“Buradaki asıl problem, sizlerin düşünmesini, dinlemesini ve yaratmasını bilmeyen bir nesil yaratmanız”
Para kazanabilmek ve beste yapmaya vakit ayırabilmek için bir lisede müzik öğretmenliğine başlayan bir müzisyenin hikâyesi.
Patrick Sheane Duncan’ın senaryosundan Stephen Herek’in çektiği bir “öğretmenin ve öğretmenin kutsallığı” filmi. İki buçuk saate yaklaşan süresi ile bir adamın zoraki başladığı bir meslekte yarattığı güzelliklerin hikâyesini anlatan çalışma, bir parça fazlası ile klasik sinema dili ile “aile” filmlerinden hoşlananların ilgisini çekebilecek ve başroldeki Richard Dreyfuss’un Oscar’a aday gösterilen performansı ile öne çıktığı bir film. Meslek hayatının sonunda öğretmenin başına geleni bir sorgulama aracı olarak değil de bir dram yaratma amacı ile kullanması ile farklı bir kulvara geçebilme şansını yok eden film, garantili sularda ilerlemesi ile ortalama seyirciyi elinde tutabilen ama zaman zaman tam da bu nedenle sıradanlığa düşen bir eser izlenimi bırakıyor çoğunlukla.
Altın Küre’ye aday olsa da senaryosu oldukça tanıdık ve hemen hep beklenen şekilde ilerlemesi nedeni ile de bir parça yaratıcılıktan yoksun bir film bu. Öğretmen sınıfa gelir, öğrenciler ilgisizdir, öğretmen onlara farklı bir dünyanın kapısını açar ve onlarla birlikte kendisi de gelişir vs. Evet, hayli aşina olduğumuz bir hikâye bu ve Amerikalılar’ın anlatmayı ve dinlemeyi/seyretmeyi sevdiği türden bir “sistemi rahatsız etmeden başarılı olabilme” ifadesi ile özetlenebilecek bir içeriği var. Ne var ki senaryo bu klişeleri kullanırken bile yeterince iyi değil: Örneğin lisedeki spor öğretmeninin ağzından duyduğumuz ve yemek sırasında neden öğrencilerin önüne geçtiğini açıklamak için söylediği “burası okul, burada demokrasi olmaz” cümlesi ne bu öğretmenle ilgili sonraki gelişmelerle illişkilendiriliyor ne de kahramanımızın sonradan yaşayacakları ile. Tıpkı bunun gibi, müdür yardımcısının “etek boyu” kontrolü de bu karakterin olduğu pek çok sahnede yer verilen hafif mizahın da olumsuz yönde katkıda bulunduğu bir havada kalmaya yol açıyor hikâyenin gelişim sürecinde. Duncan senaryosunu hikâyesini yaklaşık otuz senelik bir süreye yayarak ve adeta öğretmenin hikâyesini ABD tarihi ile paralel bir biçimde anlatmaya soyunarak farklılaştırmaya çalışmış ama burada da pek başarılı olamamış açıkçası. Tüm o belgesel görüntüler hikâyeye hiç bir şey katmıyor ve filmin süresini uzatmak dışında da bir sonuç vermiş görünmüyor. Kahramanının mücadelesini dolaylı veya dolaysız olarak ilişkilendirmeden Vietnam savaşını, Reagan’ı, Nixon’ı veya John Lennon’ı araya sokuşturmakla pek de doğru bir tercihte bulunulmamış.
Seyircinin bir sonraki sahnede ne olacağını sık sık rahatlıkla öngörebileceği bir akışı var filmin ve bu halinin de katkıda bulunduğu bir televizyon filmi havası. Kahramanımızın eşi ile tartışmasından anlıyoruz ki şimdi bir “yasak aşk” ihtimali var örneğin ve hikâye bu nedenle kendisini monoton ve sürprizsiz kalmış ne yazık ki. Seyircide yaratılmak istenen duygusallığın başarıldığı sahneleri var oysa filmin ama nedense bunların dozu çok az ve bu da filmin etki gücünü azaltıyor. Örneğin bir çocuğun sağırlığının keşfedildiği sahne veya yıllarca sağlıklı ilişki kurulamamış bir evlada ithaf edilen şarkı oldukça başarılı ve filmin seçtiği klasik kulvarda aslında neler yapabileceğinin de göstergesi ama yeterli sayıda değil bu sahneler. Oldukça Amerikanvari olsa da duygusal etkisi ile başarılı ve Dreyfuss’un da oyunculuğunu konuşturduğu final sahnesi ise filmin duruşu konusunda düşünmemizi sağlıyor ve bundan da pek hayırlı bir sonuç çıkmıyor film adına. Otuz yıldır aynı okulda öğretmenlik yapan, yüzlerce hayata dokunmuş ve onları zenginleştirmiş ve herkes tarafından sevilen bir adamın başına geleni şehir halkının bu kadar kolay kabullenip ona güzel bir veda ile yetinmesi üzerinde düşünmek gerekiyor bir parça. Bir zamanlar öğrencisi olan ve hayatı öğretmenin sayesinde değişen belediye başkanı bile güzel ve duygulu sözlerle dolu bir konuşma ile yetiniyor. Halkın yaşananlar konusunda tek bir mücadele çabasının bile içine girmemesi çok pasif bir tutum ve ancak ABD’den çıkacak bir “sisteme biat” anlayışının eseri olabilir.
Stephen Herek’in yönetmenliği de birkaç sahne dışında rutin bir anlayışa sahip ve kamera kullanım tercihleri de tıpkı senaryoda olduğu gibi tahmin edilebilir çoğunlukla. Örneğin kahramanımız bir hikâye anlatmaya başladığında tam da düşündüğümüz gibi kamera yavaşça ona yaklaşıyor vs. Okulun adının John F. Kennedy olması bile fazlası ile formüllü bir yaklaşımı olduğunu söylüyor bize filmin ve sık sık dağılan hikâyeyi toparlayamamış görünen Herek’in mizanseni de bir çekicilik yaratamıyor. Başarılı bir öğretmeni mi, sağır çocuğu olan bir adamı mı yoksa hayallerini gerçekleştiremeyen bir adamı mı anlatacağına karar veremeyip tümünü anlatmaya soyunan bir film karşımızdaki ve sinema açısından bir cazibesi de pek yok özetle.
Onca kusuruna ve vasat görünümüne rağmen filmi seyre değer kılabilecek (en azından kimileri için) öğeler de var neyse ki. Bunların en başında da öğretmenliğin yol gösterme, ufku genişletme ve zenginleştirme anlamında çocukların ve gençlerin hayatlarını, dolayısı ile tüm bir toplumu nasıl değiştirebileceğini bize göstermesi geliyor. Finalde, belediye başkanının konuşmasında söylediği cümleler besteci olma hayallerini gerçekleştirememiş ve otuz yılın sonunda gözden çıkarılan bir öğretmene söylenebilecek en güzel sözler olsa gerek: “Sizin senfoniniz biziz, Bay Holland. Opusunuzdaki notalar ve melodiler bizleriz. Ve sizin hayatınızın müziği biziz.” Buna Dreyfuss’un oyununu, Amerikanvari olsa da bir umudu öne süren yaklaşımını ve elbette adamın oğluna John Lennon’ın “Beautiful Boy” şarkısını söyleyerek gecikmiş bir sevgiyi sunduğu ve af dilediği sahnenin güzelliğini de eklemeli. Ve kuşkusuz, hikâye boyunca dinlediğimiz ve klasikten caza, poptan rock’a uzanan geniş bir yelpazedeki şarkılar ve Michael Kamen imzalı orijinal müziğinin de keyif vereceğini garanti edebiliriz.
(“Sevgili Öğretmenim”)