“Ne hayattı ama, değil mi? Yine de çok eğlendik. Eğlendik, değil mi?”
Bir İtalyan ailesinin ölmekte olan annenin hikâyesi üzerinden anlatılan ve 1970’lerden günümüze uzanan hikâyesi.
Başarılı hikâye anlatıcılığı ve özellikle “İtalyan usulü komedi” filmleri ile popüler olan İtalyan yönetmen Paolo Virzi’den 2011 Oscar’larında en iyi yabancı film dalında ülkesi adına yarışan bir film. Tüm kadronun başarılı performansı ile dikkat çeken film hikâyesindeki onca trajik öğeye rağmen komedi atmosferini de öne çıkaran bir çalışma. Seksi bir İtalyan anne, kalabalık İtalyan ailelerini aratmayan bir ortam ve “sana makarna” yapayım diyen karakterleri ile film sık sık tam bir İtalyan filmi olduğunu vurguluyor. Sonuç ise eğlenceli, iyi vakit geçirten ve ilgisiz kalınamayacak ama popülerliği özellikle tercih etmiş olması ile sinemasal kalıcılığı umursamamış görünen bir film olmuş.
Özellikle 1960’lı ve 70’li yıllarda ülkesinde hayli popüler olan İtalyan şarkıcı Nicola Di Bari’nin şarkısından adını alan film hikâyesini bugün ile geçmiş arasında paralel olarak ilerleyen bir kurgu ile anlatıyor. Gençliğini Micaela Ramazzotti, yaşlılığını ise İtalyanların efsane isimlerinden Stefania Sandrelli’nin canlandırdğı Anna karakteri her yaşında güzel ve çekici olan ve örneğin bir Amerikan filminde görmeyi beklemeyeceğimiz türden bir anne. Filmin başlangıcında yer alan güzellik yarışmasındaki “mahzun ama güzelliğinin farkında” kadından ölüm döşeğinde evlenen görmüş geçirmiş ve “ne hayat yaşadık ama, eğlendik değil mi?” diyen kadına bu karakter hayatını tam anlamı ile dolu dolu yaşayan ve Akdenizli özelliğini senaryonun da her anında vurguladığı bir kişilik. Herhangi bir Amerikan filminde başta bu anne karakteri olmak üzere tüm karakterlerin bu kadar canlı, ete ve kemiğe büründürülmüş ve elle tutulur olduğunu görmek bir mucize olurdu doğrusu. Kucağına aldığı iki küçük çocuğu ile filme adını veren şarkıyı üstelik de oldukça zor anlar yaşadıkları sırada söyleyen kadının yıllar sonra artık birer yetişkin olmuş çocukları ile bu şarkıyı ölmeden hemen önce yine söylemesi, bu karakterin tüm bir hayatını yaşamak ve yaşatmak üzere kurduğunu ve mutluluğunu sevmekte ve sevilmekte bulduğunu çok iyi anlatıyor.
Senaryo hikâyedeki olumsuzlukların (ki aslında hikâye tüm karakterlerin “olumsuz” olarak algılanacak yanlarını rahatsız etmeyecek ama zaman zaman kolaya kaçan açıklamalar ile yumuşatarak filmin sıcak hoşgörü havasını destekliyor ve bu anlamda olumsuzluk doğru bir kelime değil) kaynağını akıllı bir biçimde ve seyirciye sürprizler yaratarak değiştiriyor ve bu yolla tüm karakterlerini bir şekilde cana yakın kılmayı başarıyor. Finaldeki “aile kucaklaşmasının” inanılır olmasının ve seyircide huzur ve mutluluk yaratmasının da nedeni bu. Senaryonun kanserden aldatmaya, yıllar sonra ortaya çıkan çocuktan yıllarca özenle saklanan sırlara melodrama uygun pek çok yanına rağmen ağlatmaktan uzak durmayı başarması da takdire değer bir yanı ve hikâyenin komedi ile dramı sürekli yan yana tutmasına rağmen bunun seyirciyi kesinlikle rahatsız etmemesi yönetmen Virzi’nin hikâye anlatmayı gerçekten bildiğinin kanıtı oluyor. Virzi’nin yazımına kendisinin de katıldığı senaryonun bir başarısı da Valerio Mastandrea’nın tam da olması gerektiği gibi canlandırdığı Bruno karakterini başarı ile çizmesi olmuş. Bu “misanthropic” (insan doğasından ve insanlardan nefret eden anlamında) ve sürekli hayal kırıklığı içinde gezinen karakterin finale kadar sergilediği mutsuzluk filmin kimi anlarının hafif komedisini oluştururken diğer yandan onun bu mutsuzluğunun arkasında ne olduğu hikâyenin her yeni açılımı ile yavaş yavaş netleştiriliyor ve özellikle “Ben neden bu kadar mutsuzum anne?” cümlesini söylediği sahnede olduğu gibi tüm kötümserliğine rağmen seyirci için sevimli ve çekici bir karakter olması sağlanarak filme de sıcak bir hava katılıyor.
Sinemanın anne ile oğul arasındaki ilişki ve bu ilişkideki oğulun anneyi anne /fahişe olarak algıladığı durumlardaki gerilim üzerine pek çok örneği var ve bu film de genel olarak değerlendirildiğinde bu kategoriye sokulabilecek türlerden ama elbette örneğin bir “Les Quatre Cents Coups / 400 Darbe” değil karşımızdaki bu açıdan. Burada bu öğe daha çok Bruno karakterinin garipliğinin açıklaması olmak için kullanılıyor gibi. Aslında film tüm öğeleri ile birlikte değerlendirildiğinde, popüler kulvarda yer almayı seçmesinin de doğal sonucu olarak genellikle fazla derinlere inmeden sıcak, hüzünlü ve eğlenceli bir hikâye anlatmaktan başka bir dert taşımadığını çok net söylüyor seyircisine. Filmin en önemli ama temel problemi de bu aslında. Evet kesinlikle sıkmıyor ama ciddi bir şeyler de söylemiyor. Her karakterini sevmenizi bekliyor ve sevdiriyor da ama bu karakterlerde, belki Bruno dışında bir orijinallik de yok. İtalya’daki sinema ödüllerine bolca aday olması ve kimilerini kazanması filmin İtalyan karakterinin göstergesi ve zaten filmin kendisi de bu karakteri sonuna kadar, işin içine Marcello Mastroianni, Sophia Loren ve Dino Risi’yi de katarak, kullanmaktan çekinmiyor. Filmin orijinal adının Bruno’nun gördüğü “ilk” güzel şeye (annesine) takılıp kalmasını vurgularken Türkçe isminin Bruno’nun gördüğü “en” güzel şeyi (annesini) vurgulamasının filme adını veren şarkıya haksızlık olduğunu da ekleyelim.
(“The First Beautiful Thing” – “Gördüğüm En Güzel Kadın”)