El Niño Pez – Lucía Puenzo (2009)

elninopez

“Suyun soğukluğu bir türlü gitmedi, seninle tanışana dek”

 

Zengin bir Arjantinli ailenin kızı (Inés Efron) ile evdeki Paraguaylı hizmetçi genç kız (Mariela Vitale) arasındaki aşk, tutku, bağlılık hikâyesi. Yönetmen Lucia Puenzo bir önceki filmi XXY’de olduğu gibi yine farklı bir aşkın peşinde ve bu kez kendi kısa romanından uyarlamış filmi.

 

Filmin öncelikle tek bir olumlu karakter bile içermediğini, her karakterin mutlaka bir olumsuz yanının vurgulandığını belirtmek gerekiyor. Filmin anlatım biçimi, çekimler, karanlık sahneler de eklenince bu duruma filmde zaman zaman belirmeye çalışan mutluluk anlarının üzerine kalın bir perde çekiliyor. Hizmetçi kızı şu ya da bu biçimde taciz etmeyen yok gibi ve bunu bir alt-üst sınıf ilişkisi ile açıklamak da mümkün değil. Bir ara bir “The Servant”, sonra “Teorema” beklentisi yaratıyor ama film çok başka yerlerde alıyor soluğu. Filmin sonundaki “gençler yozlaşmış güçlere dersini verir bölümü” senaryodaki açıkları kapatmak için eklenmiş gibi ve filmden çok farklı havası olan sahneler.

 

XXY’deki incelik ve hüzünden maalesef hayli uzağa düşse de filmi çekici kılabilecek unsurlar var yine de; Mariela Vitale’nin çok başarılı oyunu, altını kalın çizgilerle çizmeden de sınıf farklılıklarını anlatabilme becerisi, son yılların belli bir çizginin üzerindeki hemen tüm İspanyol ve Arjantin filmlerinde olduğu gibi geçmişin karanlık politik izlerine dokundurmalar (darısı Türk sinemasının başına) vs.

 

Geçmişin gizemleri, yozlaşma (her anlamda), aşk, tutku, melodram ve gerilim arasında gidip gelen film belki bunların birine odaklanmış olsaydı daha parlak bir sonuç alınabilirdi. Çok az film çeken ama bunların arasında Arjantin tarihindeki acıları olağanüstü bir başarı ile dile getirdiği “La Historia Oficial” gibi bir başyapıt bulunan Luis Puenzo’nun kızı olan Lucia Puenzo’nun bundan sonra çekeceği ve farklı duyarlılıkları anlatan filmlerini beklemek gerekiyor. XXY ile bize ne müthiş işler çıkarabildiğini gösterebilmiş bir isim sonuçta.

(“The Fish Child” – “Balık Çocuk”)

Happy-Go-Lucky – Mike Leigh (2008)

happy-go-lucky

“- Onları sevmeliyiz değil mi?  – Evet. Yoksa öldürürsün”

 

Londra’da 30 yaşında bekâr bir kadın öğretmenin, mutlu olma ve mutlu etme hikâyesi. Festivallerden ve özellikle film eleştirmenleri kuruluşlarından başta kadın oyuncusuna (Sally Hawkins) ait olmak üzere sayısız ödül almış bir film.

 

Hawkins’in canlandırdığı (aslında yanlış bir kelime bu; “zaten o olduğu” daha doğru bir ifade) öğretmenin film boyunca süren ve sadece çok kısa ve o da başkalarının mutsuzluğunu aşmaya çalıştığı anlarda kesilir gibi olan mutluluğunun filmde başka özel bir hikâyeye gereksinim duymadan bu derece başarılı ile resmedilmesi senaryoyu da yazan yönetmen Mike Leigh’in başarısı en temelde. Kahramanın mutluluğunun sembolleştirildiği sahneler tam bir doğallık içinde akıp gidiyor; açılışta “bisikletinin üzerindeki özgür ve mutlu kız”, yine baştaki kitapçı sahnesi, spor seçiminin trambolinde zıplamak olması. Onunla tam bir zıt ruh halinde yaşayan sürücü hocası (Eddie Marsan) yarattığı bu tezat ile senaryonun anlatmak istediklerini daha da vurguluyor. Bu zıtlığı her ikisi de öğretmen olan bu insanların işlerini yapış şekilleri üzerinden de okumak mümkün.

 

Yukarıda da belirtttiğim gibi, kahramanın mutluluğunun kesilir gibi olduğu anlar insanların mutsuzluklarından duyduğu şaşkınlığı hissettiğimiz zamanlar; çocukların zalimliği, sıradan insanların öfkesi. Bu anlarda sanki uzun bir süre önce başka bir gezegenden gelmiş ve hâlâ dünyadaki bu mutsuzluklara şaşıran bakışlar ile bakıyor etrafına ve mutluluğun mu yoksa mutsuzluğun mu doğal olduğu sorusu ile başbaşa bırakıyor bizi.

 

Daha önce “Naked”, “Secrets&Lies” gibi çok başarılı filmlerinde de senaryoyu kendisi yazan Mike Leigh, bu filmde de bir kez daha tam bir senaryo ustası olduğunu ve oyuncularından doğaçlama yolu ile olağanüstü sonuçlar alabildiğini gösteriyor. Filmi seyrederken sözlerin oyuncuların kendi sözleri olduğunu, ezberlenmiş cümleler olmadığını hissediyorsunuz ve bu doğallık sizi içine alıyor. Yan roller de (başta ev arkadaşı rolündeki Alexis Zegerman olmak üzere) dahil olmak üzere tüm oyuncu kadrosunun bu doğallığın parçası olması filmi keyifli kılan bir başka unsur.

 

Konusuna bakınca Amerikan sinemasının sık sık üretip piyasaya sürdüğü “kendini-iyi-hisset” filmlerinden olduğunu düşünebilirsiniz ama  “Happy-Go-Lucky” çok daha başka ve üst bir sınıfa ait. Karakterlerinin doğallığına aşık olacağınız, mutsuz olmanızın belki de size suç işlediğinizi düşündürteceği bir parlak sinema örneği. Mutlu olmak ve mutlu etmek için yanlış anlaşılma, kötüye kullanılma riskini almalıyız, evet. Yoksa “ölürüz” diyen bir film.

(“Daima Mutlu”)

Ne te Retourne pas – Marina de Van (2009)

ne_te_retourne_pas“Etrafımdaki her şey değişiyor”

Etrafındaki her şeyin, eşyaların, sokağın, insanların ve kendisinin fiziksel olarak değişmeye başladığı bir kadın yazarın hikâyesi. 8 yaşında geçirilen bir kazanın ardından yaşanan hafıza kaybı ve yıllar sonra bu boşluğun acısını çeken bir kadın.

 

Konu bir yandan tanıdık; kendisinden başka kimsenin bu değişiklikleri farketmediği bir insan, sadece kendisinin görebildiği bir olguyu başkalarına gösterememenin yarattığı yalnızlığın dehşetini yaşayan bir insan, bu sırrın üstesinden gelmeye çalışan bir insan. Bir yandan da iyi anlatılırsa –konu ne kadar tanıdık ve bir süre sonra son ne kadar tahmin edilebilir olursa olsun- seyredeni ödüllendirebilecek bir hikâye.

 

Evet öyle; ama film maalesef bu yükün altından çok da başarı ile kalkamıyor. Monica Bellucci’nin idare eden oyunu ve güzelliği, Sophie Marceau’nun kalıcı bir iz bırakmayacak oyunu ve zarifliği filme ilave bir artı da sağlamıyor. Umutlandırıp sonra sizi o umutlandığınız yere değil başka bir yere götüren veya zaman zaman da sizi yolda bırakan filmlerden biri bu. Senaryosuna bir parça farklılık ve yaratıcılık katılsa ve film atmosfer yaratmakta bir parça daha ileri gidebilse, özgünlük alanında yaşadığı sıkıntıyı aşabilirdi belki.

 

Yönetmen ilk uzun metrajlı filminde henüz kendine özel anlatımı yaratamamış ve bu tanıdık hikayeyi nasıl farklılaştıracağını bulamamış gibi. Yine de Avrupa sinemasının iki kadın yıldızı ve hiçbir sırrın ebediyen sır olarak kalamayacağını hatırlamak için.

(“Don’t Look Back” – “Dönüşüm”)

Tom Jones – Tony Richardson (1963)

tomjones

“Hepimiz Tanrı’nın eseriyiz, bazılarımız daha da kötü”

 

İngiliz Özgür Sinema akımının temsilcilerinden Tony Richardson’dan bir Henry Fielding uyarlaması. 1740’larda geçen film, dönemin İngiltere kırsalında yetişen ve Londra’ya gitmek zorunda kalan bir genç erkeğin hikâyesi.

 

Sessiz film formatında ve konuşmalar yerine ara yazılar ile başlayan film, bu hınzır başlangıcı tüm film boyunca sürdürüyor. Uçarı ve esprili bir tempo, zaman zaman hızlanan kurgu, hareketli bir kamera ve İngiliz oyuncu geleneğinin en başarılı örneklerinin keyif alarak ve vererek sürükledikleri bir film. Yönetmen görüntüyü durdurmaktan, oyuncular zaman zaman kameraya bakmaktan ve hatta konuşmaktan çekinmiyor ve kendinizi bir tiyatroda ve sürekli kahkaha atan kalabalık bir seyirci topluluğu ile birlikte bir vodvil izlermiş gibi hissetmenizi sağlıyor. Özellikle handa geçen “suç üstü yakalama” sahnesinde bu vodvil duygusu zirvesine ulaşıyor. “Erotik” yemek sahnesi sessiz sinemanın bir zamanlar neler başardığını da hatırlatıyor bize.

 

Din ile, iki yüzlü ahlâk anlayışı ile, servet edinme üzerine oynanan oyunlar ile çekinmeden dalgasını geçen film sık sık devreye giren ve zekice yazılmış sözler (“Kalbimi çalarsanız bedenim de onu takip edecektir”, “Tom için herhangi bir kadın hiçbir kadından daha iyiydi” vs.) ile olayları açıklayan bir anlatıcıyı da başarı ile kullanıyor.

 

Filme adını veren karakteri oynayan Albert Finney 60’larda oynadığı diğer Özgür Sinema örneklerinde olduğu gibi çok başarılı ve diğer tüm oyuncular da başta Hugh Griffith olmak üzere filmin bu alandaki başarı çıtasını çok yukarılara taşıyorlar.

 

Sansürle çok uğraşmış bir isim olan yönetmen Tony Richardson filmde sık sık bu kurum ile de dalgasını geçiyor ve bunu da tüm bu komedinin parçası yapıyor.

 

Başta Oscar olmak üzere ödüllere boğulmuş bir film bu (ki özellikle en iyi film ödülünü de almış olması Oscar standartları açısından ilginç) ve bugün bakıldığında bir parça eskimiş durabilir belki ama özellikle anlatımının 60’larda çok yenilikçi olduğunu unutmamalı.