“Yanındaki şu oğlan, onun bir Tutsi olduğunu biliyor musun? Tutsiler kötüdür, bilmiyor musun? Şimdi onların baskısı altındayız. Şu anda onların yüzünden acı çekiyorum. Yaşıma rağmen beni hapse atmaya kalktılar ve sen onlarla birlikte mi yürüyorsun? Hutular ver Tutsiler düşmandır, bilmiyor musun?”
1994’te Ruanda’da yaşanan soykırımdan yaklaşık on beş yıl sonra iki genç arkadaşın geçmişle yüzlemek ve travmaları yaratanlarlardan biri ile hesaplaşmak için çıktıkları yolculuğun hikâyesi.
Senaryosunu Lee Isaac Cheung ve Samuel Gray Anderson’ın birlikte yazdıkları ve yönetmenliğini “Minari” filmi ile bu yıl Oscar’a aday gösterilen Cheung’un üstlendiği bir Ruanda ve ABD yapımı. Ruanda’nın resmî dilinde (Kinyarwanda) ve sadece 40 Bin Dolar tutarındaki bir bütçe ile on bir günde çekilen film bu dildeki ilk sinema filmi aynı zamanda. Tamamı amatör olan oyuncuları ile yüzleşme ve geleceği inşa edebilme umudunu sorgulayan film aynı zamanda da soykırımın karşıt taraflarındaki iki genç karakter üzerinden bir dostluk ve büyüme hikâyesi de anlatan dokunaklı ve alçak gönüllü bir yapıt. Çekimleri Ruanda’da gerçekleştirilen film insanlık tarihindeki en trajik olaylardan birinin neden olduğu korkunç bir travma ile yaşamanın ne demek olduğunu hissettiren, sakin dili ve belgesele yakın sahneleri ile dramatik aksiyonların peşinde olanları mutlu etmeyebilecek bir çalışma; ama taraf tutmamanın imkânsız olduğu bir durumda bile, insan(lığ)ı güzelliklerin ve sevginin kurtarabileceğini hatırlatan, dürüstlüğü ile insanı kendisine çeken bu yapıt kesinlikle ilgiyi hak ediyor.
Nisan – Temmuz 1994 arasında yaşanan ve toplam 1 Milyon’u aşkın insanın öldürüldüğü tahmin edilen bir soykırımdı Ruanda’da yaşananlar. Ölenlerin 800 Bin’ine yakınının Tutsi kabilesinden olduğu tahmin ediliyor bugün ve temel hedef de azınlıktaki Tutsiler olmuştu bu yaşanan katliamlarda. Hikâyenin ilerleyen bölümlerinde birinin Hutu (Sangwa adındaki bu genci Eric Ndorunkundiye oynuyor), diğerinin ise Tutsi (Munyurangabo’yu Jeff Rutagengwa canlandırmış) olduğunu öğreneceğimiz iki genç çıkacakları yolculuk öncesi içlerinden birinin ailesine uğrarlar ve hikâyenin final hariç hemen tamamı da bu ailenin evinde ve yaşadıkları bölgede geçer. Aileye söyledikleri iş aramak için büyük şehre gidecekleridir ama yolculuğun asıl amacı bir intikam planını gerçekleştirmektir. Açılış sahnesinde bir pazar yerinde kavga eden iki adamı görüyoruz ve onları izleyenlerden biri olan genç bir adam, filme adını veren Munyurangabo, gördüğü bir palayı alarak kaçar olay yerinden. İnsanların palalarla doğrandığı bir soykırımda yaşanan bir olayın intikamını almak için oldukça sembolik bir silahtır bu ve Munyurangabo birlikte çıkacakları yolculuk öncesinde arkadaşı Sangwa’nın ailesinin yanına uğramayı kabul eder. Burada geçirecekleri birkaç gün her ikisi için de belirleyici olacak ve korkunç bir toplumsal travmanın tek tek bireyler ve ülkenin geleceğini nasıl kökten etkileyebileceğinizi görmemizi sağlayacaktır.
Kesintisiz bir çekimde Munyurangabo’nun elindeki satırı önce kanlı sonra kansız hâli ile görüyoruz. Bu basit oyun ile genç adamın kanlı bir eylemi hayal ettiğini ya da geçmişte yaşanmış böyle bir eylemi hatırladığını anlıyoruz. İki genci birlikte gördüğümüz ilk sahnede yönetmen Lee Isaac Chung onları yavaşlatılmış bir çekimle gösterirken Ruanda için yazılmış bir şarkıyı dinliyoruz: Şarkının sözleri Ruanda’ya ve insanlarına duyulan sevgiyi anlatıyor ve korkunç bir travmanın izlerini süreceğimiz filme yumuşak bir giriş sağlıyor. Hikâyenin açılışı Yeşaya adındaki peygamberin yazdığına inanılan kitaptan bir alıntı ile yapılıyor: “Başına çifte bela geldi, kim avutabilir seni? / Yıkım ve kırım, kıtlık ve kılıç, kim teselli edebilir seni? / Oğulların bayılmış, ağa yakalanmış / Ceylanlar gibi her köşe başında yatıyorlar”. Finale doğru bir sahnede Munyurangabo, ailesinin yıkılmış evini ziyarete gittiğinde onun anlatımı ile tasvir edilen katliam günleri de Yeşaya’nın kitabında çizilen resim ile örtüşüyor: “… gördüğümüz bir sürü ölüm ve dehşetti. Cesetlerin tıkadığı nehirler görmüştüm. Öldürülmüş çocuklar, annelerinin ölü göğüslerini emen bebekler vardı. Toprak kanla kaplıydı… Her yerde çığlık ve ağlama sesleri vardı”. Sadece bir karakteri dolaşırken arada bir gördüğümüz ve onun anlatıcı sesini duyduğumuz bu sahne (Ravel’in “Gaspard de la Nuit” adlı piyano eseri kullanılmış bu bölümde) her türlü süsten arındırılmış hâli ile oldukça etkileyici; aynı zamanda sinemada bir monolog ile çekilmiş en güzel sahnelerden de biri.
Hedefine doğru giden Munyurangabo’nun karşılaştığı bir şairin (Uwayo b. Edouard kendisini oynuyor bu sahnede) tek çekimle karşımıza getirilen şiir okuma sahnesinin de benzer bir sade güce sahip olduğu filmde birkaç yavaş gösterim dışında teknik hiçbir oyuna girişmemiş yönetmen Chung; bu tercih bir yandan alçak gönüllü bir yapım olmasının da sonucu elbette ama filmin oyuncuların amatörlüğünün de sağladığı katkı ile oldukça güçlü olan belgeselci yanına çok uygun olmuş bu seçim. Filmin aile illişkilerini (babanın 3 yıldır evine gelmeyen oğluna sitem ettiği sahne örneğin) ve katliamdan geçen on yıldan uzun bir süre boyunca hâlâ devam eden ön yargı ve korkuları da aynı gerçekçilikle karşımıza getirdiğini ekleyebiliriz rahatlıkla.
Lee Isaac Chung’un kurguyu ve görüntü yönetmenliğini de üstlendiği çalışmada Sangwa’nın ailesinin yanında geçen birkaç gün onun “intikam yolculuğu”nu yeniden düşünmesini sağlarken, buradaki günlük hayat ve aktiviteleri film, ülkenin geleceği için odaklanılması gereken asıl alan olarak görüyor ve gösteriyor. Final ile dokunaklı bir kapanış yapan çalışma hikâyesini bir orta metrajlı film olarak da anlatabilirmiş aslında ama sağlanan otantik hava bunu bir problem olmaktan çıkarmış görünüyor. İki genç adamın aralarındaki ilişki üzerinden bir dostluk hikâyesi de anlatan yapıt, bu iki karakterin dönüşümleri üzerinden de doğru ve dürüst bir mesaj veriyor seyircisine. Yönetmen Chung ABD doğumlu bir sanatçı ve Afrika ile herhangi bir bağlantısı da yok ama bir sanat terapisti olan eşi ile birlikte soykırımdan etkilenenlerle ilgili gönüllü bir çalışma için 2006’da Ruanda’da bulunmuş ve orada bir kampta kurulan sınıfta sinema dersleri vermiş. Hikâyesini bir Batılının gözü ile dışarıdan bir bakışla değil, oldukça içeriden bir yaklaşımla anlatabilen film ile ilgili fikir de o sırada çıkmış. Munyurangabo’nun, gerçekliğinden emin olamayacağımız bir sahnede gösterilen kararı üzerinde arkadaşı ile olan dostluğu, onun ailesi ile geçirdikleri kısa süre ve okunan şiirin etkisini hissettiren filmde genç adamın adının Ruanda tarihindeki bir kahramandan gelmesi de önemli; çünkü Sangwa’nın bu kahramanın hikâyesini anlatan babasının sorduğu soru bizim de kendimize sormamızı gerektiren türden: “Senin savaşın nedir?”.