Bonjour Tristesse – Otto Preminger (1958)

“Çok çekici ve kibar biri. Onu uyarmak istiyorum ama beni anlamayacaktır. Onun hoşlandığı hiçbir şey ilgimi çekmez çünkü etrafımda bir duvar var. Unutamadığım anılarla örülmüş görünmez bir duvar…”

Zengin ve çapkın babası ile birlikte yaşayan genç bir kızın, babasının ilgi duyduğu güçlü bir kadının mutlu hayatını değiştireceğinden korkması ile gelişen olayların hikâyesi.

Fransız yazar Françoise Sagan’ın henüz on sekiz yaşındayken yazdığı ve büyük bir ilgi ile karşılanan aynı isimli romanından uyarlanan bir A.B.D.ve İngiltere ortak yapımı. Senaryosunu Arthur Laurents’in yazdığı filmi Otto Preminger yönetmiş ve başrollerde de hayli zengin bir kadro yer almış. Bir başyapıt olmasa da klasikler arasına girmeyi başaran film, oyuncuları ve Preminger’in zarif yönetmenliği ile 1950’lerin havasını etkileyici bir şekilde getiriyor önümüze ve görülmeyi hak ediyor. Genç kız ile babası arasındaki “aşırı bağlılık” ve hayatlarını keyif almak üzerine kurmuş bu ikilinin etraflarındakileri “kullanma” alışkanlıkları gibi ilginç yanları olan film -her ne kadar pek böyle bir hedefi olmasa da- zenginlerin hak ettiklerini düşündükleri şımarıklığı sergilemesi ile de önem taşıyor.

Sagan kendisini kelimenin tam anlamı ile bir günde üne kavuşturan romanının adını Fransız şair Paul Éluard’ın bir şiirinin açılış dizelerinden (“Hoşça kal hüzün / Günaydın hüzün”) almış ve hayatın tadını çıkarmaya kararlı bir baba kızın hikâyesini anlatmış. Aralarına giren bir kadını bağlılıklarına ve yaşam düzenlerine bir tehdit olarak gören genç kadının oynadığı oyunların neden olduğu trajik hikâyeyi geri dönüşle ve genç kadının ağzından anlatıyor film. Yönetmen Preminger hikâyenin “günümüzde” ve Paris’te geçen bölümünü siyah-beyaz görüntülerle anlatırken, Riviera’daki geçmiş için renkli görüntüleri tercih etmiş. Bunun da nedeni açık: Açılışta genç kadının hüzünlü bir sesle söylediği gibi, artık hayat hep bir duvarın arkasında ve hüzünle yaşanırken, trajik olaya kadar Riviera’daki günler renkli bir mutluluğun anılarını taşımış hep. Hikâye bugünle açılıyor ve genç kız şimdi içinde hep kalacak olan hüznün nedenini açıklıyor bize geriye dönerek. Senaryo bugün ile geçmiş arasında gidip gelirken, film seyircisini öncelikle kadrosu ile etkiliyor hikâye boyunca. Baba rolündeki David Niven ile tekrar hayatına giren ve ailenin düzenini “bozan” kadını oynayan Deborah Kerr klasik ve sağlam oyunculukları ile karakterlerinin hakkını veriyorlar. Niven’ın artık genç olmasa da playboy hayatından vazgeçemeyen adamı oynarken sergilediği nüanslı oyun ve Kerr’in güçlü karakterinin zayıflığa teslim olmasının trajedisini yansıtan performansı filmin en sağlam kozlarını oluşturuyor. Jean Seberg ise hem olumlu hem olumsuz eleştiriler almış sinemadaki bu ikinci tecrübesinde; genç ve duru güzelliğinden etkilenmemek mümkün değil oyuncunun ve bu özelliklerini karakterinin rahatlığı ve umursamazlığı ile etkileyici bir biçimde birleştirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Aksayan bir yönü varsa oyuncunun performansında, o da anlatıcı olarak sesini dinlediğimiz anlar; bu bölümlerde nedense önündeki satırları okuduğunu hissediyorsunuz oyuncunun ve her zaman zaten pek de etkileyici yazılmış görünmeyen (ya da en azından sinemada, romanda durduğu gibi durmayan) bu satırlar bir parça yapay kalmışlar.

Filmin kadro açısından zenginliği bu üç yıldız ile sınırlı değil: Adamın son sevgilisi Fransız kadını oynayan Mylène Demongeot (seksî karakterini keyfili bir biçimde canlandırıyor ve takdiri hak ediyor performansı ile), bir kulüpte şarkıcı olarak karşımıza çıkan ve film ile aynı adı taşıyan hüzünlü şarkıyı söyleyen Juliette Gréco, genç kıza aşık olan hukuk öğrencisini canlandıran Geoffrey Horne, onun annesini oynayan ve kariyeri sessiz sinema döneminde başlayan Martita Hunt ve zengin Latin Amerikalı rolündeki Walter Chiari de yer alıyorlar filmde ve Hollywood’un görkemli döneminin ihtişamına yakışan performanslar sergiliyorlar.

Preminger’in favorilerinden biri olan bu filmi özellikle Fransa’da hayli beğenilirken, Amerikalı eleştirmenler filmi “yeterince Fransız” bulmamışlar. Bu çelişki Preminger’i eğlendirmiş ama açıkçası filmin bir probleminin de açıklayıcısı bu. Hikâye temaları ile epey Fransız ve bu da doğal çünkü bir Fransız yazarın romanından uyarlanmış. Ne var ki Preminger filmini anlatırken Hollywood’dan yeterince uzaklaşamamış görünüyor ve böyle olunca da film yarı Amerikan yarı Fransız bir havaya bürünmüş. Filmi seyrederken sık sık yeterince ileriye gitmediğini hissediyorsunuz hikâyenin ve bir anlamda Amerikanlılığın Fransızlığa engel olduğunu hissediyorsunuz. Yine de hikâyenin bazı “cüretkâr” yanları varlıklarını korumuşlar; bekâret konusu, baba ve kızının yaşadığı hayatın açık bir eleştiri konusu yapılmaması ve Avrupa’ya özgü bir “özgürlük” havasının hikâyede varlığını hep hissettirmesi gibi unsurlar filmi farklı bir konuma koymaya yetiyorlar çoğunlukla. Baba ile kızı arasındaki ilişki için bir eleştirmen “duygusal ensest” ifadesini kullanmış ki açıkçası çok doğru bir tanımlama bu. Seksi bir kenara bırakırsanız, iki birey arasında olabilecek her türlü unsuru barındıran bir ilişkileri var ikilinin ve aralarına birilerinin girmesi de pek mümkün görünmüyor. Hikâyenin finali de bunu doğrularken, hayatlarına giren ve onları hep peşlerinden takip edecek olan trajedi ile ilgili suçluluk duygusunun bile yaşam tarzlarını değiştirmeye yetmeyeceğini anlıyoruz. Sonuçta zengin ve bir kadından diğerine geçen çapkın bir baba ve bir sahnede ayna karşısında kendisine söylediği gibi “şımarık ve tembel” (ve ayrıca bencil) kızının oluşturduğu bir ikili bu ve işte bu hikâyede olduğu gibi birinin kıskançlığı ve korkuları, diğerinin uslanmaz çapkınlığı başkalarını felakete sürüklese de “hayat devam ediyor” onlar için.

Saul Bass’ın tasarladığı basit ama elbette Bass’a yakışan animasyonlar ile parlak bir açılış jeneriğine sahip olan film, zenginliğin mümkün kıldığı şımarık ve bencil hayatları korumak için başkalarınının umursanmamasını bu temanın hak ettiği derinlikle anlatmıyor ki kaynak romanın da tercihi bu yönde değil zaten. Ayrıca, hikâye genel olarak gereğinden fazla bir hafiflik içeriyor ve karakterlerinin üzerinde yeterince durmamızı pek de istemiyor gibi film. Bu hafiflik ile zaman zaman çelişir gibi olsa da Georges Auric’in müziği ve Georges Périnal’ın filme kesinlikle şık bir estetik kazandıran görüntülerinin güzelliğinin katkı sağladığı filmde Deborah Kerr’in acı gerçeği keşfettiği bir sahne var ki Kerr ve Seberg’in oyunları ve mizanseni ile tam bir klasik ve filmi tek başına bile görmeyi gerekli kılabilir. Evet, örneğin bir Douglas Sirk melodramı kadar çarpıcı ve içeriden anlatılmış olmasa da, bir “kadın filmi” olarak da görülmeyi hak eden bir çalışma bu ve klasik sinemanın da tadını taşıyor kesinlikle.

(“Merhaba Hüzün”)

Everything You Always Wanted to Know About Sex * But Were Afraid to Ask – Woody Allen (1972)

“Son kitabımı okudunuz mu? Adı: Geliştirilmiş Cinsel Pozisyonlar ve Bunları Gülmeden Başarmanın Yolları”

Woody Allen’ın gözünden, seks hakkında hep merak edilen ama sormaya utanılan yedi sorunun hikâyesi.

A.B.D.li David Reuben’in ilk basımı 1969 yılında yapılan ve yetişkinler için bir el kitabı olarak hazırlanan aynı isimli kitabından uyarlanan bir film. 100 Milyon adetten fazla satılan kitabı bildiğimiz anlamda uyarlamaktan çok parodisini yapmayı tercih etmiş Woody Allen ve ortaya zaman zaman kabalığın sınırlarında dolaşan ve kimi anlarında da bu sınırı geçen, ama eğlendirmeyi ve güldürmeyi de başaran bir film çıkmış. Yedi ayrı hikâyeden oluşan ve bu hikâyelerden her birinde seks ile ilgili cevabı merak edilen yedi ayrı sorunun kendince cevabını veren Allen’ın filmi tabuların üzerine gitmekten çekinmeyen içeriği, zengin oyuncu kadrosu, Allen’ın kendine özgü mizahını ve karakterini yansıttığı senaryosu ve elbette adı ile yarattığı merak duygusu sayesinde görülmeyi hak eden bir çalışma.

Allen, David Reuben’in kitabını uyarlamaktan çok, bir çıkış noktası olarak ele almış; bunun için de hemen sadece kitabın adını ve içindeki soruların başlıklarını almakla yetinmiş. Reuben’in hiç sevmediğini söylediği ve “her bir bölüm, kitaptakinin tam tersi olacak biçimde, bir cinsel başarısızlığı anlatmış” cümlesi ile eleştirdiği filmin, Allen’ın Reuben’den “intikam”ı olduğu da söyleniyor. Reuben kitabının tanıtımı için katıldığı bir televizyon programında ünlü sunucu Johnny Carson’ın “seks pis bir şey midir” sorusunu cevaplarken Allen’ın “Take the Money and Run” filmindeki bir espriyi (“Evet, seks pis bir şeydir, eğer doğru yapıyorsanız”) Allen’ın adını hiç anmadan kullanınca, karşılık olarak da Allen’ın bu filmi çektiği söyleniyor. Sekiz bölüm olarak çekilse de bunlardan biri için içine sinen bir son oluşturamayınca, Allen filmini yedi bölüm olarak çıkarmış vizyona. Bu bölümler sırası ile şu isimleri taşıyorlar: 1) Afrodizyaklar işe yarar mı? 2) Sodomi Nedir? 3) Neden Bazı Kadınlar Orgazm Olmakta Zorlanırlar? 4) Travestiler Eşcinsel midir? 5) Cinsel Sapkınlıklar Nelerdir? 6) Cinsellik Konusunda Araştırma Yürüten Klinik ve Doktorların Bulguları Kesinlikle Doğru mudur? 7) Boşalma Sırasında Neler Oluyor?

Senaryo ve yönetmenliğin yanısıra filmin dört bölümünde (1, 3, 6 ve 7 numaralı bölümler) oyuncu olarak da yer alan Woody Allen’ın filmdeki dikkate değer başarılarından biri biçimsel açıdan giriştiği deneme ve bundan çoğunlukla yüz akı ile çıkması. Her bir bölümü farklı müzik tercihlerinin de desteği ile farklı bir türün özellikler ile oluşturmuş Allen. Örneğin ilk bölüm bir Ortaçağ “erotik” masalı havası taşırken, Pasolini’nin İtalyan yazar Boccaccio’nun romanı “Il Decameron”dan uyarladığı aynı isimli filmindeki hikâyeleri hatırlatıyor bize; bir başka ifade ile söylersek bir Pasolini havası var bu bölümde. Üçüncü bölüm ise yine İtalyan sinemasına, ama bu kez Antonioni’nin hikâyelerine göz kırpıyor ve onun mizanseninden çağrışımlar içeren yönetmenlik çalışması ile destekliyor bu havayı Allen. Altıncı bölümde ise bir korku filmi atmosferi içinde başroldeki John Carradine’ın (ve elbette Vincent Price’ın) filmografisindeki filmlere epey bir yakınlığa sahip olan ve baş karakterlerinden birinin de Carradine’ın (vePrice’ın) can verdiği tipik karakterlerden esinlendiği bir hikâyeyi seyrediyoruz. Son bölümde ise bilim kurgu türünde geziniyor hikâye ve karakterlerin “doğaları” gereği taşıdığı beyazlıkları ile Kubrick’in “2001: A Space Odyssey – 2001: Uzay Yolu Macerası”na göndermede bulunuyor Allen.

Açılış ve kapanış jeneriğini tavşan görüntülerine eşlik eden Cole Porter şarkısı “Let’s Misbehave” ile yapan filmde hikâyelerin arasına serpiştirilmiş Allen esprileri dikkat çekiyor. Örneğin ilk bölümde Allen’ın oynadığı soytarı, her ne kadar çok uğraşsa da bir türlü güldürmeyi başaramıyor saray halkını ama “Kralın formda kalmak için yaptığı egzersizi biliyorsunuzdur: Köylüyü vergilendirmek” gibi bizi güldüren sözler sarf edip duruyor. Bu bölümün hikâye olarak Hamlet’ten de ilham aldığını söyleyelim bu arada. Soytarının trajik sonu ile biten hikâye bu karakterin kraliçeyi baştan çıkarmak için afrodizyaklara başvurmasından (ve bölümün adında sorulan soruya da “evet, afrodizyaklar işe yarar” cevabını bulmasından) sonra yaşananları anlatırken bize. zaman zaman kabalaşıyor ama çok da rahatsız etmeden yapıyor bunu. Kaldı ki filmdeki kimi diğer bölümler ile kıyaslandığında, bu bölüm en edepli olanlarından biri sıfatını alabilir rahatlıkla.

İkinci bölümde, koyununa aşık olan ama bir süredir aynı ilgiyi görmediği için onunla birlikte Amerika’ya doktora gelen ve yardım isteyen Ermeni bir çobanın ve doktorun hikâyesini seyrediyoruz. Bu bölüm özellikle doktoru oynayan Gene Wilder’ın müthiş oyunculuğu ile parlarken, rahatsız edici olabilecek bir hikâyeyi eğlendirerek anlatmayı başarıyor. Wilder’ın özellikle çobanın problemini ilk duyduğu andaki sessiz tepkisi çok iyi ve hikâye boyunca gayet ciddi bir görünüm sergileyen Wilder kesinlikle bu bölümü tek başına bile ilginç kılıyor. Hikâyedeki skandala doktorun da karışması ve finaldeki yün şampuanlı espri gibi öğeleri ile Allen bu bölümde hayli eğlenceli anlar yaratıyor diyebiliriz rahatlıkla.

Üçüncü bölümde karakterlerini İtalyanca konuşturuyor Allen ve kadının bir türlü orgazm olamaması sorununu çözmeye çalışan bir çifti anlatıyor bize. Buradaki mizansen anlayışı Michelangelo Antonioni’nin “bunalımlı çağdaş bireyler”in hikâyelerini anlattığı filmleri ile sıkı bir benzerlik taşırken, hikâye kamuya açık yerlerde seks (kilise de dahil buna) teması üzerinden ilerliyor ve kimi anlarında bir başka İtalyan sinemacı olan Fellini’ye göndermeler de içeriyor (erkeğin danıştığı rahip ile olan sahnelerinde olduğu gibi). Dördüncü bölüm gizli gizli kadın kıyafetleri giymekten hoşlanan bir adamın bir talihsizlik sonucu yakalanmasını trajikomik bir hikâye ile anlatıyor bize ve özellikle bu adamı oynayan Lou Jacobi’nin kadın kıyafetleri içine girdiği andaki dizginleyemediği coşkusu ile epey güldürüyor seyirciyi. Beşinci bölümde Amerikan televizyonlarındaki yarışmaların formatları ile eğleniyor Allen ve “sapkınlığı tahmin etme” oyunu üzerinden epey dalgasını geçiyor televizyonla ve toplum ile.

Altıncı bölüm bir korku filmi havasında ve o filmlerin estetiğini kullanarak (sis, gizemli bir havası olan büyük ev ve tipik bir çılgın bilim adamı karakterini de (John Carradine oynuyor bu rolde) ihmal etmeden) finalde dev bir kadın memesine karşı verilen mücadeleyi anlatıyor ve kaba ama eğlendirici olmayı başarıyor. Dev memenin ortalığı yıkıp geçmesi ve sonuçta dev bir sütyen sayesinde tuzağa düşürülerek yakalanmasını anlatan final, hikâyenin kabalığı ve komikliği için yeterli bir gösterge olsa gerek. Son bölüm ise seks ve boşalma sırasında bir erkeğin vücudundaki hemen tüm organların çabasını ve “mutlu bir son” için gösterdikleri olağanüstü mücadeleyi anlatırken hem görsel hem sözel olarak kırıp geçiriyor ortalığı. “Tedirgin sperm”, “siyah sperm” gibi karakterler ve kimi sözlü müstehcen esprileri ile bu bölüm filme sıkı ve keyifli bir kapanış sağlıyor.

Allen’ın filmi kimi tabu konulara serbest bir stil ve dalgacı bir tavırla el atarken, Reuben’in aksine soruları cevaplamanın ve toplumu aydınlatmanın peşine düşmüyor; filmin tek derdi, toplumun cinsel merakları ve bu konulardaki baskılar ile dalga geçmek ve bu arada da eğlendirmek seyredeni. Bunu da başarıyor ve açıkçası görülmeyi de kesinlikle hak ediyor. Yukarıda adı anılanların yanısıra, Burt Reynolds, Tony Randall, Anthony Quayle, Louise Lasser ve Lynn Redgrave gibi oyuncuların varlığını da ek bir zenginliği olarak analım filmin.

(“Seks Hakkında Sormak İstediğiniz Her Şey”)

Goldfinger – Guy Hamilton (1964)

“Bu, altın, Bay Bond. Hayatım boyunca rengine, parlaklığına, ilahî ağırlığına hayran oldum”

A.B.D.’deki altın rezervlerini işe yaramaz hale getirerek kendi elindeki altının değerini artırmayı planlayan, altına düşkün, çok zengin ve güçlü bir iş adamı ile mücadele eden ajan James Bond’un hikâyesi.

Ian Fleming’in aynı adlı romanından Richard Maibaum ve Paul Dehn tarafından uyarlanan, toplam dört Bond filmi çeken Guy Hamilton’ın ilk kez bu ajanın hikâyesini yönettiği çalışma. Sağlam hikâyesi ve teknolojinin altında ezilmeyen Bond’un varlığı ile serinin en iyilerinden biri olan çalışma bir Bond filminden beklenen tüm keyfi sağlayabilmesi ile görülmesi gereken bir sinema eseri. Monty Norman’ın ölümsüz tema müziği ve John Barry’in parlak müzik çalışması, Ted Moore’un başarılı görüntüleri, Robert Brownjohn’un yarı çıplak bir kadın bedenine yansıttığı ve filmden alınmış sahnelerle oluşturduğu altın sarısı açılış jeneriği ve elbette Sean Connery’in varlığı ile bir sinema klasiği bu.

Klasik açılış ile başlıyor film. Maurice Binder’ın tasarladığı bu sekans sinema tarihin en bilinen anlarından biri: Seyirciyi bir suikastçinin gözünden ve bir silahın namlusunun içinden, yürümekte olan Bond’a baktıran bu sekansta, Bond bize (kameraya, seyirciye) doğru döner ve ateş eder. Sonuç ekranın üst kısmından aşağıya doğru inen kan görüntüsüdür. Bu görüntüye de Monty Norman’ın ilk Bond filmi “Dr. No – Doktor No” için yazdığı muhteşem ezgi eşlik eder. Bu sekansın ardından esprili bir girişi olan bir keyifli aksiyon sahnesi sunuyor bize film ve ajanımızın en dar vaktinde bile kadınları “ihmal etmeyen” karakterini sergiliyor, sonraki Bond filmlerinde de daima göreceğimiz gibi. Daha sonra Robert Brownjohn’un tasarladığı parlak jenerik ile devam ediyor film ve Bond fimlerinin jeneriklerinin hikâyenin renklerine sahip olması geleneğini benimseyen bu çalışma altın sarısı renkleri ile keyif katıyor filme. Kuşkusuz, bu jeneriğe eşlik eden ve Shirley Bassey’nin seslendirdiği (ve film ile aynı adı taşıyan) şarkıyı da atlamamak gerek. Billboard dergisinin listesine göre A.B.D.’de ilk 10’a giren ilk Bond şarkısı olan çalışma tipik bir Bond şarkısı olarak açılış jeneriğini daha da keyifli hale getiriyor.

Ian Fleming’in romanı sinemaya aktarılırken kimi değişiklikler yapılmış ama senaryo genel olarak romana sadık kalmış ve belki de filmin tüm seri içinde hikâyesi en sağlam olanlar arasında yer almasına katkı sağlamış bu tercih. Elbette gerektiği kadar aksiyon sahneleri var filmin ve beklendiği gibi iyi çeklimiş ve heyecan verici sahneler bunlar; ama tüm bu hızlı sahneler filmin hikâyesinin önüne geçmiyor ve hikâyenin gerçekçiliğine zarar vermeden onu destekliyor çoğunlukla. Filmin kötü adamı ve onun şeytanî planı da benzer şekilde doğal kabul edilebilecek bir kötülüğün sembolü olarak görünüyorlar. İtalyan sinemacı Federico Fellini’nin filmin Roma’daki galasında söylediği “Sinemanın ileri gitmesini sağlayan filmlerden biri bu” cümlesi de muhtemelen filmin hikâyeyi ihmal etmeyen aksiyonunun keyif vericiliğinin bir sonucu. Bond’un zekâsını ve bilgisini de konuşturmasına imkân veren senaryonun (kötü adam ile golf oynarken yaptığı oyun, tadar tatmaz adını ve yılını bilecek kadar şaraptan anlaması vs.) onu bir süper aksiyon kahramanı olmaktan çok, zeki, becerikli ve güçlü bir insan olarak sergilemesi filmi zenginleştirmiş diyebiliriz, sonuç olarak.

Bond kadınının doğrudan erotik bir çağrışımı olan “Pussy Galore” ismini romandaki gibi koruması (buna karşılık bu karakterin romandaki açık lezbiyenliğini pek kapalı olmayan bir şekilde de olsa ima etmekle yetiniyor film anlaşılır bir şekilde) ile dikkat çeken filmde kimi esprili anlar ve karakterler de var. Örneğin, ünlü sinemacı Alfred Hitchcock’un çok beğendiği, yaşlı bir kadının bir aksiyon karakterine dönüştüğü sahne hayli eğlenceli ve filmin tıpkı erotizm gibi mizah alanını da (örneğin Bond’u banyodayken gözetlemeye çalışan kadın) ihmal etmediğini gösteriyor bize. Yakalanıp bir masaya bağlanan Bond’u lazer silahı ile yok etmeye karar veren kötü adamın silahından çıkan ışının Bond’un bacakları arasından “malum” yere doğru ilerlemesi de bu bağlamda görülmeli. Evet, Bond yine tanıştığı her kadını (dost ya da düşman) bir şekilde yatağa atmayı başarıyor ve film onun başına gelenlerin bir kısmının bunun doğurduğu tedbirsizliğin sonucu olduğunu gösteriyor bize.

Bond filmlerindeki en “güzel” cesetlerden ve ölüm şekillerinden birini karşımıza getiren filmin çekimleri A.B.D., İngiltere ve İsviçre’de gerçekleştirilirken hikâye adı belirtilmeyen bir Latin Amerika ülkesine de uğruyor aslında. Bond bu gezilerini yaparken film de bize heyecanlı ve eğlenceli pek çok sahne ve hikâye sunuyor: Kötü adam ve filme adını veren Goldfinger’ın müthiş planını anlattığı sahnedeki şovu, bir arabanın hurdalıkta yamyassı edilmesi ve elbette Goldfinger’ın dünyayı ele geçirmesini sağlayacak planının kendisi bunların sadece birkaçı. Sean Connery’nin ve baş kötü adam rolündeki Alman oyuncu Gert Fröbe’nin sağlam oyunlar verdikleri, Goldfinger’ın baş yardımcısı rolündeki Harold Sakata’nın karakterinin ve sahip olduğu silahın (bir melon şapka bu) ilginçliğinin de katkısı ile eğlendirdiği ve Pusy Galore rolündeki Honor Blackman’ın karakterinin isminin de katkısı ile kalıcı Bond kadınları arasına girmeyi başardığı film izlenmesi gereken örneklerinden biri serinin; sadece ne olursa olsun bir Bond filmi olduğu için değil, sağlam bir aksiyon da olduğu için aynı zamanda.

(“Altınparmak”)

Le Ciel Attendra – Marie-Castille Mention-Schaar (2016)

“Biz ölümü, senin hayatı sevdiğinden daha çok seviyoruz”

İki Fransız genç kızın radikalleşerek IŞİD’e katılmalarının hikâyesi.

Marie-Castille Mention-Schaar’ın yönettiği, senaryosunu Mention-Schaar ve Emilie Frèche’in yazdığı bir Fransız yapımı. Günümüzün en büyük sorunlarından biri olan terörizmin ve bunun da en güncel ve tehlikeli türlerinden biri olan fanatik dinci terörizminin bir Batı toplumunda kendisine nasıl insan kaynağı bulabildiğini anlatan hikâyesi ile ilgi çekmeye aday bir film bu. Farklı kökenlerden iki genç kızın IŞİD’e katılmalarının hikâyesini anlatan film gençlerin nasıl şok edici bir kolaylıkla bu örgütün cazibesine kapılabildiğini sade bir dille anlatırken, tercih ettiği üslup nedeni ile zaman zaman öğretici/ders verici bir havaya da bürünebiliyor. Örgüte katılan gençler için kurulan bir tartışma grubunun yöneticisi rolündeki ve filmde kendi adı ile rol alan Dounia Bouzar’ın gerçek hayatta da bu işi yapıyor olması ve hikâyenin “cihatçı kadınlar”ın gerçek hayat hikâyelerinden esinlenmesi, Mention-Schaar’ın filmi için seçtiği gerçekçilik havasına uygun tercihler olarak görünüyor. “Gerçek müslümanlar”ı incitmemeye özen gösteren hikâyesi yine de bazıları için -abartılı bir yorumla- islamofobik görünebilir ama hikâyenin bundan, hatta zaman zaman fazlası ile, uzak durduğu söylenebilir rahatlıkla. Sinema gücü açısından değil belki ama anlattığı hikâyenin önemi ve dürüst yaklaşımı ile ilgiyi hak eden bir çalışma bu.

Hikâyenin belki en önemli yanı IŞİD’in cihatçı toplama kaynaklarını ve bu konuda nasıl ustaca çalıştığını seyirciyi ürkütecek biçimde göstermesi. Duyarlı bir genç kızın nasıl kolaylıkla kendi arzusu ile potansiyel bir intihar bombacısına dönüşebileceğini izlemek rahatsız edici ve açıkçası filmin bu konuda abarttığını bile düşünebilirsiniz ama yüzlerce, belki de binlerce Batılı gencin (üstelik kiminin etnik veya dini kökeni örgütle en ufak bir ilişki bile taşımazken) örgüte gönüllü katıldığını düşününce çaresizce seyrediyorsunuz filmin anlattığı iki genç kızın hikâyesini. Özellikle facebook üzerinden başlayan bir arkadaşlıkla ilerleyen süreç karşı karşıya kalınan tehdidin büyüklüğünü açık bir şekilde gösteriyor bize. Batı toplumlarındaki adaletsizliği, eşitsizliği vs. ustaca kullanarak özellikle de duyarlı ve bir şeyler yapma arzusu içindeki gençleri çekiyor kendisine örgüt; en azından filmin savlarından biri bu. Ne var ki tam da bu noktada hikâyenin sorgulanması gereken bir yanı ortaya çıkıyor: IŞİD’in hazırladığı videolarda sergilediği bu eşitsizlik, sömürü ve yozlaşma resimleri doğru (örgütün buna karşı önerdiği çözümden söz etmiyorum) kesinlikle ama film Batı’nın bu sorununu sadece IŞİD’in propaganda videoları içinde ve kimi epey saçma komplo teorilerinin parçası olarak gösteriyor sadece. Böyle olunca da film toplumdaki ekonomik ve sosyal düzenden kaynaklanan eşitsizliğe kendisi bir tek eleştiri getirmez ve bunun aslında bir sistem (örneğin kapitalizm) sorunu olduğunu görmez oluyor. Oysa sorunun temelinde bu da yok mu aslında ve işte örneğin o tartışma gruplarındaki ailelerin içinde bulundukları düzeni sorgulaması da gerekmez mi? Her türlü fanatizmin altında şu ya da bu şekilde bir tatmin edilmemişlik duygusu, bir isyan ve bir korkunun yattığını düşünürsek hikâyenin bu açıdan yetersiz olduğu açık.

Senaryo iki genç kızın ve ailelerinin hikâyesini paralel şekilde anlatıyor bize ve bunu yaparken kimi etkileyici anlar da yakalıyor film. Örneğin kızlardan birinin okulda dersinin uzaması yüzünden namaz saatini kaçırmanın telaşı ile korkunç bir panik içinde evine koştuğu sahne çok çarpıcı (bu sahne ve daha da fazlası ile, kızın çarşafa girdikten sonraki kimi görüntülerinde tercih edilen kamera kullanımı bir islamofobiye göz kırpıyor gibi görünebilir belki ama Dounia Bouzar’ın olduğu tüm sahnelerde film “gerçek islâm” için dersler vermeyi ihmal etmeyerek bu durumu dengeliyor). Kızlar kadar annelerinin de hikâyesi olan ve ebeveynlerin çocuklarının değişiminin farkında olmamalarından da kaynaklanan çaresizliklerini ve suçluluk duygularını da yansıtmaya da özen gösteren filmin iyi kurgulandığını da söyleyelim. Abartılı duygusallıklara başvurmadan derdini anlatan filmin özellikle tartışma grubunun olduğu sahnelerde biraz didaktik göründüğünü de kabul etmek gerekiyor. Bir de şu var: Bu ders veren/anlatan tavırla hikâyenin ürküten dramatik gelişmelerinin arasında kalıyorsunuz sık sık. Bir yandan belgeselci bir tavırla, diğer yandan zaman zaman kurgunun da desteklediği bir dramatik hava ile ilerlemek doğal olarak bir çelişki yaratıyor.

Hikâyenin bir parça basitleştirmeye gittiği açık ve yönetmenin anlaşılan kendisini çekmekten alıkoyamadığı -ve muhtemelen kendisinin de bir kadın olarak çarşafa girmenin korkunçluğunu düşünmesinin izlerini taşıyan- kimi ürkütücü dinsel sahnelerdeki kamera açıları da bu basitleştirmeyi destekliyor. Sinema dili bir televizyon dizisinden de öteye gitmiyor yönetmenin ve özel bir üslup içermiyor. Yine de hikâyesinin önemi nedeni ile bile ilgiyi hak eden bir film bu ve başta iki genç oyuncusu Noémie Merlant ve Naomi Amarger ile anne rollerindeki tecrübeli oyuncular Sandrine Bonnaire ve Clotilde Courau’nunkiler olmak üzere iyi oyunculuklar da filmin keyfini arttırıyor. Kapanış sahnesinde, hareket halindeki bir arabanın camından başını dışarı çıkarıp saçını özgürlüğün rüzgârına bırakan kızın gerçek hayattaki hikâyesinin böyle bir mutlu sonla bitmediğini bilmeseniz bile karşı karşıya kalınan tehlikenin büyüklüğünü hissettirecek bir film bu.

Bizde de gösterilen ve sonradan sinemaya da uyarlanan “Charlie’s Angels – Charlie’nin Melekleri” adlı dizinin 1978 tarihli “Pom Pom Angels” adlı bölümünde bir Los Angeles takımının ponpon kızlarının peşpeşe kaybolmalarının sırrını çözmeye çalışır meleklerimiz ve ortaya çıkar ki kızların takım tarafından “ahlâksız” bir şekilde kullanıldığını söyleyen bir dinî tarikat lideri onları kaçırmakta ve hipnoz yolu ile kendisine bağlamaktadır. Bir psikolog, tarikatın elinden kurtarılan kızları terapi yolu ile tek tek tedavi etmeye çalıştırken, melekler bu işin kalıcı çözümünün tarikatı lideri ile birlikte ortadan kaldırmak olduğuna inanarak kendi yollarından ilerlerler. Ne kadar benzer bir hikâye değil mi? Güncel sorunun çözümü ise bu kadar kolay elde edilebilir görünmüyor ve “uygar” dünyanın doğmasına kendisinin de katkıda bulunduğu IŞİD’i ortadoğudan silahla yok etme yok olunda ilerlerken kendi toprakları üzerinde artan eylemleri ile nasıl baş edeceğinin ikna edici bir cevabı yok henüz. Yok çünkü sistemini ve düzenini sorgulamıyor bu uygar dünya…

(“Heaven Will Wait” – “Cennet Beklesin”)