Min Dît – Miraz Bezar (2009)

“Onu gördüm… ben katili gördüm“

Anne ve babaları devlet güçleri tarafından yargısız infazla öldürülen iki çocuğun Diyarbakır sokaklarındaki hikâyesi.

Senaryosunu Miraz Bezar ve Evrim Alataş’ın yazdığı, yönetmenliğini Bezar’ın üstlendiği bir Almanya – Türkiye ortak yapımı. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde Yönetmen, Kadın Oyuncu ve Müzik ödüllerini kazanan film, Antalya Altın Portakal Festivali’nde ise milliyetçi seyircilerin protestoları arasında gösterilmişti. Dilinin Kürtçe olmasından bir sahnede sokak çocuklarının söylediği şarkının içinde geçen “Kürdistan” kelimesine (bu şarkıyı oyuncu çocukların kendisi seçmiş yönetmene göre) ve devletin sivilleri katletmesine bugünün Türkiye’sinde sözü edilmesi bile hayal edilemeyecek unsurları ile kuşkusuz özellikle günümüz için çok cesur bir film bu. Resmî söylemlerin körüklediği milliyetçi bakışın tepkisi beklenen bir durum kuşkusuz ve bugün böyle bir hikâyenin çekilmesi ve gösterime girmesinin imkânsızlığı bu bakışa sahip olanların kendisini sorgulamasını gerektiriyor öncelikle elbettee. Evet, cesur ve önemli bir hikâye anlatan bir film bu ve başta senaryodaki sorunlar olmak üzere önemli kusurlarına rağmen kesinlikle görülmeyi hak ediyor. Başroldeki küçük oyuncu Şenay Orak’ın performansı ile de ilgiyi gerekli kılan film ülkenin her gün daha da kronikleşen bir sorunu üzerine düşünmek için çok iyi bir fırsat.

Antalya’da aldığı tepkilerle başlamak doğru olabilir hikâyeyi değerlendirmeye. Adı Kürtçe olduğu gibi, film boyunca çok büyük bir ağırlıkla Kürtçe konuşuyor oyuncular. Hikâyenin Diyarbakır’da geçtiğini, karakterlerin Kürt olduğunu düşününce ve eleştirilenin bir insanın anadilini konuşması olduğunu fark edince Antalya’daki seyircinin filmi bu nedenle protesto etmesi hayli trajikomik. Bir filmin hikâyesinin gerçeklere ne kadar dürüst yaklaşırsa o kadar değer kazandığını anlamak gerekiyor o çocukların söylediği şarkıyı anlamak için ve ülkenin çok uzun bir süredir kanamaya devam eden bir yarasının nedenleri hakkında hiçbir fikri olmamak gerekiyor filmde devletin neden “doktor ve öğretmenler”i ile değil de, “askerler”i ile gösterildiğini sormak için. Bir sanat eseri soru sordurtmalı, yerleşik (daha doğrusu, yerleştirilmiş) değer ve inançları sorgulatmalı ve bunu da güçlü olanın söylemini takip ederek yapamaz. Bu filmde anlatılan ve seyircinin gözünde devletin kutsallığına dokunanlar yaşanmıştır ve yaşanmaktadır bu ülkede, boyut ve biçim değiştirse de her dönem. Bir JİTEM gerçeği ret edilebilir mi örneğin? Bir Cumartesi Anneleri’nin acılarını görmezden gelmek mümkün mü vicdanlı bir yürek için?

Diyarbakır’da geçiyor hikâye. Karakterlerden birinin kendisini dikkatli olması için uyaran kardeşine ironik bir söylemle “Binlerce asker ve polis var bu şehirde. Başıma ne gelebilir ki?” dediği bir coğrafyadır burası. Üç çocuklu ve mutlu bir aileyi göstererek başlıyor hikâye. Baba gazetecidir ve bir köyde kuşkulu bir şekilde öldürülen köylülerin haberini yapan bir gazetede çalışmaktadır. Baldızı, askerlerle çatışan gruplarla bir şekilde ilişkilidir ve onun ricası üzerine, saklanan bir genci evlerinde saklar bir gece. Anlaşılan bu hareketi ve mesleği onu devletin hedefi haline getirmiştir ve ailesi ile bir düğünden dönerken çocuklarının gözü önünde eşi ile birlikte katledilir. Onlar ölürken, biri bebek olan üç çocuk ortada kalıverir. Hikâye asıl olarak bundan sonra başlıyor ve açıkçası senaryonun sorunları da. 2010’da henüz 33 yaşındayken hayatını kaybeden Evrim Alataş’ın filmin yönetmeni Miraz Bezar ile birlikte yazdığı senaryo sokak çocuklarından Kürt sorununa yoksulluktan devlet şiddetine pek çok meseleye birden el atarken “iyi”ler ve “kötü”ler üzerinden fazlası ile basite indirgiyor karakterlerini ve bazı gerçekçilik problemlerinden kurtulamıyor. Çocukların gözü önünde yapılan infaz en azından onlar tarafından görülmeyi umursamamak açısından sıkıntılı, kucağında bebek olan bir kadının öldürülmesi ve üç çocuğun ıssızlığın ortasında bir gece yarısı bırakılması infazcıların kötücüllüğünü vurgulamak için düşünülmüş ama zaten kötü olan bir eylemi yapanların karakterlerini bu zorlama unsurlarla ve sinema sanatı açısından hiç de doğru olmayan bir şekilde vurgulamak zarar veriyor hikâyeye. İnfazcı Nuri Kaya için, cinayetleri onu yeteri kadar kötü kılmıyormuş gibi, karısını aldatan ve bunun için kendi evini kullanmaktan da çekinmeyen bir insan profili çizmenin ne gereği var?

Çocukların yalnız kaldıktan sonra Diyarbakır gibi, tahmin edilebilecek nedenlerle dayanışma ruhunun canlı olduğu bir yerde içine düştükleri sefalet ve yalnızlığı kimsenin görmemesi ve bir şey yapmaması da inandırıcı değil. Özellikle de cinayetlerin arkasında bir devlet şiddetinin yattığını düşünürsek, bu yalnızlık açıklanabilir bir durum değil kesinlikle. Öneğin çocukların sattığı ev eşyalarını alanların hiçbir şey sorgulamaması ve sormamasını normal bulmak mümkün değil. Annenin çocuklarına anlattığı masala bir gönderme olan final içeriği ile şık ve dokunaklı ama senaryonun orada gösterilen “teşhir”e kadar Nuri Kaya’nın saygın ve iyi bir insan olarak görüldüğüne inanmamızı beklemesi de tuhaf Diyarbakır gibi bir şehirde. Keşke senaryo bu tür sorunlarla dozu kaçırmasa ve örneğin içinde oldukları araba çevirmeye takılan ailenin hissettiği korku ve gerginliği etkileyici bir şekilde sergilediği sahnede olduğu gibi has sinema gücü ile yetinseymiş. “Press” filmindeki gazeteciler arasındaki dayanışmanın en küçük bir izi bile yok mu ki babanın çalıştığı gazetede, iş arkadaşlarının ailesi ile ilgili hiçbir girişimlerini göremiyoruz ve çocukların okulunun yönetimi çocukların nerede olduğunu hiç mi sorgulamıyor?

Ermeni kilisesi kalıntıları üzerinden, -senaryo yeterince farklı alanlara el atmıyormuş gibi- bir başka sorunu da gündemine almaktan kendisini alamayan filmin bu durumunu bir ilk filmin “her şeyi anlatma” heyecanı ile açıklamak gerekiyor belki de. “Diyarbakır çocuklarına” adanan ve baş oyuncusu Şenay Orak’ın aldığı ödülü tüm sokak çocukları adına kabul ettiğini söylediği film bu sorunun kaynaklarından biri olan Kürt sorununu ve yoksulluğu da ana konu olacak bir şekilde ele alınca bir parça dağılıyor hikâye doğal olarak. Ne var ki filmin bu senaryo sorunundan daha önemli artıları var ve işte bunlar filmi kesinlikle seyre değer kılıyor. Başka çocuklarla birlikte iki çocuğun ana kahramanı olduğu bir hikâyede onların yaşadıklarını hiç sömürmüyor film; onların sokaklarda yaşadıkları ve başlarına gelenler hem senaryonun hem yönetmenlik çalışmasının parlak bir başarısını gösteriyor. Tüm o zorlama yanlarına karşın, finalin gerçekçiliğini de alkışlamak gerekiyor. Bir boş umudun peşine düşmüyor film ve çocukların “İstanbul seyahati”ne gittikleri finali ile akıbetleri benzer olan binlerce çocuklardan birkaçının hikâyesini anlattığını söylüyor bize vurucu bir şekilde. Çocuklarını korkunç travmalarla karşı karşıya bırakan bir ülkenin mutlu ve özgür olmasının imkânsızlığını hatırlatıyor acı bir şekilde film ve propaganda yapma tuzağına düşmüyor hiç.

Mustafa Biber’in yerel motifleri de içeren başarılı müziği ve sözleri hikâyeye çok yakışan ve kapanış jeneriği ile birlikte dinlediğimiz Serhado şarkısı “Nabinim” ile renk kazanan filmin çocuk oyuncuları çok başarılı. Onların bu performansı önemli bir yönetmenlik becerisinin de sonucu şüphesiz ve Şenay Orak’ın performansı göründüğü her kareyi aydınlatıyor kusursuz bir şekilde. Annenin masalının ve finalin söylediği gibi “kurdu teşhir etmek” onu tamamen güçsüz kılar mı bilinmez ama bu ve benzeri bir samimiyeti olan tüm filmler bu yolda bir umut yaratıyor yine de ve bu umuda koşullar ne olursa olsun ihtiyacı var bu ülkenin. Yönetmenin yapabilmek için annesinin evini sattığı, Fatih Akın’ın yapımcı olarak destek sağladığı filmdeki zilli kurt masalı için de bir not eklemekte yarar var. Yaşar Kemal’in sıkça anlattığı bir hikâyedir bu ve “Türkiye’de insan hakları için, insan onuru için, özgürlük için savaşım veren sanatçılar, insanlar; yoksulluğa, haksızlığa direnenler hep ‘Zilli Kurt’ oldular” der bir konuşmasında yazar. Burada ise “zilli kurt” direnenlerin mücadele ettiğinin sembolü olarak, tam tersi bir bakışla kullanılmış ilginç bir şekilde.

(“Before Your Eyes” – “The Children of Diyarbakir” – “Ben Gördüm” – “Die Kinder von Diyarbakir”)

(Visited 137 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir