“Seni bu şekilde sevmek bir suçsa, ben bedelini ödemeye hazırım”
Eşcinsel bir yönetmenin, sevdiği ama karşılığını yeterince alamadığı sevgilisi ve kendisine tutkulu bir şekilde âşık olan bir gençle içine düştüğü aşk üçgeninin ve transseksüel oyuncu kardeşi ile yaşadıklarının hikâyesi.
Pedro Almodóvar’ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir İspanya yapımı. Yönetmenin kariyerinde bir dönüm noktası olarak gördüğü yapıt; arzu, tutku ve aşk üzerine, karakomedi ve melodramı eğlenceli ve çekici bir biçimde bir araya getirmeyi başaran bir çalışma. Tabu konuları kendine has üslubu ile ele alan Almodóvar, favori oyuncuları ile çalıştığı bu filmde yine akıllıca yazılmış, karakterleri ve gelişmeleri keyifli ve ikna edici bir şekilde kurgulanmış senaryosunun da katkısı ile bir suç hikâyesini başarılı bir filme dönüştürüyor. Yönetmenin önceki ve sonraki yapıtlarına içerdiği göndermeler ile de dikkat çeken film, Almodóvar’ın filmografisinin önemli örneklerinden biri olarak ilgiyi hak ediyor.
Almodóvar’ın favori renklerinden kırmızının hâkim olduğu zemin üzerine yazılan jenerik bilgileri ve trajik bir gerilim havasına sahip bir müzikle açılıyor film. İlk sahnede genç bir adamı bir sesin yönlendirmesi ile soyunurken ve kendisini tatmin ederken görüyoruz. Yoğun homoerotik içerikli filmleri ile tanınan, Pablo (Eusebio Poncela) adındaki sinema ve tiyatro yönetmeninin bir filmidir bu. Pablo, Juan (Miguel Molina) adındaki genç adamla yaşamaktadır ve ona âşıktır; ama kadınlarla da arası iyi olan Juan’dan beklediği düzeyde ilgi görmemektedir. Onun “Beni sevmiyorsan, bu senin suçun değil ama ben seni seviyorsam, bu da benim suçum değil” cümlesi ile özetlediği ilişki, Juan’ın bir süreliğine bir başka şehre gitmesi ile kesintiye uğrarken, devreye Antonio (Antonio Banderas) girer. Genç adam, daha önce hiçbir erkekle yatmadığını söylese de, filmini hayranlıkla seyrettiği Pablo’nun peşine düşer ve yönetmen için “bir defalık” başlayan ilişki Antonio için saplantılı bir aşka dönüşür. Yönetmenin Tina (Carmen Maura) adındaki transseksüel kardeşi ise bir yandan kötü giden oyunculuk kariyerinden şikâyet ederken, kendisini terk eden kadın sevgilisinin çocuğunun (Manuela Valasco) bakımını da üstlenmiştir; Pablo aralarında iyi bir ilişki olan kız kardeşine sürekli destek olmaktadır ve yönettiği oyunda ona başrolü vermiştir. Bu beş ana karaktere, başka yan karakterleri de ekliyor Almodóvar ve güçlü bir biçimde kurguladığı ve bir ölüme kadar uzanan hikâyesini melodram ve karakomediden yararlanarak bu tür öykülerin ustalarından olduğunu kanıtlayacak bir düzeye taşıyor.
Almodóvar sadece, öykülerinde baş kahramanının genellikle kırmızı araba kullanması gibi unsurları tekrarlayarak değil, daha önce çektiği ya da sonradan çekeceği filmlere göndermelerde bulunarak da kendi sinemasını hatırlatıyor seyirciye. Örneğin Tina’nın bulaşık yıkarken taktığı örtünün üzerindeki logonun aynısı 1984’te çektiği “¿Qué He Hecho YO Para Merecer Esto!!” (Bunu Hak Edecek Ne Yaptım?) filminin afişinde kullanılmış. Daha önemli olan ortak unsur ise, Jean Cocteau’nun ilk kez 1930’da sahnelenen “La Voix Humaine” adındaki oyunu. Almodóvar’ın, filmografisi boyunca ya doğrudan uyarlayarak ya da esinlenerek, pek çok kez ele aldığı bu oyuna burada çok önemli bir yer verilmiş. Sinemacı 1988 tarihli “Mujeres al Borde de un Ataque de Nervios” (Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar) filminde Cocteau’nun bu eserinden fikir olarak ve serbest bir biçimde esinlenirken, 2020’de ve bir kısa film olarak doğrudan uyarlamasını da (“La Voz Humana”) yaptı sinema perdesi için. Burada ise Pablo’nun sahneye koyduğu ve Tina’nın başrolünde oynadığı oyun olarak hikâyenin ana unsurlarından biri olmuş Cocteau’nun yapıtı ve hatta bir sahnede karakterleri oyunun kitabının üzerinde kokain çekerken gösterecek kadar görsel olarak da değerlendirmiş. Son bir not olarak, burada Tina’nın bir şapelde bir rahiple olan yüzleşmesinin ise, 2004’teki “La Mala Educación“ (Kötü Eğitim) adlı yapıtın konusuna dönüştüğünü de hatırlatmakta yarar var. Tüm bu göndermeler ve tekrarlar Almodóvar’ın bir sanatçı olarak filmografisindeki tutarlılığı ve bütüncül bakışı göstermesi ve onu anlamak açısından önemli kuşkusuz.
Cocteau’nun yapıtı, kendisini başka bir kadınla evlenmek için terk eden bir erkek yüzünden acı çeken bir kadın üzerine kurulu; burada ise böyle bir terk değil söz konusu olan ama oyundaki “Seni kendi hayatımdan daha çok seviyorum seviyorum” cümlesinin anlamını taşıyan bir film bu. Seven ama arzu ettiği kadar sevilmeyen bir adamın âşık olmadığı ama kendisine saplantılı bir tutku besleyen bir başkası yüzünden yaşadıklarını anlatıyor temel olarak ve arzunun hangi uç noktalara uzanabileceğini gösteriyor. Almodóvar, “kontrol edilemeyen, zevk kadar acı da veren ve insanı canavarca ya da tamamen olağanüstü şeyler yapmaya zorlayan” arzu ve tutkular hakkında bir film yapmayı istediğini söylemiş yapıtını anlatırken. Gerçekten tam da böyle bir hikâye anlatıyor film ve “arzunun kanunu”nun nasıl bir “kanunsuzluk” demek olduğunu keyifli bir biçimde getiriyor karşımıza; bu kanunun muhatabı ise Antonio karakteri oluyor hikâyede. Banderas’ın güçlü bir performansla hayat verdiği, aşka çok önem veren (“Aşk asla şaka değildir”) bu karakterin yaptıkları, öyküye doğru ve melodramına uygun bir kapanış sağlayan finaldekiler ve sevdiğinin her şeyine sahip olabilmek için onun sevdiği ile yatma çabası başta olmak üzere yönetmenin bu film ile ne anlatmak istediğini çok iyi dile getiriyor.
Almodóvar’ın tuhaf ve çekici karakter yaratma becerisinin (gerekirse burada olduğu gibi sakıncalı sulara dalmaktan çekinmeyerek ki ensest unsuru başlı başına ciddi bir problem) en iyi örneklerinden birini teşkil eden yapıt bu karakterleri, eğlendiren ve gerçekliğini sorgulatma gereği hissettirmeyen rastlantılarla bir araya getirirken, polisten kiliseye ve toplumun geleneksel (=muhafazakâr) değerlerine saldırmaktan da çekinmiyor hiç. Gerçek hayatta da baba-oğul olan iki oyuncunun canlandırdığı polislerden babanın diğerine söylediği “İyi bir polis olmak için vicdansız olmak yetmez, biraz espri anlayışının da olması gerek” cümlesinden genç polisin komik kibrine, küçük kızın inancı ile ilgili güveninden pedofili faili rahibe, yönetmen her zamanki gibi eleştirilerini sakınmıyor ve bunu sinema duygusunu koruyarak yapıyor. Favori oyuncularından Rossy de Palma’ya bir rol verebilmek için yazılmış görünen televizyon programı sahnesinin gereksizliğinin aksine (ki Almodóvar’ın filmlerinde zaman zaman yaptığı bir şeydir “aile”sinden isimleri filmlerinde kullanmak), öyküye doğal bir şekilde yerleştirilmiş bu eleştiriler.
Almodóvar’ın popüler kültür araçlarından biri olan müzikle ilgili seçimleri de hikâyenin arzuyu anlatan melodramına uygun. Maysa’dan Jacques Brel cover’ı “Ne Me Quitte Pas” ve Juan ile Antonio arasındaki deniz feneri sahnesine eşlik eden Fred Buscaglione şarkısı “Guarda Che Luna”nın da aralarında bulunduğu melodileri öykünün atmosferine yakışacak bir şekilde kullanıyor yönetmen ve müziği filminin organik bir parçası kılıyor. Çılgın bir hikâye, ilginizi hep üstünde tutmanızı sağlayacak bir hareketlilik ve öykünün yeterince derin olmamasını fark etmenizi, hatta onu ciddiye almanızı engeleyecek bir enerjiye sahip olan film yönetmenin oyunbaz ruhunun de pek çok örneğini barındırıyor. Örneğin, gerçek hayatta transseksüel olan Bibiana Fernández doğuştan kadın olan bir karakteri (küçük kızın annesi), yönetmenin favori oyuncusu ve biyolojik olarak kadın olan Maura ise bir transseksüeli canlandırıyor. Kaotik bir keyif veren yapıtın tüm oyuncuları, Almodóvar’ın cinsiyet tanımları ile oynayan ve hatta onları ret eden hikâyelerinin bir diğer başarılı örneği olan bu filmde, kendi dünyalarında gezinecek kadar rahat ve gösterişli bir yapaylık ile eğlenceli bir doğallığı buluşturabilen performansları ile göz dolduruyorlar. Bu sağlam kadronun öne çıkan ismi ise, elbette, Almodovar’ın “sinema ailesi”nin parçası olan Maura olmuş her zamanki vurucu performansını tekrarlayarak. Sevdiği kadar sevilmeyenlerin, melodramatik eğlencesinden ek bir keyif alacağı bir yapıt, özetlemek gerekirse.
(“Law of Desire” – “Arzunun Kanunu”)