“Her şeyin başı paraya dayanıyor; o da bizde yok”
Hayatları Boğaz Köprüsü etrafında şekillenen üç kişinin belgesele yakın hikâyesi.
Yönetmen Aslı Özge’nin İstanbul ve Ankara film festivallerinde en iyi film ödülü alan ve sanatçının ilk filmi olan bu çalışma belgesele çok yakın havası, amatör oyuncuları, “hikâyesizliği” ve minimal yapısı ile öncelikle ve belki de sadece festival müdavimlerinin ilgisini çekecek bir eser. İstanbul’dan üç sıradan insanı ve etraflarındaki birkaç kişiyi odağına alan film bu sıradan insanları tam bir gerçekçilik içinde ve seyircinin de kendi hayatında ya sahibi ya da muhatabı olduğu doğal diyaloglar ile anlatıyor ama sıradan bir sinema seyircisinin perdede kendisini değil başkalarının “çekici” hayatlarını görmeyi tercih ettiği düşünülürse filmin kısıtlı sayıda beğeneni olacağı da açık.
Hikâyenin üç karakteri (gün boyu defalarca köprüden geçen ve geçim sıkıntısı içindeki evli bir dolmuş şöförü, zaman zaman köprüde görev yapan ve internetteki sohbet odalarında kendisine bir kadın arkadaş bulmaya çalışan bir polis ve bulabildiği ve yapabildiği tek iş köprünün sıkışan trafiğinde çiçek satmak olan bir genç) film boyunca nadiren bir araya geliyor ve hayatları hemen hiç çakışmıyor bu anlamda. Zaten köprünün hayatlarındaki ortak yeri dışında hiçbir zaman da çakışmayacak hayatlara sahip bu karakterler. Filmin bu mekan ortaklığını filme yeterince başarı ile yedirdiğini veya mekanın kendisini filmin adının aksine bir karakter yapmayı başardığı (daha doğrusu denediği) söylenemez ama İstanbul’da yaşayıp bu köprüden geçen milyonlarca insanın içinden öylesine seçilmiş görünen ve bu anlamda şehir halkının da temsilcisi olan karakterlerin gerçekçiliği ağır basıyor ve bu kusuru unutturuyor. Filmin ortak mekan olarak köprüyü seçmesi belki de her biri yaşadığı hayattan başka bir hayata geçiş yapmak isteyen ama bunun için gerekli olan araçtan (köprüden) yoksun olan ve hayatın (boğazın) hep tercih etmedikleri tarafında kalacak olan insanların durumunun simgesidir, kim bilir.
Karakterlerinin hayatlarındaki sıkışmışlıklarını, yalnızlıklarını ve kabullenmişliklerini elle tutulur bir şekilde sergileyebilmesi filmin en kuvvetli yönlerinden biri ve burada da elbette en büyük pay diyaloglar ve doğal oyunculuklarda. Amatör oyuncuların zaman zaman aksadığı bir gerçek ama arada durarak konuşmalarına kendinizi alıştırırsanız, bir süre sonra bu insanların gerçek hayatlarına girmiş gibi rahatsız olacağınız kadar bir gerçekçilik söz konusu filmde. Dolmuş şöförünün karısı ile ev arayışları ya da para nedeni ile aralarında çıkan huzursuzluk, polisin internetten tanıştığı kadınlarla buluşmasındaki zorlama sohbet konuları veya çiçekçi gencin arkadaşları ile yaptığı ergen muhabbetleri örneğin, bu diyalogların karakterlere ait olduğunu ve onların da her zamanki hayatlarını bu kez sadece kamera önünde (ama kamera yokmuş gibi) yaşadıklarını göstermeyi başarıyor. Sosyal gerçekçilik olarak da adlandırabileceğimiz tarzı ile film işte tüm bu özellikleri ile hemen hemen tam bir belgesel de oluyor. Yönetmen Özge’nin bir belgesel niyeti ile başladığı ama kanun gereği gerçek bir polisi oynatamayacağı için vazgeçerek bu haline çevirdiği filmde dolmuş şöförü ve çiçek satıcısı gerçekten kendilerini oynarken polisi ve bekar evindeki kendisi gibi polis olan arkadaşını yine amatör oyuncular canlandırmış.
Karakterlerinin yaşadığı mekanların gerçekçiliğinin de ön plana çıktığı film (zaten olmayan) hikâyesinin parçası yapmadan kimi gözlemlere de getiriyor karşımıza. Burada özellikle öne çıkan gerek televizyon kanallarındaki görüntüler gerekse polisin ev arkadaşı ile konuşmaları ve dolmuş şöförünün mesai arkadaşları ile birlikte katıldığı “şehitler ölmez” eylemi üzerinden PKK ve Kürt sorunu oluyor ve bu sorunun toplumun günlük hayatının ayrılmaz bir parçası olduğunu gösteriyor bize. Film boyunca sık sık karşımıza çıkan Türk bayrağı da yine bu gözlemin bir sonucu olsa gerek. Tıpkı sıkışan köprü trafiğinde olduğu gibi küçük hayatlarının içinde sıkışmış olan bu üç karakterin hayatlarının değişmezliğini sade ama çarpıcı bir son ile de vurgulayan filmin kısa süresine rağmen zaman zaman sarkmış göründüğünü ve hikâyesinin yeterince akmadığını da söylemek gerek. Belki karakterlerin hayatlarını birbirine bir şekilde daha ilgi çekecek şekilde bağlayabilse ve temposunu örneğin polisin hikâyesindeki küçük mizah anlarını da artırarak bir parça yükseltebilse daha çekici olabilecek bir film “Köprüdekiler”.
(“The Men on the Bridge”)