Take Shelter – Jeff Nichols (2011)

“Bunu açıklamak zor; sadece bir rüya değil, bir his bu. Bir şey geliyor olabilir, kötü bir şey. Açıklayamıyorum ama bana inanmanı istiyorum”

Gördüğü kâbuslar nedeni ile ailesini yaklaşan bir tehlikeden koruma telaşına kapılan bir adamın hikâyesi.

Jeff Nichols’ın yazıp yönettiği bir ABD yapımı. Başta finali olmak üzere farklı okumalara açık hikâyesi, özenli anlatımı ve iki başrol oyuncusunun sağlam oyunları ile ilgiyi hak eden bir çalışma olan film, özel efektleri çok az kullanıyor ve bunun da sağladığı doğal havası ile gerilimini ve gizemini gerçek kılmayı başarıyor çoğunlukla. Aile geçmişi nedeni ile akıl sağlığından endişesi olan adamın gördüklerinin gerçekliği konusunda hissettiklerini seyirciye geçirmesi başarması ile de dikkat çekilen filmin etkileyici olsa da finali bir parça tartışmalı ve süresi bir parça daha kısa tutulup hikâyenin alçak gönüllülüğüne uygun bir hale getirilebilirmiş gibi de görünüyor.

Hikâyenin dayandığı temel temayı sahip olunan bir değeri/varlığı yaklaşan bir tehlikeye karşı korumak olarak özetlemek mümkün; buradaki değer/varlık aile, tehlike ise korkunç bir yıkıma neden olabilecek bir fırtına. Hikâyenin başında iş arkadaşının “İyi bir hayatın var, bir adama yapabileceğin en iyi iltifat bu galiba: Onun hayatına bakmak ve iyi demek. O adamın doğru şeyler yaptığını gösterir bu” diyerek hayatını takdir ettiği kahramanımızın işte bu sahip olduğu “şey”i koruma kaygısı ile yaptıklarını seyrediyoruz film boyunca. Kendisinden başka kimsenin görmediği şeyleri görmeye, hissetmediklerini hissetmeye başlayan adamın, annesinin o henüz on yaşındayken akıl hastası olması ve evi terk ettikten sonra bir bakım evine yatırılması gibi bir travması var geçmişte ve kendi kendisine verdiği bir söz de sürekli aklında: Asla ailesini terk etmeyecek. Öte yandan küçük kızının sağır olması da hayatındaki bir diğer sıkıntı. Görmeye başladığı kâbusların adamın hayatını esir aldıktan sonra ona “normal” olmayan şeyler yaptırmaya başlamasının, üzerine özenle titrediği ailesini yıkıma götürecek gibi görünmesi, adamın akıl sağlığı konusundaki “belirsizlik” -özellikle de finali düşünürseniz- ile birlikte hikâyenin gerilimini başarı ile oluşturuyor. Yönetmen Nichols’ın kendisine ait senaryoyu ustalıkla anlattığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Adamı canlandıran Michael Shannon’ın karakterinin korkularını akıllıca yansıtan oyunculuğu da bu başarılı anlatımı destekliyor ve filmi ilgi ile izlemenizi sağlıyor hikâye boyunca.

David Wingo’nun müziği ve Adam Stone’un görüntüleri hikâye için olması gereken türden: Her ikisi de hikâyenin gerilimini ve tedirgin edici atmosferini beslerken, kendilerini gereğinden çok öne çıkarmıyorlar ve asıl olanın hikâyenin kendisi olduğunu hiç unutturmuyorlar bize. Nichols’ın gerilimini yapaylık hissi uyandırmadan adım adım kurabilmesinden destek alan filmin anlattığını bir üst boyuta taşıyıp, günümüz toplumunda bireylerin sahip olduklarını (akıl sağlığı, aile, refah durumu, iş vs.) korumak için ne kadar güçlü bir mücadele vermeleri gerektiğinin bir sembolü olarak okumak mümkün ve adamın “sıradan” bir birey olması bu kayıpların herkesin her an başına gelebileceğinin sembolü gibi görülebilir bu okumayı destekleyecek şekilde. Yıkımı getirecek olan herhangi bir şey olabilir: İklim değişikliği, terörizm, ekonomik kriz vs. Hikâye sıradan bir bireyin bu gibi tehditler karşısındaki yalnızlığını ve çaresizliğini anlatıyor diye düşünmek mümkün olduğu gibi tüm bunları bir kenara koyarak filmi sadece bir gerilim filmi olarak izlemek de mümkün elbette. Nichols’ın filmin aynı zamanda senaristi olarak bu okumalardan daha büyük olanını tercih ettiği açık ve bunu en çok destekleyen de hikâyenin finali. Açıkçası o zamana kadar özenle kurulan yapıya ve inşa edilen gerilime bu finalin ne kadar hizmet ettiği hayli tartışmalı: Belirsizlik veya şaşırtmaca burada filmin amaçladığı gibi bir darbe etkisi yapmıyor ve doğallık ile sadeliği benimsemiş görünen hikâyenin bu tercihinin uzağına düşüyor biraz.

Hikâyenin bir parça kısaltılmasının daha doğru bir tempoya ulaşılması açısından gerekli göründüğü filmde Michael Shannon’ın, gördüklerinin gerçekliğinden şüphelenen ama bir yandan da bunların gerçek olma ihtimaline karşı tedbirler alan adamı çok çarpıcı bir şekilde oynadığını söylemek gerek. Onun başarılı performansı ve doğal ama sert oyunu olmasa “patlayan öfke” sahnesi örneğin hayli zorlama görünebilirdi. Oyuncunun başarısının bir başka göstergesi de karakteri için seyirci üzerinde bırakmayı başardığı etki: Kendisine sempati duyuyorsunuz ama bir yandan da tedrigin ediyor sizi yaptıkları. Bu ikili duyguyu doğallıktan uzaklaşmadan yaratmak elbette ciddi bir başarı ve eşi rolündeki Jessica Chastain’in de sağlam desteği ile parlıyor oyuncu. Hemen her karesi özenle oluşturulmuş görünen, az sayıdaki özel efektleri başarılı (özellikle yağmur sahneleri çok dikkat çekici) ve geniş açılı çekimleri ile bireyin “küçüklüğünü” görselleştirmeyi beceren film görülmeyi hak ediyor. Yaklaşan tehlike ne olursa olsun, tetikte olma hissini uyandıran ve bu hissi hep diri tutan bir film bu.

(“Sığınak”)

Blanka – Kohki Hasei (2015)

“Hırsızlık yapalım; sonra kazandığımız parayla bir anne alırız, hep yanımızda durur”

Manila sokaklarında gerçekleştirdiği küçük hırsızlıklarla geçinen evsiz küçük bir kızın kör bir müzisyenle tanışması ile değişen hayatının hikâyesi.

Japon sinemacı Kohki Hasei’nin yazıp yönettiği ve Filipinler, Japonya ve İtalya ortak yapımı olarak çekilen bir film. Küçük kızı youtube üzerindeki şarkı cover’ları ile ünlü olan Filipinli Cydel Gabutero’nun canlandırdığı filmde, çocuğu kötü emellerine alet etmeye çalışan kadını oynayan Ruby Ruiz dışındaki tüm baş oyuncular da ilk kez bir sinema filminde rol almışlar tıpkı Gabutero gibi. Zor koşullarda ayakta kalmaya çalışan bir küçük kızın bu hikâyesi, temel olarak sevgi arayışı içinde olan bir karakteri getiriyor karşımıza ve hayatın iyi ve kötüyü aynı anda içerdiğini söyleyerek umudunu koruyor hep. Hasei’nin bu ilk uzun metrajlı filmi, Manila’dan yakaladığı -karakterlerin yaşam koşulları düşünüldüğünde bir parça fazla renkli ve parlak görünebilecek- görüntüleri, kız ile yaşlı müzisyen arasındaki de dahil olmak üzere anlattığı dostluk hikâyeleri ve samimiyeti ile ilgi çekmeye aday. Belli bir yaşın üzerindeki çocuklarla gençlere de hitap eden bir hikâyesi olan film, sinema dili olarak alışılanın dışına çıkmıyor hiç ama yine de sergilediği masumiyeti ile ilgiyi hak ediyor.

Babasını hiç görmemiş, hep sarhoş olan annesi de başka bir erkeğin peşinden giderek onu terk edince kimsesiz kalmış, on bir yaşındaki bir kız Blanka. Tek başına, dilenerek ve çalarak sürdürdüğü yaşamının onu yaşının gerektirdiğinden çok daha önce sertleştirdiğini anlatan sahnelerle başlıyor film. Kendisine mukavvalardan yaptığı bir “ev”de, sokakta yaşıyor ve daha sonra anne ihtiyacını gidermek için kullanmaya karar verdiği parasını bir zulada saklıyor. Hikâye boyunca kızın yaşadıkları (kör bir müzisyenle tanışması ve birlikte çalışmaya başlaması, kimsesiz çocukları “şov” işinde kullanananlara pazarlayan bir kötü kadınla karşılaşması, bir “çete”nin parçası olması, iftiraya uğraması vs.) filmin ortalamanın altındaki süresi de düşünüldüğünde bir parça fazla görünüyor açıkçası. Doğrudan bir ahlâk (ve/veya hayat) dersi verir görüntüsü olmasa da, hikâyenin akışı hem tahmin edilebilir bir şekilde ilerliyor hem de iyi ile kötülerin savaşında “doğal” sonucu tercih ederek, güvenli sularda kalıyor genellikle. Bu içerik, filmi gençliğine yaklaşmakta olan çocuklar için doğru ve anlamlı kılıyor kuşkusuz ama hikâyenin sinemasal açıdan seyirciyi hiç zorlamadan akmaya devam etmesi düzeyini kısıtlıyor doğal olarak.

Manila’dan yoksulluk manzaralarını göstermekten ve hatta -sayısı ne yazık ki hayli kısıtlı olsa da- yoksulluk ile zenginliği aynı karede sergilemekten çekinmiyor film ama bunlar seyircide bir sorgulamaya neden olacak bir “kışkırtıcılığa” sahip değil. Sokak çocuklarının Manila sokaklarındaki sefaleti ve yaşadıklarını anlatırken bu ilk uzun metrajlı filminde Kohki Hasei, onları bu koşulların içine atan ekonomik, sosyal veya politik düzeni hiç ima etmiyor; onun yerine çocukların yaşadıkları zorlukları göstermeyi ve bu şartlar altında bile umudun ayakta kalabileceğini (veya kalması gerektiğini) söylemeyi tercih ediyor. Böyle olunca da kimi karakterleri fazlası ile idealist çizgilerle çizerken, kızın trajik bir son ile mutluluk arasında gidip gelen kaderinin nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunu ve aslında tüm o finalin de asıl olarak sadece bir “şans”ın sonunda yakalanabildiğini göz ardı ediyor. Takeyuki Onishi’nin imzasını taşıyan ve özellikle teknik açıdan çok başarılı olan görüntülerin yaşanan sefalet için gereğinden fazla renkli ve canlı olduğunu söylemek gerekiyor. Tabii bu tercih hikâye ile uyumlu bir açıdan da ama aynı sokakların örneğin Filipinli yönetmen Brillante Mendoza’nın filmlerinde sergilenen sert hali ile karşılaştırılınca o kadar gerçek görünmüyor. Yine de yönetmenin tercihinin filmin -büyüklere de hitap eden- masal havası ile uyumlu olduğunu söylemek gerek.

Hikâye boyunca küçük kızın sesinden birkaç kez dinlediğimiz ve aslında eski bir İspanyol şarkısı olan hoş parçanın sözleri düş kurmayı ve umut etmeyi salık verirken, kör müzisyenin ağzından duyduğumuz “İnsanlar kör olsaydı, hiç savaş çıkmazdı; gördüklerine çok kapılıyorlar çünkü” cümlesi de düzenin eleştirisi olmaktan çok o düzenin tuzağına düşmemeyi öğütlüyor bize. Kör adamın iyiliği ile örneğin cüce adamın kötülüğünün ve “uçan tavuklar”ın hikâyenin masalsı yanını desteklediği filmin önemli artıları da var. Öncelikle abartılı bir duygusallığa hiç başvurmaması dikkat çekiyor filmin; üstelik hikâyede yaşananlar buna hayli imkân sağladığı halde. Bunun sağladığı gerçekçilik duygusunu karakterlerle de destekliyor film. Hikâyede ön planda olan çocuk karakterlerin “çocuk” olduklarını hiç unutmuyor film ve yaşadıkları onca şeye ve bu şeylerin neden olduğu “erken büyüme” sorununa rağmen, onların içindeki çocuğu doğal ve yumuşak bir şekilde dışarı çıkarıyor sık sık. Bir aile arayışının karakterleri için önemini sıcak bir şekilde aktarmayı, ailenin farklı şekillerinin olabileceğini ve bunların her birinin “normal” aile kadar önemli ve değerli olabileceğini de anlatmayı başaran film, sıcak ve umutlu bir hikâye izlemek isteyenlerin özellikle ilgisini çekecek ve görmeye değer bir çalışma.

The Spy Who Loved Me – Lewis Gilbert (1977)

“Biri seni arkandan vurmak için saatte 60 km hızla kayarak peşine düşmüşken, yüzleri hatırlamaya pek vaktin olmuyor. Bizim işimizde, Anna, insanlar öldürülürler. Bunu ikimiz de biliyoruz, o da biliyordu. Ya o ya bendim. Sorunun cevabı, evet. Onu ben öldürdüm”

Zaten yok olmaya mahkûm olduğunu düşündüğü dünyayı bir an önce yok ederek, yerine deniz altında yeni bir dünya kurmayı planlayan bir adamın elinden dünyayı kurtaran Bond’un hikâyesi.

Bond’un yaratıcısı Ian Fleming’in -kendisinin hiç beğenmediği- romanından sadece adını alan filmin orijinal senaryosunu Christopher Wood ve Richard Maibaum yazmış, yönetmen koltuğuna ise daha sonra bir Bond filminde daha (“Moonraker – Ay Harekâtı”) aynı görevi üstlenecek olan Lewis Gilbert oturmuş. Müziği, şarkısı ve set tasarımı ile Oscar’a aday olan film açıkçası temel olarak tam da bu unsurların öne çıktığı bir Bond filmi. Toplam yedi kez sinemanın en ünlü ajanına beyazperdede hayat veren Roger Moore’un üçüncü kez bu role soyunduğu film, serinin ve kahramanının pek çok karakteristiğini bünyesinde kimi yenilikler ile birlikte taşırken, kuşkusuz bir Bond filmi olarak görülmeyi hak ediyor. Ülkeden ülkeye gezen senaryo çok çekici değil ve son kırk-elli dakikasında doruğuna çıkana kadar aksiyonu da yeterli görünmüyor belki ama bunların hiçbiri bir Bond filmini görmeye engel olmamalı.

Aynı anda İngilizlerin ve Rusların birer nükleer denizaltısını kaçırarak, bunlarla Moskova ve New York’u ortadan kaldırmayı planlayan kötü adamı Alman oyuncu Curd Jürgens’in canlandırdığı filmin seri içindeki ilk yeniliklerinden biri, dünyayı ortadan kaldırmaya niyetli adamın Ian Fleming’in romanlarında yer almayıp, sinema için yaratılan ilk baş kötü karakter olması. Bond’un ortak düşmanlarını ortadan kaldırmak için bir Rus ajan olan “XXX” ile tüm hikâye boyunca ortak çalışması da (elbette tüm asıl kahramanlıklar Bond’un imzasını taşıyacak ve XXX bir ikinci derece kahraman olarak görünecektir filmde) filmin getirdiği yeniliklerden biri; Bond filmleri SSCB döneminde bile bu ülkeyi doğrudan kötü olarak göstermekten kaçınıp, genellikle ortak bir hedef için birlikte çalışılan veya bir kötülüğün ortak hedefi olunan bir taraf olarak göstermiştir (ve çok da iyi yapmıştır bu tercihi ile) ama burada daha ileri gidiliyor ve tam bir iş birliği sergileniyor. Yönetmen Lewis Gilbert, Roger Moore’un önceki Bond filmlerinde Connery’in izini fazlası ile takip ettiğini düşünerek, onu romanlardaki Bond’a daha yakın hâle getirmeyi hedeflemiş; “daha İngiliz, daha telaşsız ve daha esprili” bir karakter çizilmiş ve açıkçası daha önceki filmleri izlemiş olanların fark edeceği şık bir değişiklik olmuş bu ve Moore’a kendi Bond’unu yaratma imkânını vermiş.

Bond filmleri seri içinde birbirlerine göndermelerinin yanısıra ortak öğelerin kullanımı veya bir film için düşünülüp başka bir filmde kullanılan fikirleri ile de bilinir. 1969 tarihli “On Her Majesty’s Secret Service – 007 James Bond Kraliçenin Hizmetinde” filmi için başroldeki George Lazenby’nin önerdiği ama gerekli teçhizatın eksikliği nedeni ile çekilemeyen “kayakçının paraşütle uçurumdan atlaması” sahnesi burada açılışta yer alıyor örneğin ve filmin de teknik açıdan en başarılı anlarından birini oluşturuyor. Klasik Bond temasının elbette kullanıldığı filmin yeni müzikleri bu kez Marvin Hamlisch’e emanet edilmiş ve o da açıkçası oldukça parlak bir iş çıkarmış; Carly Simon’ın seslendirdiği Bond şarkısı “Nobody Does It Better” ile de (ki filmin ilklerinden bir başkası olarak, Bond şarkısı film ile aynı adı taşımamış bu kez) bu başarısını taçlandırmış. Maurice Binder tarafından tasarlanan açılış jeneriğine eşlik eden şarkı, Binder’ın her zamanki gibi çarpıcı çalışmasını da renklendiriyor. Yine ağırlıklı olarak çıplak kadın siluetlerinin yer aldığı (ve kadınların bir tabancanın namlusu üzerinde/etrafında yaptığı “absürt” hareketlerin bile bekleneceğinin aksine tadını artırdığı) çalışma Binder’ın alanında ne müthiş işler çıkardığını bir kez daha hatırlatıyor bize ve açıkçası uçurumdan atlama anı dışında yeterince çekici olmayan açılış hikâyesinden sonra filmin düzeyini yükseltiyor.

Bond’un hem karakter olarak hem de Sean Connery’in fiziğinden kaynaklanan “maço” yapısı bu hikâyede epey yumuşamış görünüyor her ne kadar kendisine seksi kadınlar ”sunulsa” ve bir şekilde yakınlaştığı her kadınla en azından öpüşse de. Film seyirciye küçük ve hoş bir oyun oynayarak Rus ajanın cinsiyeti konusunda da bu maço yaklaşımdan uzak duruyor eğlenceli bir şekilde. Hikâyesi Avusturya, SSCB, Mısır, İtalya (Sardunya adası) ve İngiltere’de geçen filmin çekimleri ise İsviçre, Mısır, İtalya (Sardunya adası), İngiltere, İskoçya, Kanada, Malta, Japonya (Okinawa adası) ve Bahamalar’da gerçekleştirilmiş; bir başka ifade ile hem Bond hem seyirci bol bol geziyor hikâye boyunca. Farklı yörelerin egzotizminden (başta Mısır olmak üzere) abartmadan yararlanmış film neyse ki (evet, Mısır’da “egzotik” bir ses olarak ezanı duyuyoruz kaçınılmaz bir şekilde!) ve piramitlerin olduğu bölgedeki ses ve ışık gösterisini (ki gerçek bir gösteri bu) örneğin, ya da tarihî eserleri hikâyesine akıllıca yedirerek herhangi bir zorlama hissi vermemeyi başarmış.

“Jaws” karakterinin aksiyon ama ondan öte mizah da kattığı filmde Rus ajanı rolündeki Barbara Bach parlak bir Bond kızı olamamış. Kısıtlı oyunculuk yetenekleri ile karakterini gerçek ve çekici kılamamış açıkçası. Moore ise Connery’in etkisinden uzakta, daha kendisi ve daha İngiliz olarak dikkat çekerken (ve zaman zaman bir parça “yorgun” bir performans sunarken), kötü adamımızı oynayan Curd Jürgens daha çok üzerine düşeni yapmakla yetinmiş görünüyor ve kalıcı bir iz bırakamıyor filmde. Oyuncularından çok belki de set tasarımları ile dikkat çekiyor film ve özellikle deniz araçları (ve onların iç tasarımları ile) ile hayli görkemli sahneler sunuyor seyirciye. Aksiyonun da doruk noktasına çıktığı bu son bölümlerde, kalabalık oyuncu kadrosunun da katkısı ile, heyecanlı ve eğlenceli sahnelere mekan olan setlerde imzası olan Ken Adam, Peter Lamont ve Hugh Scaife çok parlak bir iş çıkarmışlar gerçekten.

Bond’un yine becerilerini konuşturduğu (fiziksel ve mental becerilerin tümüne sahip elbette kahramanımız; bu kez Arapça bilgisine, gemilerin pruva tasarımları ve seyircide küçük bir “acaba” duygusu yaratan bir hoşlukla oluşturulmuş bir sahnede de egzotik balık türleri konusundaki uzmanlığına tanık oluyoruz) filmin senaryosu pek güçlü değil ve örneğin dünyanın yok olmanın eşiğine gelmesinin heyecanını pek duyuramıyor seyircide. Bir parça daha kısa da olabilirmiş hissi yaratan hikâyenin eksikliğini setleri ve özellikle ikinci yarısındaki aksiyonu ile gideriyor film çoğunlukla. Sardunya’da karada başlayıp, denizde devam eden ve su altında süren takip sahnesi hem heyecan verici hem de eğlenceli olabilmeyi başarmış örneğin. Özetle, elbette görülmesi gerekli ve yeterince güçlü ve heyecanlı olmasa da eğlenceli bir Bond filmi bu.

(“Beni Seven Casus”)

Notting Hill – Roger Michell (1999)

“Düşünsene; dünyanın bir yerinde, bu kadını öpebilen bir adam var”

Bir kitapevi sahibi ile ünlü bir film yıldızının imkânsız aşklarının hikâyesi.

Sadece 1990’ların değil, tüm sinema tarihinin en bilinen romantik komedilerinden biri. Baş oyuncuları Julia Roberts ve Hugh Grant’in yanısıra, filme adını veren Londra’daki semtin de ününe ün katan çalışmanın orijinal senaryosunu Richard Curtis yazarken, yönetmenliğini Roger Michell üstlenmiş. Temelde türün en kayda değer ve başarıyı garanti eden klişeleri ile yüklü olan bir senaryoya sahip olmasına ve oyunu kurallara fazlasına uygun oynamasından kaynaklanan bir “formül” havasında ilerlemesine rağmen, filmin karşı durması zor -ya da en azından görmeyi gerekli kılan- bir cazibesi var kesinlikle. Belki de başarısı onca yapaylığına rağmen bir şekilde samimi ve sıcak bir hava yaratabilmiş olmasıdır.

Sıradan bir adam ve tanrıça muamelesi gören bir film yıldızı kadın. Bu ikilinin hikâyeleri bir romantik komedinin geçerliliği kanıtlanmış kalıpları içinde ilerliyor ve bu anlamda yeni bir şey söylemiyor aslında. Tanışma, aşk, ortaya çıkan sorun ve final (bir romantik komedide final nasıl olması gerekiyorsa, tam da o türden bir final elbette) biçiminde akan filmin senaryosunu yazan Richard Curtis kadın karakterini Grace Kelly ile Audrey Hepburn’ün karışımı olarak düşünmüş ve açıkçası Julia Roberts da romantik komediye hayli uyan bir performans ile bu karaktere senaristin hayal ettiği zarafeti katmış kesinlikle ve bu da filmi görmeye değer kılan öğelerden biri. Karşısındaki Hugh Grant ise hem romantik hem komik olmayı ve karakterine mizahın arkasına gizlenmiş bir hüzün katmayı başararak ideal bir romantik komedi oyuncusu olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Başta “iğrenç” bir karakteri canlandıran Rhys Ifans olmak üzere yardımcı rollerdeki oyuncular da hiç aksamayan ve filme ciddi katkı sağlayan performansları ile göz dolduruyorlar ve bu romantik komedinin başarısını gerçek kılan samimiyetin oluşmasını sağlıyorlar.

Film hiç risk almıyor ve kendisini cazip kılacak tüm klişeleri ustaca kullanıyor; seyircisini hayal kırıklığına uğratmamasının nedenlerinden biri de bu olsa gerek. Terk edilen adamın Notting Hill pazarında yürürken dört mevsimin geçişine tanık olduğumuz sahne örneğin, klasik sinema sahnelerinden ilham alan havası ile seyirciye “sev beni” diye bağırırken, klişeyi daha da -ve açıkçası da gereksiz bir şekilde- ileri götürüyor ve Bill Withers’ın sesinden “Ain’t No Sunshine” şarkısını dinletiyor bize. Filmin kullandığı diğer şarkılar da kesinlikle sevilmesi garanti olanlardan seçilmiş: “She” (şarkıyı hem Charles Aznavour hem Elvis Costello yorumu ile dinliyoruz), “How Can You Mend A Broken Heart” (Al Green) ve “Gimme’ Some Lovin’” (Spencer Davis) gibi şarkıların yer aldığı müzik bandı risksiz şarkı seçimlerini işaret ediyor bize ve filmi “tatlı ve sıcak” kılmak için şarkılardan arsızca yararlanıldığını gösteriyor. Tüm bir final sahnesi de yine türünün beklenen sonlarından birini getirirken karşımıza, seyirciye beklediğini ve arzu ettiğini sunuyor. Bir romantik komedide aşkın iki tarafından da hoşlanmışsanız ve başlarına ne gelmesini istiyorsanız onlar oluyor finalde ve seyirci de içi rahatlamış, belki kendisi için de benzer bir finali hayal ederek tanık oluyor bu anlara. Özetle, tüm klişeler doğru yerde doğru zamanda kullanılıyor ve seyircinin beklentisini karşılarken film, hedefini de on ikiden vuruyor.

Hedefini tutturması filmi “başarılı” kılıyor elbette ama önemli kusurları da var: Öncelikle adını aldığı semte uluslararası bir ün kazandırsa da, Londra’nın bu kozmopolit semtine hak ettiği şekilde yaklaşmıyor. Bölge ve sakinleri bir romantik komedinin dekoru olmaktan öteye gitmiyorlar. Oysa hikâyenin adını taşıdığı bölgeyi de başrole taşıması gerekirdi filmin ki Notting Hill görsel malzeme potansiyeli ile bunu rahatlıkla yapabilecek bir yer. Ne var ki filmde kullanıldığı hali ile semt daha çok, filmden hoşlananların -belki benzer bir macera yaşamaya hayali ile de- Roberts ve Grant ikilisinin aşklarının izlerini aramaya gideceği bir mekan olarak kalmış. Böyle olunca da açılış sahnesinde Grant’in sesinden semti ve arkadaşlarını tanıtan girişin hiçbir esprisi kalmıyor doğal olarak.

Yan karakterlerden kimilerinin fazlası ile tuhaf (komik olmanın ötesinde bir tuhaflık bu) olması da tartışmalı bir seçim. Özellikle adamın ev arkadaşı rahatsız edici bir tipleme olarak sunulmuş ve bu ikisinin bir ev arkadaşı olmasının tek nedeni de sadece filme komiklik katmak için zorlama bir tercihe başvurmak olarak görünüyor. Rhys Ifans’ın bu roldeki performansı kesinlikle çok başarılı ve epey komedi malzemesi de sağlıyor hikâyeye ama bu “pis” karakterin Grant’ın zarif ve şık hayatında ne aradığı/arayabileceği büyük bir soru işareti olarak kendisini gösteriyor hikâye boyunca. Benzer şekilde, Grant’ın kız kardeşi de aynı aileden bu derecede iki farklı kardeşin çıkması mümkün değil diye düşündürtecek bir diğer tuhaf karakter. Adamın “entelektüel” bir karakter olup olmadığı konusunda fazla bir ipucu vermiyor film; evinde Chagall’In bir tablosu asılı ve kendisi de sadece gezi kitapları satan kitapçısındaki eserler konusunda epey bilgili. Sinema konusunda bu kadar “cahil” olması ancak kesinlikle çok eğlenceli olan “zoraki röportaj” sahneleri için uydurulmuş bir durum olarak görünüyor. Bu sahneleri çok komik diyaloglarla süslemiş Richard Curtis ve Hugh Grant de mükemmel oynamış neyse ki. Genel olarak esprili ve şık diyaloglar yazmış Curtis ve hemen hiç aksamıyor bu konuda ama yine de bazı sahnelerin anlamsızlığına engel olmuyor bu durum. Örneğin âşıkların “erkeklerin kadınların göğüslerine olan düşkünlüğü”nü tartıştıkları bölüm eğlenceli ama hikâyede bir yeri yok bu sahnenin.

Bu yıl Nisan ayında ölen, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi ve tam bir İstanbul tutkunu olan John Freely’nin “Istanbul: The Imperial City” adlı kitabın bir sahnenin ve esprinin konusu olduğu filmde yönetmen Roger Michell hikâyeyi -çok doğru bir tercih ile- şık bir üslup ile anlatmış. Görüntü yönetmeni Michael Coulter ile birlikte hayli ucuz görünebilecek bir sahneyi (“gizli” bahçede yapılan ilk gezinti, yükselen kamera, yeşillikler içinde ve hikâyesi olan bir bank var bu sahnede ve gereksiz bir şekilde çalınan şarkının bile bozamadığı bir huzur) çok parlak kılmışlar örneğin ve final görüntüleri ile dönülen bu mekanı adeta bir cennet güzelliğinde getirmişler karşımıza.

Dünyadaki herkesin adını bildiği bir kadınla, annesinin bile adını zor hatırladığı bir adamın peri masallarına yakışan hikâyesi, zaman zaman hayli tanıdık görünen senaryoya, klişelere fazlaca yaslanmasına ve bu bağlamda bir orijinallik eksikliği taşımasına ve şarkılarını hayli ucuz ve zorlayıcı bir şekilde kullanmasına rağmen görülmeyi hak ediyor. Hak ediyor çünkü iki âşığı da sevmenizi ve mutlu olmalarını arzu etmenizi sağlıyor. Bu da zaten görünen tek hedefi bu olan bir film için başarı demek şüphesiz.

(“Aşk Engel Tanımaz”)