“Bazen bana ait hiçbir şey yokmuş gibi hissediyorum. Her şey ödünç alınmış veya başkasından çalınmış gibi geliyor”
Bir erotik dans salonunda dansçı olarak çalışmaya başlayan bir adamın, dansı ile eşlik ettiği şovun trans kadın yıldızına âşık olması üzerine gelişen olayların hikâyesi.
Senaryosunu Saim Sadiq ve Maggie Briggs’in yazdığı, yönetmenliğini Sadiq’in yaptığı bir Pakistan ve ABD ortak yapımı. Son beşe kalamasa da Oscar’da Uluslararası Film Dalı’nda kısa listeye kalan ilk Pakistan yapımı olan film Cannes’da Altın Kamera’ya aday olduğu gibi, Belirli Bir Bakış Bölümü’nde Jüri Ödülünü aldı ve LGBT temalı filmlere verilen Queer Palm ödülünün de sahibi oldu. Baş karakterlerden birinin bir trans kadın olduğu, feminist ve özgürlükçü söylem üzerine kurulu öyküsü; “gelişmekte olan ülkeler”den gelen sinemacıların sık sık düştüğü naiflik tuzağından başarı ile uzak duran Sadiq’in ilk uzun metrajında gösterdiği olgunluk ve, aşkın, özgürlüğün ve kendin olmanın samimi bir savunmasını yapması ile çok önemli bir yapıt bu. Zaman zaman hafif sarkması ve ele aldığı meselelerin fazlalığının bazılarının yeterince işlenememesine neden olması gibi ufak problemleri olsa da, bu durum filmin önemini kesinlikle azaltmıyor.
Kendi ifadesine göre, ülkesinin orta sınıfından muhafazakâr bir ailede büyüyen ve Pakistan’da antropoloji okuduktan sonra, ABD’de senaristlik ve yönetmenlik üzerine master yapan Saim Sadiq’in çeşitli ödüller kazandığı kısa filmlerle başladığı yönetmenlik kariyerindeki ilk uzun metrajlı filmi oldu “Joyland”. 2019’da çektiği ve Pakistan’daki trans dansçıların hayatını ve onlardan birine âşık olan genç bir erkeği konu alan kısa filmi “Darling” ile ülkesinin Venedik’te gösterilen ilk sinema örneğine imza atmıştı Sadiq. O filmin de başrolünde yer alan ve kendisi de trans bir kadın sanatçı olan Alina Khan ile üç yıl sonra tekrar bir araya gelen Sadiq o kısa filmdeki öyküden yola çıkarak çekmiş “Joyland”i. Kuşkusuz Pakistan için hayli cüretkâr bir öykü bu; her ne kadar birkaç öpüşmenin ve aralarında masturbasyonun da olduğu cinsellik imalı birkaç görüntünün dışına çıkmasa da bu hikâye. Nitekim sansürün izin vermesine rağmen, gelen şikâyetler üzerine filmin ülke içinde gösterimi ilgili bakanlık tarafından yasaklanmış önce. Aralarında filmin yürütücü yapımcılarından da biri olan kadın eğitimi aktivisti ve Nobel Barış Ödülü sahibi Malala Yousafzai’nin de bulunduğu farklı isimlerin yürüttüğü kampanyaların sonucunda ve birkaç kısa “erotik” sahnenin kesilmesinden sonra Pakistan’da gösterime girmiş film.
Pakistan’ın ikinci büyük şehri olan Lahor’da geçiyor film ve adını hikâyenin bir bölümünün geçtiği lunaparktan alıyor. Öykünün kahramanı olan Haider (Ali Junejo) işsiz bir genç adamdır ve kuaför olarak çalışan eşi Mumtaz (Rasti Farooq), erkek kardeşi Saleem (Sohail Sameer), onun dördüncü çocuğa hamile olan eşi Nucchi (Sarwat Gilani) ve çocukları ile birlikte aynı çatı altında yaşamaktadır. Kalabalık ailenin reisi ise onun dul babası Amanullah’dır (Salmaan Peerzada) ve kadınların çalışması üzerine olan görüşünün de gösterdiği gibi geleneksel değerlere bağlı bir yaşlı adamdır Amanullah. Haider’in bir arkadaşı aracılığı ile girdiği iş hem onun hem de ailenin yaşamlarında önemli değişikliklere ve sorgulamalara neden olacak ve temel meselesi kendin ol(a)(ma)mak olan bir öyküyü başlatacaktır. Bir işin birden fazla insanın yaşamında radikal değişikliklere giden yolu açmasının ana nedeni ise Haider’in arkasında dans ettiği trans kadın sanatçı Biba’ya (Alina Khan) âşık olmasıdır.
Saim Sadiq ve Maggie Briggs’in senaryosu üç ayrı aşk hikâyesini anlatıyor: Haider ile trans kadın dansçı Biba, Haider ile eşi Mumtaz ve yaşlı Amanullah ile komşu dul kadın Fayyaz (Sania Saeed) arasındaki sevgiyi birbirleri üzerindeki etkilerini de gözeterek ve tüm bu aşk öykülerini temelde özgür olmak, kendin olmak meselesine göndermelerle sergiliyor film. Bu öyküleri yol açtıkları ve hangi bağlamda ele alındıkları ile kısaca değerlendirmekte yarar var: Haider ile eşi Mumtaz arasında, finalde izlediğimiz etkileyici “tanışma” sahnesinin de gösterdiği gibi karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı, ikisini de özgürleştiren bir aşk var. Mumtaz’ın “çalışma” arzusuna Haider’in tepkisi ile ailesindeki diğer erkeklerin tepkisi arasındaki fark, genç adamın eşine karşı dürüstlüğü ve aralarında sonradan ortaya çıkacak önemli bir engel olsa da, ilişkilerinin toplum için umut dolu bir gelecek vaat eden aydınlığı ile doğru bir ilişki bu. Haider’in Biba’ya olan tutkulu bağlılığı ise bastırılan duyguların ve esirgenen özgürlüklerin bireyleri hangi mutluluklardan yoksun tuttuğunu göstermesi açısından önemli olduğu gibi, toplum içindeki ayrımcı tutumlardan birinin, cinsel kimlikle ilgili olanın ne kadar derin olduğunu söyleme işlevini de üstleniyor. Bu ilişki Haider’in kendisini keşfetmesini, belki de hisseetiği ama farkında olmamayı seçtiği kimliğini idrak etmesini de sağlıyor. Diğerleri kadar üzerinde durulmasa da, ailenin reisi ile komşu kadın arasındaki “iki dul”un ilişkisi de önemli; senaryo muhafazakâr toplumların özellikle kadınları yerleştirdiği konumun eleştirisinin aracı yaparken bu yakınlaşmayı, erkeklerin korkak tutumlarına karşılık kadınların cesaretini vurguluyor. Aslında Haider’in ağabeyi ile eşi arasındaki evlilik, hikâyenin başındaki dördüncü çocuğun doğumu sahnesinin de gösterdiği gibi en uzun ve sağlam olanı gibi görünüyor diğer ilişkilerle kıyaslandığında ama senaryo bu çifti hemen hiçbir zaman bir yakınlık içinde göstermeyerek, toplumsal açıdan en uygun görünenin aslında tüm diğerlerinin yanında ne kadar soğuk ve sönük kaldığını da söylüyor.
Bireyleri geleneksel roller içinde yaşamaya mahkûm eden ve geleneklerin baskın olduğu eril bir toplumda geçen bir öykü anlattığını farklı örneklerle hep hatırlatıyor film bize; doğumu kutlamak için keçi kurban etme sahnesi, erkek çocuk beklentisi, Haider’in arkadaşının kendisi için bulduğu işe verdiği tepki (“ibnelik!”), işle ilgili olarak aileye söylenen yalan, metrodaki oturma düzeni ve erkek iş bulunca karısının ev kadınlığına dönmesinin gerekmesi (“Gerekli olduğu için değil, hoşuma gittiği için çalışıyorum”) gibi farklı unsurlarla ailenin ve toplumun doğru bir resmini çiziyor film. Mumtaz’ın işi bırakmaya zorlandığı sahnedeki görselliğin (sırttan gördüğümüz, bir bakıma kimliği yok edilen kadının net, onu zorlayan diğerlerinin ise yüzlerinin flu olması ile toplumun genelini temsil etmeleri örneğin) bir örneği olduğu gibi, Saim Sadiq hikâyesinin içerik ile biçimini uyumlu bir şekilde bir araya getirmiş genellikle. Onun Lübnanlı görüntü yönetmeni Joe Saade ile birlikte oluşturduğu görsel atmosferi de bu vesile ile anmakta yarar var. Bida’nın odasında geçen ikili sahnelerin birinde örneğin; uçuşan lazer ışıkların, şatafatlı dekorların ve sarı, kırmızı ve yeşil renklerin oluşturduğu canlı hava tanık olduğumuz sevgi ve tutkunun güçlü bir karşılığı olmuş.
Sadece ruhsal olarak değil, bedensel olarak da kadın olmayı arzulayan bir bireyden “erkek” olmasını sadece toplumun değil, sevdiği insanın da istemesi gibi etkileyici (“Seni olduğun gibi beğeniyorum”a verilen, “Ne yapıyorsam kendim için yapıyorum!” tepkisi) sahneleri olan filmde Haider’in finalde gideceği yer baştan belli olsa da, senaryonun doğru bir son seçtiğini söylemek gerekiyor. Gösteri sahnelerinde kullanılan popüler yerel şarkıların canlılığının, Abdullah Siddiqui imzalı modern ve Batılı havalı müziklerin soğuk geriliimi ile doğru bir zıtlık yarattığı filmde, senaryonun kendilerine sağladığı fırsatı çok iyi değerlendiren Ali Junejo (ilk ve şimdilik son filmi), Biba rolünde bir bakıma kendisini oynayan Alina Khan ve daha önce rol aldığı kısa filmlerle diğerlerine göre daha tecrübeli olan Rasti Farooq işlerini çok iyi yapıyorlar. Burada özellikle Junejo ve Khan’ın, rollerindeki zorluğa ve ufak bir hatanın karakterlerinin karkikatürleşmesine yol açacağı bir öyküde, bu güçlüğü çekici bir şekilde aştığını da ekleyelim. Romantizm, melankoli, dram ve hatta trajedinin ele ele ilerlediği film, Biba ve Haider’in birlikte motosiklete bindikleri sahnelerdeki konumlarının sembolizmi, Haider ile Mumtaz arasında yatakta geçen konuşmaların bir örneği olduğu başarılı diyalogları ve yardımcı karakterler dahil tüm karakterlere hak ettikleri derinliği veren öyküsünü de anmamız gereken, önemli ve cesur bir sinema eseri.