“Her siyah adamın bir Cosby taklidi vardır”
Bir gecelik ilişkilerinin sabahında tanışan bir erkek ve bir kadının yirmi dört saatlik ilişkilerinin hikâyesi.
ABD’li bağımsız sinemacı Barry Jenkins’in ilk uzun metrajlı çalışması. Hemen tüm sahnelerinde sadece iki oyuncusunun görüntüye geldiği film tipik bir bağımsız Amerikan filmi. Tom Waits ve Dickon Hinchliffe gibi ünlü isimlerin yanında bağımsız müzisyenlerden oluşan sıkı bir müzik bandı, düşük bir bütçe, oyuncularının doğal ve samimi performansları ve romantizme eşlik eden politik alt metni ile film görülmeyi hak eden bir çalışma.
Jenkins kendi yazdığı senaryosu ile sadece bir erkek ve bir kadının seks ile başlayan ve aşk ile sona eren ilişkisini anlatmakla yetinmeyip filmine iki de alt metin yerleştirmiş. Filmin ikinci yarısında, erkek kadına “kendini nasıl tanımlarsın” diye soruyor ve kendi cevabını “ben siyahım” diye veriyor. Bu soru filmin “kimlik” ile ilgili alt metninin ipucu. Erkek hikâyede düzen dışı olanı, isyan edeni ve sorgulayanı temsil ediyor ve kadının aksine bu kimliği toplumun kendisine empoze ettiğini söylüyor. Erkek gibi siyah olan kadın ise düzenle çok daha uyum içinde, beyaz bir küratör ile yaşıyor ve herhangi bir kimlik problemi de hissetmiyor. Akvaryumculuk yapan erkeğin basit ve küçük evine karşılık kadının zengin ve büyük evi iki karakterin arasındaki bu “kimlik farkından” doğan bir sınıf farkını da vurguluyor kuşkusuz. Filmin kimliğin yanısıra ve onunla bağlantılı ikinci alt metni ise bugünlerde tüm Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da başını alıp giden “gentrification – mutenalaştırma” olgusunun karakterlerimizin yaşadığı San Fransisco’daki yansımalarını içeriyor. Bir sahnede iki baş karakter bir camın ardından bu olguyu tartışan ve insanların ev edinme haklarını savunan bir örgütün üyelerinin (ki kendilerini canlandıran gerçek karakterler bu kişiler) tartışmalarını seyrediyorlar ve burada iki karakterin yaşadıkları hayatların farklılığı itibari ile ayrıştığı noktanın da altı çiziliyor. Bu sahnenin bir parça akış içinde garip durduğunu ve Jenkins’in kimi anlarda bu politik metinleri hikâye ile yeterince kaynaştıramadığını da belirtmiş olalım bu arada.
Kadının üst sınıflara, beyazlara veya “beyazlaşmışlara” hitap eden MOMA’ya (Modern Sanatlar Müzesi), erkeğin ise Amerika’daki siyah halkın geçmişine odaklanan MOAD’a (Museum of the African Diaspora) gitmeyi tercih etmesi veya erkek konuşmalarını sürekli siyah olduğu üzerinden üretirken kadının bu konuyu gündemine bile almaması iki karakterin bir günlük maceralarının nereye gideceğinin ip ucunu veriyor aslında ve bu tercih film için bir zayıflık da değil kesinlikle. Film tam yirmi dört saat sonra biterken, başlangıçta bir evi birlikte terk eden iki karakterden biri diğerinin evinden tek başına ayrılıyor ve hikâyemizi beklendiği veya olması gerektiği gibi sona erdiriyor. Evet, belki de olması gerektiği gibi çünkü kadın yoksulların yaşadıkları yerlerden çıkarılıp iyice dışarılara atıldığı ve onlardan boşalan ve mutenalaştırılan semtlere zenginlerin yerleştiği bir düzende güçlü tarafta olmayı seçmişken erkek bunun acısını çeken ve sorgulayan tarafta duruyor. Jenkins sürekli kullandığı el kamerası ve hemen tamamen siyah-beyaz olarak çektiği filmde, filme adını veren melankoliyi de işte hem tam burada, bu sürmesi olanaksız olan birliktelikte hem de yoksulun hep daha da öteye itilecek olmasında buluyor ve sergiliyor bize.
Gereksiz uzatılmış gibi görünen atlı karınca ve gece kulübü sahneleri ve politik metnin iki karakter arasındaki aşk hikâyesi ile her zaman iyi kaynaşamaması gibi kusurları bir kenara bıraklıp seyredilmesi gerekli bir film karşımızdaki. Tüm film boyunca yüzleri hemen hiç görüntüden çıkmayan ve yönetmenin sık sık sadece yüzleri sergileyen yakın plan çekimleri ile işleri de hayli zor olan iki oyuncu (erkeği oynayan Wyatt Cenac ve kadını oynayan Tracey Heggins) üstlerine düşeni fazlası ile yapmışlar ama Cenac’ın senaryonun da katkısı nedeni ile bir adım öne çıktığını belirtelim. James Laxton’ın başarılı görüntülerinin desteklediği Jenkins’in yumuşak anlatımı ile de öne çıkan film göstermekle yetinmeyip aynı zamanda düşündürten sinema eserlerinden. Sadece iki karakterin ilişkisine değil, tüm bir şehire, ayrımcılığa ve ırk sorununa da dokunan melankolisi de belki kalplerden çok akıla hitap ediyor.