“Her günah işlediğinizde, İsa’nın acısına acı katarsınız”
Ekonomik krizin pençesindeki 1930’lu yılların İngiltere’sinde, Liverpool’da küçük bir çocuğun gözünden anlatılan bir yoksulluk, dinsel baskı ve faşizm hikâyesi.
İngiliz yönetmen Stephen Frears’ın bir aile ve özellikle ailenin en küçük çocuğu olan ve filme de adını veren yedi yaşındaki Liam üzerinden anlattığı hikâye Joseph McKeown’un “The Back Crack Boy” adlı kitabından uyarlanmış sinemaya. Özellikle strese kapıldığında veya heyecanlandığında konuşamayacak kadar kekeleyen çocuğun büyüklerin dünyasına şaşkınlıkla ve korkuyla baktığı film en büyük desteğini oyunculuklardan alan, eli yüzü düzgün anlatılmış (İngiliz ve Alman ortak yapımı filmin yapımcılarından birinin BBC olmasının garanti ettiği bir düzgünlük bu) ve sosyal duyarlılığı yüksek olan bir çalışma. Filmin bazı gelişmeleri yeterince aktaramaması ve BBC kalıplarının (burada kısıtlayıcı yanını vurgulayarak söylüyorum) dışına çıkamaması gibi kusurları var ama kesinlikle ilgi gösterilmeyi hak eden bir hikâye bu.
Hikâye tarihte Büyük Bunalım (İngilizcesi ile The Great Depression) olarak bahsedilen ekonomik krizin pençesinde kıvranan bir aileyi getiriyor karşımıza. Çalıştığı fabrika kapanan babanın işsiz kaldığı, büyük erkek çocuğun getirdiği paranın çok yetersiz olduğu, ailenin tek kızının zengin bir Yahudi ailenin evinde hizmetçilik yapmak zorunda kaldığı ve ne kira ne yiyecek için parası olan bir aile bu. Yoksulluğun getirdiği tüm acıların yanında ailenin en küçüğü Liam’ın başka problemleri de var. Gittiği Katolik okul dinsel içerikli eğitimini tüm dehşeti ile yansıtıyor ona ve korkunç bir günah korkusu içinde yaşamasına neden oluyor. Bir yandan da cinsel uyanıştan ziyade cinsel merakın yarattığı bir korku var baş etmeye çalıştığı. Bunların üzerine bir de babanın tüm ekonomik kriz dönemlerinde olduğu gibi yükselen milliyetçiliğin, daha net bir deyimle faşizmin çekiciliğine kapılması ve yoksulluğunun suçlusu olarak düşük ücretlerle çalışarak İngilizler’in işlerini ellerinden aldıklarına inandığı İrlandalılar’ı ve kendilerini sömürdüğünü düşündüğü Yahudiler’i görmesi sonucu bulaştığı işleri ekleyin. Tüm bunlarla baş etmek zorunda kalan aile bir de yine şehirdeki İrlandalılar’ın varlığı ile de körüklenen Katolik-Protestan çekişmesinin de parçası oluyor. Bu dinsel çekişme bazen bir şarkıdan kaynaklanacak (“Bir daha asla söyleme o şarkıyı. Protestan köpeklerin şarkısı o”) kadar hep canlı görünüyor ve dinin eğitimdeki yoğun yeri ile de beslenip duruyor. Bu arada özellikle işçiler arasında yayılmaya başlayan ve babanın komünist, oğlunun ise sosyalist olarak adlandırmayı tercih ettiği hareketlenmeler de var ortalıkta.
Jimmy McGovern’ın yazdığı senaryo hepsi birleşerek filmdeki trajik sonu yaratan birbirinden farklı ve yukarıda sıralanan bu unsurların kimilerini güçlü ve yeterli bir derinliğe sahip biçimde ele alırken özellikle birinde yetersiz kalıyor. Yobazlık denebilecek bir içeriği olan eğitimin temel amacı çocukların içinden hiç eksilmeyen bir günah duygusu yaratmak ve tüm hayatlarını bu korkunun gölgesinde yaşamalarını sağlamak. Film bu konuyu arada abartıya kaçsa da etkileyici bir şekilde ele alıyor ve Liam’ı canlandıran küçük oyuncu Anthony Borrows’un sürekli merak, korku ve hınzırlık ile dolu yüz ifadesini başarı ile kullanması sonucu hayli çarpıcı bir sonuç elde ediyor. Sınıfta, kilisede, evde veya sokakta her göründüğü sahnede adeta filmin derdinin ne olduğunu hatırlatıyor bize Borrows. Mezhep çekişmesi basit ama etkileyici bir şarkı söyleme sahnesinde olduğu gibi veya bireylerin dinsel inançlarını saklama veya öne çıkarma ihtiyacı duyduğu diğer sahneler ile hikâyenin entegre bir parçası olmayı başarıyor. Benzer şekilde yoksulluğun izlerini de hikâyesinde başarı ile sürmüş Frears. Ne var ki babanın “kara gömleklilere” katılma noktasına kadar ilerleyen süreci aynı yetkinlikte anlatamıyor bize filmimiz. Üstelik bu sürecin neden olduğu korkunç trajedinin sorumlusunu sanki hikâye boyunca sürekli eleştirdiği dinsel bir yaklaşıma kapılıp “ilahi” bir şekilde cezalandırması bu problemin boyutunu da artırıyor bir parça.
Babayı canlandıran ve kendisi de bir Liverpool’lu olan Ian Hart basit ama sağlam oyunu ile göz dolduruyor her zamanki gibi. Anne rolündeki Claire Hackett yine üzerine düşeni layıkı ile yaparken genç kızı canlandıran Megan Burns toplam iki filmden oluşan kariyerindeki bu ilk rolünde hayli başarılı bir performans veriyor. Oyuncularından aldığı sağlam performans ile kimileri eğlenceli olan hayli etkileyici sahneler yaratıyor Frears. Liam’ın kekelememek için şarkı söyleyerek kilisede günah çıkarması ve bu sahnenin müthiş finali veya yine onun rehinci dükkanındaki eğlenceli anları örneğin, çok başarılı. Frears teknik oyunlara nadiren girişiyor ve neden özellikle o anları seçtiği her zaman anlaşılır olmasa da karakterlerinin korku ve tedirginlik alanlarını eğik kamera açıları ile veriyor seyirciye akıllı bir şekilde.
Benzer BBC filmlerinin sosyal gerçekçiliğinin izlerini taşıyan, dönem filmi olmasına rağmen kostümler ve dekorlar içinde boğulmayan ve mesajlarında sosyal doğruculuğa saygı gösteren bir film bu ve yine benzer BBC filmleri gibi yenilik içermese de sağlam bir sinema dili ile anlatıyor derdini. Dinin üzerine fazlası ile gittiği düşünülebilir belki ama sonuçta -tam anlamı ile olmasa da- yedi yaşındaki bir çocuğun gözünden anlatılan bir hikâye bu. Sürekli olarak cehennem, sonsuz ceza ve lanetlenmek kavramları ile baş etmeye çalışan bir çocuğun algısı olarak görmek sanıyorum dinin bu filmdeki resmini. Hikâyenin trajik sonu ise sanki filme şematikliği ile bir parça zarar veriyor. Özetle, bir eleştirmenin deyimi ile bize hüzünlü bir güzellik getiren bu filmi görmekte yarar var.