanıtlamış kesinlikle.
Feci kaza sahnesinden başlayarak ve özellikle sonlarda, biçimsel olarak değil ama içerik olarak ucuz filmlerin havasının tercih edilmesi hem rahatsız edicilikleri hem de fazlası ile doğrudan olmaları yüzünden filme zarar vermiş görünüyorlar. Evin eski tarzları çağrıştıran iç tasarımları ve koyu renkleri ile karanlık bir nostalji duygusu yaratan set tasarımlarının, atmosferine önemli bir katkı sağladığı filmin kapanış jeneriğinin başındaki küçük oyunun da atlanmamasında yarar var. Kadroda jenerik tasarımcısı olarak adı geçen Teddy Blanks’e mi aittir fikir bilmiyorum ama tek tek harflerin bir isimden diğerine taşınarak, bir nesilden diğerine aktarılan mirası ima etmesi ve bu açıdan, hikâyenin ana temasının jeneriklere kadar taşınması oldukça ince bir buluş. Filmin bizde vizyona “Ayin” gibi son derece yanlış bir isimle çıktığını düşününce, bu tür incelikler daha da değer kazanıyor kuşkusuz. Özetle, özellikle sonlara doğru artan kusurlarına rağmen, son dönemin ilginç korku ve gizem yapıtlarından birine imza atmış Ari Aster.
(“Ayin”)