Les Nuits de la Pleine Lune – Éric Rohmer (1984)

“Birini kalpten sevebilmek için onu arada bir uzaktan sevebilmeliyim”

Bir yandan bir erkekle mutlu bir beraberliği olan, diğer yandan da bekâr hayatının özgürlüklerinden vazgeçmek istemediği için ayrı bir ev tutan bir genç kadının hikâyesi.

Éric Rohmer’in yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Venedik’te performansı ile ödül kazanan ve film gösterime girdikten birkaç ay sonra uyuşturucudan hayatını kaybeden Pascale Ogier’in keyif veren oyunculuğu ile çok önemli bir katkı sağladığı film Rohmer’in “Comedies et Proverbes” (Komediler ve Atasözleri) başlığı altında topladığı altı eserden dördüncüsü ve sinemacının kendisine ait olduğu söylenen bir “atasözü”nden (“İki kadını olan ruhunu, iki evi olan aklını kaybeder”) yola çıkarak 1980’lerin Paris’inde genç bir kadının aşk, mutluluk ve özgürlük arayışını anlatıyor. Sakinliği, yalınlığı, eğlenceli karakterleri ve alçak gönüllülüğü ile tam bir Rohmer filmi bu ve sinemacının dürüst ve doğal bir çekiciliği olan karakterler yaratma yeteneğinin de keyifli bir kanıtı.

1975 tarihli “Night Moves” filminde Gene Hackman’ın canlandırdığı özel dedektif Harry Moseby bir sahnede şöyle bir cümle kurar: “Bir keresinde bir Rohmer filmi gördüm, boyanın kurumasını seyretmek gibi bir şeydi”. Alan Sharp’ın kaleminden çıkan bu cümlenin yer aldığı filmin yönetmeni Arthur Penn’in Rohmer hayranı olduğunu ve bu sözlerin de Rohmer’e sataşmaktan çok, Moseby karakterinin kişiliğini anlatmak için kurulmuş olduğunu belirtelim. Evet, özellikle de ticarî Hollywood filmlerine düşkün olanlar, hikâyelerden sadece ve hep dramatik ve hatta trajik gelişmeler içermesini bekleyenler için boyanın kurumasını seyretmek kadar sıkıcı olabilir Rohmer filmleri. Oysa filmografisinin pek çok örneğinde olduğu gibi, Fransız sinemacı bu çalışmasında da yine hayatın içinden çekip çıkarmış gibi göründüğü karakterleri tüm güçlü ve zayıf yönleri, arzuları ve korkuları, çelişkileri ve hedefleri ile getiriyor önümüze ve onların hayatına bizi ortak ediyor. Bu hikâyenin üç ana karakteri Louise (Pascale Ogier), Remi (Tchéky Karyo) ve Octave (Fabrice Luchini) tüm çıplaklıkları ile keyifli bir hikâyenin kahramanları olurken, kamera bizi hep Louise’nin yanında tutuyor. Kasım ayında başlayıp Şubat ayında biten hikâyenin genç bir kadın olan ana kahramanı banliyöde sevgilisi ile yaşarken, Paris’te de bir ev hazırlar kendisine. Böylece birbirlerine sevgi duyan ve iyi anlaşıyor görünen kadın ile erkeğin hayatı farklı şekillerde yaşama isteklerine de bir cevap ürettiğini düşünür kadın. Louise özgürlüğün ve aşkın peşindedir, her gece dışarı çıkıp eğlenmek istemektedir; Remi ise banliyödeki sakin hayatı tercih ettiğinden, kadının her gece eve geç gelmesinden şikâyet etmektedir. Octave ise Paris’te yaşayan, evli bir erkektir ve dünya görüşü Louise’inkine yakın olsa da ona beslediği tutkuya karşılık alamamaktadır. Filme kaynak olan atasözü her ne kadar iki kadından bahsetse de iki (belki daha fazla) erkek söz konusu hikâyede ama bu sözü birebir almamak ve daha çok bir yola çıkış noktası olarak görmek gerekiyor.

Hiç yalnız kalmadığını, bir erkekle ilişkisi bitmeden hep başka bir erkekle olduğunu ama artık biraz yalnızlık ve özgürlük istediğini söylüyor Louise Octave’a. Paris’teki ev bunun önemli bir aracıdır ama Louise amacına erişebilecek midir? Rohmer bu soru üzerinden ilerliyor ve uzun sahnelerde ve ikili konuşmalarla karakterlerinin ama özellikle de Louise’in arayışını hafif bir hüzün de içeren keyifle anlatıyor. Konuşmalar aşk, evlilik, ilişkiler, yaşlanmak, özgürlük gibi konular üzerinden tam da bir Fransız filminden beklenecek bir içerikle ilerlerken insanın tutarsızlıklarını ana teması yapıyor ve istemek ama bu istek için gerekli fedakârlıklarda bulunamamak ifadesi ile tanımlayabileceğimiz çelişkiyi seyirciye kendisinde de benzerlerini keşfettirecek şekilde geçiriyor. Evet, konuşmalı bir film bu ama diyaloglar öylesine doğal ki ve karakterlerini öyle bir dürüstlükle anlatıyor ki eğlenerek ve düşünerek, ve kesinlikle ilgi ile dinliyorsunuz söylenenleri. Elbette sadece sözler değil, filmin çekiciliğinin kaynağı. Bir parti sahnesi var ki belki bugün üzerinden geçen 36 yıl sonra hâlâ taze ve öenmli görünmesini sağlayan en önemli yanlarından biri hikâyenin. Partideki dans bölümü bu ve 1980’lerin müzikleri eşliğinde Louise’in de aralarında olduğu kalabalık bir grubu hiç konuşmadan dans ederken izliyoruz. Bu sahnede vücut dilleri, bakışmalar ve dans hareketleri hikâyenin odağı olan arayışı, karakterleri komik duruma da düşüren zayıflıkları Rohmer’in ustası olduğu bir sakin mizah havası ile yaratıyor.

Film sık sık -yine diğer Rohmer filmlerinde olduğu gibi- şu hissi yaratıyor: Sanki Rohmer sahneyi kurmuş, karakterlere (oyunculara) temel fikirleri vermiş ve onlar kendileri için yaratılan dünyada yaşarken Rohmer de hiç müdahale etmeden onları görüntülemiş bizim için. Üç ana oyuncunun başarılı oyunculukları kuşkusuz bu hissi değerli ve gerçek kılan çok önemli bir öge. Senaryodan dolayı ilki diğer ikisinden bir parça geride kalsa da Tchéky Karyo, Pascale Ogier ve Fabrice Luchini dört dörtlük bir sade performansla filme önemli bir keyif katıyorlar. Uzun konuşmalar içeren ve yönetmenin de teknik oyunlara hiç başvurmadan anlatmayı tercih ettiği sahnelerde seveceğiniz ve / veya sevmeyeceğiniz ama kesinlikle anlayacağınız ve sempati duyacağınız karakterler yaratmak kolay bir iş değil ama üç oyuncu da kesinlikle başarıyorlar bunu. Luchini’nin kattığı özel eğlence anlarının (“Erkeğini aldat, tamam ama ondan kötü erkeklerle değil. Benimle aldat mesela”) yanında, kuşkusuz Pascale Ogier’e ayrıca değinmek gerekiyor: 26 yaşına girmesine bir gün kala aşırı dozdan hayatını yitiren genç sanatçı bir oyuncunun kendisini tamamen rahat bırakarak nasıl mükemmel bir sonuç elde edebileceğinin ve seyirciyi macerasının her ânının parçası yapabileceğinin kanıtı oluyor.

“İki evinizin olması zor; birindeyken diğerini özlüyorsunuz. Eskiden böyle değildi, tam tersiydi” diyor Louise bir cafe’de karşılaştığı bir ressama. Bir hayal kırıklığı var bu sözlerde; iki evin peşinde koşarken, eldeki asıl evi de yitirmenin sonucu bu hayal kırıklığı. Rohmer işte bu sonuca giden yolu; sade, zarif ve ikna edici bir doğallıkla anlatıyor ve hiçbir ahlak dersi vermeye soyunmadan insanı getiriyor karşımıza. Özgürlük sahte bir cennet midir sorusunu sorduran film 1980’lerin sosyal hayatını da hatırlatan, dokunaklı ve eğlenceli olmayı aynı anda başarabilen bir sinema eseri. Dolunayların arzuları tetikleyip tetiklemediğini ise tamamen seyircinin kendisine bırakan bu Rohmer filmi görülmeli.

(“Full Moon in Paris” – “Dolunay Geceleri”)

(Visited 392 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir