Mad Max – George Miller (1979)

“Bu kelepçeler yüksek gerilimli çelikten yapılmış. Onlardan kurtulman on dakikanı alır; eğer şanslıysan ayak bileğini beş dakikada kurtarırsın onlardan. Başla!”

Distoptik(ya da kıyamet sonrası anlamı ile apokaliptik) bir dünyada bir polisin vahşi bir motosiklet çetesi ile mücadelesinin hikâyesi.

Sinema tarihinin en ünlü serilerinden biri olan “Mad Max”’in ilk filmi. Senaryosunu, George Miller ve Byron Kennedy’nin birlikte yazdığı orijinal hikâyeden Miller ve James McCausland’in uyarladığı filmin yönetmen koltuğunda serinin diğer filmlerinde de aynı görevi üstlenen George Miller oturmuş. Enerji sıkıntısı nedeni ile düzeni bozulan bir dünyada bir polisin “punk serseriler”le mücadele ettiği film, hikâyesinin “ucuz”luğuna, karakterlerin çoğunun karikatür düzeyinde çizilmiş olmasına ve düşük bütçesine (tahminen 200 Bin Amerikan Doları) rağmen seyirciden büyük bir ilgi gören ve tüm dünyadaki gişe geliri 100 Milyon Dolar’a erişen bir yapıt olmuştu. Hedefini doğru belirleyen ve sınırlarının farkında olan basit bir hikâyenin bir klasiğe dönüşebileceğinin en iyi kanıtlarından biri olan çalışma, başrol oyuncusu Mel Gibson’a bir yıldız olma yolunu açan film olarak da ayrıca önemli ve arsız bir ucuzluğun nasıl bir başarıya dönüştürülebileceğinin de parlak bir örneği olarak dikkat çekiyor.

Evet, kesinlikle ucuz bir film bu. Sadece bütçesi değil filme bu sıfatı kazandıran kuşkusuz; Amerikan sinemasının bolca ürettiği ve çoğu burada olduğu gibi bir intikam teması da içeren aksiyon filmlerinde gördüklerimizden çok da bir farkı olmayan hikâyesi, abartılı ya da donuk kelimeleri ile tanımlanabilecek oyunculukları ve kurgusunun bir örneği olarak gösterilebileceği teknik numaraları bu filmi asıl ucuz kılan. Hikâyenin, nedeni asıl olarak serinin sonraki filmlerinde açıklanan bir “kıyamet” sonrasında geçiyor olması ve bu kıyametin de günümüzden sadece birkaç yıl sonra gerçekleşeceğini söylemesi gibi politika ve kehanet odaklı bir içeriği olması farklı kılıyor filmi benzerlerinden kuşkusuz ama bu odağı derinleştirmeye, açmaya hiç çalışmıyor film. George Miller’ın tek önceliği distopik bir ortamda geçen bir hikâyesi olan, iyi anlatıldığında ticarî başarısı hayli garantili görünen türden bir aksiyonu olan bir film çekmek ve bunu da başarmış görünüyor yönetmen. Gişe geliri ve üç devam filmi çekilip bir dördüncüsünün planlanıyor olması, filmin sinema sanatı açısından olmasa da ticarî açıdan bir başarıyı yakaladığını tartışmasız bir şekilde kanıtlıyor kuşkusuz.

Kanuna dayalı düzenin ortadan kalkmış göründüğü bir dünyada amaçsız bir şiddet ve vahşet peşinde koşan bir çeteye karşı duran ve bir süre sonra mücadelesi kişisel bir boyut da kazanan polisin hikâyesi apokaliptik bir dünyada geçiyor ama görsel olarak bu dünyanın izlerini karşımıza getirmek gibi bir derdi olmamış filmin ya da bütçe nedeni ile bu dert bir kenara bırakılmış. Issız kasabalar ve yollar, sefil durumda binalar karşımıza geliyor ama bu görüntüler rahatlıkla yoksul ve ıssız bir kasabanın görüntüleri olarak da düşünülebilir. Hikâye “kıyamet sonrası”nı görsel olarak değil, daha çok karakterlerin -özellikle de çete elemanlarının- davranışları üzerinden göstermeyi tercih etmiş (ya da etmek zorunda kalmış). Bu da çete lider(ler)i ve elemanlarının oyunculuklarını mizahî bir boyutun da eklendiği abartılı bir performans seviyesine taşımış ve bu abartının da özellikle altını çizmiş senaryo ve yönetmenlik çalışması. Vahşi maymunlar gibi hareket etmekten gürültülü bir şekilde erkek erkeğe dans etmelere, fiziksel ve cinsel şiddetten abartılı yüz mimiklerinin yakın plan çekimde gösterilmesine kadar uzanan tercihleri ile film sert hikâyesini seyircinin hemen -üzerinde hiç düşünmeden- tepki vereceği bir şekilde anlatıyor çoğunlukla. Çetenin saldırdıkları bir arabayı toplu halde parçaladıkları sahne bu anlatım şeklinin en açık örneklerinden biri olarak gösterilebilir. Kahramanımız hariç polislerin de çete üyeleri gibi komik ve abartılı olmaktan pek de uzak durmadıkları filmde, Mel Gibson hikâyenin büyük bir kısmında tam tersi bir noktada bulunuyor ve donuk kelimesinin hiç de yanlış durmayacağı bir performans sergiliyor. Gibson’ın bu filmden sonra bir yıldız olmaya süratle ilerliyor olmasının kendisinin sergilediği performansın değil, filmin ticarî başarısının bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Ne var ki şunu da eklemek gerek: Onun durgun (ve çoğunlukla duygusuz) oyunculuğu hikâyenin gürültüsü ve kaosu içinde bir nefes alma olanağı da sağlıyor seyirciye ve apokaliptik dünyada bir huzur imkânının hâlâ mümkün olduğunu da gösteriyor (onun gibi kahramanlar sayesinde elbette). Belki tam da bu nedenle tercih edilmiş bir oyun biçimi olabilir bu.

George Miller hikâyeyi anlatırken gerilim havasını hep canlı tutmuş ve vücudu tamamen yanmış bir adama üzerindeki örtüyü kaldırarak bakma veya bunun hemen ardından gelen kâbus sahnesinde olduğu gibi gerilimi korku filmlerindeki havaya yaklaştırmaktan da çekinmemiş. Düşük bütçeye rağmen etkileyici çekilmiş takip sahneleri ve patlama/çarpışma görüntülerini de yönetmenin başarı hanesine ekleyebiliriz rahatlıkla. Ucuzluğu başlarda daha da -ve olumsuz anlamda- dikkat çeken hikâyenin ilerledikçe daha elle tutulur ve ilgiyi hak eder hâle gelmesinde de payı var Miller’ın tempoyu düşürmeden hikâyesini akıtmayı başarması ile.

Figüranların çoğunun para değil, bira için çalıştığı filmin hikâyesinin ilham kaynakları arasında 1973’teki petrol krizi (Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Örgütü OAPEC’in 1973 yılındaki Arap-İsrail Savaşı’nda İsrail’i destekleyen ülkelere karşı uyguladığı petrol ambargosu nedeni ile başlayan kriz) ve L.Q. Jones’un 1975 tarihli “A Boy and His Dog” adlı filmi bulunuyor. Adı geçen bilim kurgu filmi bir çocuk ile onun telepati yeteneği olan köpeğinin apokaliptik bir dünyada yaptığı yolculuğu anlatırken, çekildiği tarihten 50 yıl sonrasındaki (2024’teki) bir kıyametin sonrasını getirir seyircinin önüne; “Mad Max”in “sadece birkaç yıl sonra gerçekleşecek bir kıyamet”in sonrasını anlatmaya soyunması ise senarist James McCausland’in, alternatif enerjiler için yeterince hızlı çalışmayan insanoğlunun ciddi bir petrol sıkıntısının olduğu bir dünyada “motorları çalışır durumda tutmak için ne gerekiyorsa yapacakları” düşüncesinin sonucu olmuş.

ABD’de gösterime çıkarken seyircinin Avustralya aksanını yadırgayacağı korkusu ile -Mel Gibson dahil- oyunculara Amerikalı oyuncular tarafından dublaj yapıldığı filmde birkaç kez karşımıza çıkan vahşi kuş görüntüsü veya kahramanımızın eşinin pek anlamlandırılamayan bir sahnede saksafon çalması gibi bir yere bağlanmayan unsurlar yer alıyor ama filmin aksiyonuna ve doğrudan etkilemeyi amaçlayan kurgusuna dalan seyircinin çok da umursayacağı problemler değil bunlar kuşkusuz. Tony Paterson’ın başladığı ama çalışmaların uzaması nedeni ile yerini Miller ve Cliff Hayes’e bıraktığı ve son haline Byron Kennedy’nin elinde kavuşan kurgusu bu kategoriye giren seyirci için yeterli bir çekicilik kazandırıyor filme çünkü. Serinin gösterime giren son filmi olan, 2015 tarihli “Mad Max: Fury Road”dan sonra yine Miller’ın yöneteceği “Mad Max: The Wasteland” adlı film için hazırlıkların sürdürüldüğünü de belirtelim ve Miller’ın “Sesi olan bir sessiz film” olarak tanımladığı filmin sadece bir kült olması nedeni ile bile ilgiyi hak ettiğini söyleyelim. Tüm o ucuzluğu bir başarıya dönüştürebilmek her filmin başarabileceği bir şey değil sonuçta.

(“Çılgın Max”)

(Visited 215 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir