Morfiy – Aleksey Balabanov (2008)

“Ağlama, Anna. Dozu azalttım bile, tamamen bırakacağım. Mecbur kalırsam tedavi de olurum”

Devrim sürecindeki Rusya’da merkezden çok uzakta bir köye atanan genç bir doktorun, bir aşıya karşı gelişen alerji nedeni ile aldığı morfine bağımlı hâle gelmesinin hikâyesi.

Rus yazar Mikhail Bulgakov’un 1925 – 1927 arasında yazdığı ve kendisinin 1916 – 18 arasında yeni mezun bir doktor olarak görev yaptığı küçük bir köy hastanesinde yaşadıklarından esinlenen hikâyelerinden uyarlanan bir Rusya yapımı. Senaryosunu Sergey Bodrov’un yazdığı, yönetmenliğini ise Aleksey Balabanov’un yaptığı film uzun bir süre uzaklardan gelen haberlerden öteye geçmeyen devrimin fonunda genç bir adamın tüm tecrübesizliği ile zorlu vakalarla ve bunların getirdiği yük ve izolasyonun artırdığı yalnızlıkla baş etme çabasının dramatik sonuçlarını anlatıyor temel olarak. Bağımlılığın başlamasını yeterince ikna edici bir güçle anlatamamasına ve doktorun vakalarının zaman zaman birer bağımsız bölüm gibi görünmesine rağmen, genç adamın koyu bir karanlığa doğru olan yolculuğunu ilgi uyandırıcı biçimde anlatmayı başarması, başroldeki Leonid Bichevin’in karakterinin gittikçe narinleşen bedenine uygun oyunculuğu ve özellikle de 1917 Rusyası’nı karşımıza getiren set tasarımları ile ilgiyi hak ediyor kesinlikle bu yapıt.

Genç doktor Polyakov’dan önce köyde görev yapan ve Şubat Devrimi’nden sonra köyden ayrılan meslektaşının geride bıraktığı gramofon ve plaklar sayesinde dönemin şarkılarının eşlik ettiği bir hikâye anlatıyor film. Rusya’nın (ve Sovyetler’in) ünlü şarkıcısı Alexander Vertinsky’den açılış sahnesi ile birlikte duymaya başladığımız “Snezhnaya Kolybelnaya” (“Kar Ninnisi” olarak çevrilebilir dilimize) bunlardan biri ve hikâye boyunca yine aynı sanatçının sesinden dinlediğimiz diğerleri ile birlikte dönemin ruhunun bize yansımasını sağlıyorlar. Yahya Kemal “Kar Mûsikîsi” adlı ve Varşova’da elçi olarak görev yaparken yazdığı şiirinde “Duydumsa da zevk almadım İslâv kederinden” der ve ülkesine duyduğu özlemin de sembollerinden biri olarak kullanır bu kederi. Bu filmde hikâyesini seyrettiğimiz Polyakov sanki işte bu “İslâv kederi”nin (Keder yerine hüzün daha anlamlı bir tanımlama olarak görünüyor bu duyguyu anlatmak için) vücut bulmuş hâli; gözlüğü ve narin bedeni, omuzlarındaki ağır yükün altında inatla işini yapmaya çalışırken karşı karşıya kaldığı güçlükler, kar altındaki izole hayatın yarattığı yalnızlık ve tüm bunların da sonucu olan bağımlılık onu bu hüznün somut bir karşılığı yapıyor.

1917’de yaşanıyor hikâye ve yeni bir dünyanın başlangıcı olan Ekim Devrimi’nin ayak sesleri uzaktan da olsa duyulmaktadır. Kendisinden başka bir sıhhiyeci ve iki de hemşirenin görev yaptığı küçük hastanenin tek doktorudur Polyakov ve karşılaştığı vakalar önceki doktorun neyse ki arkasında bıraktığı tıp kitaplarını sık sık karıştırmasını gerektirecek kadar çeşitli ve karmaşıktır. Seyrederken bizi bile zorlayan (burada yönetmenin bazı sert tercihleri anlaşılır olsa da, bir kısım seyirciyi zorlayabilir gördükleri) vakalara müdahale etmek zorundadır ve tecrübesiz biri için çok yıpratıcıdır yaşadıkları. Üstelik halkın doktora çok geç gelme, kocakarı ilaçlarına başvurma gibi tercihleri de işini ayrıca zorlaştırmaktadır. Film tüm bunları açık bir şekilde gösteriyor ama bir şekilde, doktorun sürüklendiği yol için yeterince güçlü bir gerekçe olarak görünemiyor tanık olduklarımız. Bu sıkıntı filmi ulaşabileceği noktanın gerisinde tutuyor ve gücünü de azaltıyor doğal olarak.

Ünlü sinemacı babası ile aynı adı taşıyan Sergei Bodrov yazmış senaryoyu. Aslen bir oyuncu olan Bodrov ikinci yönetmenliği olacak filmin çekimleri sırasında yaşanan bir kaza sonucu 2002’de hayatını kaybettiğinde sadece 30 yaşındaydı. Onun hazırladığı senaryoyu beyazperdeye taşıyan Aleksey Balabanov bölüm başlıklarını göstermek için kullanılan arayazılardaki font seçimi ve her bir yeni vaka için doktorun koşuşturmasına eşlik eden piyano müziği ile sessiz sinemaya selam göndermiş bir bakıma ve hikâyenin etkileyici finalinin bir sessiz filmin gösterildiği sinema salonunda geçmesi de bu selamı güçlendirmiş. Hikâye son anlarına kadar, köye ulaşan birkaç haber dışında, devam eden devrim sürecini anlatımının ana veya yan konusu yapmıyor ama zengin bir adamın evinde geçen sahnedeki konuşmalar gibi bölümlerle bir şekilde hissettiriyor devrimi hep.Örneğin bu sahnede büyük toprak sahibi içlerinde doktorun da olduğu konuklarına şöyle diyor: “Söylesenize, devlet gibi karmaşık bir mekanizma cahil işçiler tarafından yönetilebilir mi? Hukuk, ekonomi, askerî bilimler ne olacak?”. Kahramanımız bu tür konularla pek ilgilenmiyor; o bir yandan hastaları tedavi etmek için insanüstü bir gayretle çalışırken, diğer yandan morfinin yokluğu ve varlığının neden olduğu zıt ruh halleri arasında gidip gelmektedir. Hatta kendisine sorulan bir soruyu, “Benim için sadece iki sınıf vardır: Hasta ve sağlıklı” cümlesi ile cevaplar konudan kaçmak için. Doktorun çok zor vakalarda gösterdiği mucizevî başarıların kısmen de morfine, onun verdiği özgüven ve enerjiye bağımlı olduğunu hissettiriyor film ama aynı maddenin doktorun üzerinde yaratacağı vicdan azabının da sorumlusu olmasına da tanık ediyor bizi. Bağımlılığın başlangıcını olmasa da, sürecini ve sonuçlarını seyircinin ilgisini çekecek bir başarı ile anlatıyor film özetle söylemek gerekirse.

Başta doktorun çalışma ve yaşam alanları olmak üzere set tasarımları oldukça başarılı filmin ve Aleksandr Simonov’un görüntü çalışması bu tasarımların da katkısı ile hayli çekici. Doktorun elinde çantası ve kar altında yürüdüğü, etrafında çocukların kar topu oynadığı sahnede bir klasik tablo havası yaratmak ama bunu bir görsel oyun yapaylığından uzak bir şekilde yapmak gibi anılması gereken başarıları olan görsel çalışmada iç mekânlarda doğal ışıklandırmanın kullanılması da (ya da en azından bu hissin yaratılabilmesi) doğru bir seçim olmuş kattığı gerçekçilik açısından.

2013’te hayatını kaybeden ve Stalin’i suçun babası olarak resmetmeyi planladığı filmi çekemeyen yönetmen Balabanov Sovyet dönemine hiç sıcak bakmayan bir sinemacıydı. Burada Rusya’nın komünizme geçiş süreci ile hikâyenin kahramanının bağımlılık sürecinin eş zamanlı ilerliyor olması, bu açıdan bakıldığında manidar görünebilir meraklılarına ama hikâye böyle bir ilişkilendirmeyi mutlak kılacak bir yaklaşımdan uzak durmuş. Dolayısı ile bu bağlantı bir ihtimal olarak elle tutulur olsa da, ille de bu tür bir okumayı gerekli ve doğru kılmıyor hikâye.

(“Morphine”)

Breezy – Clint Eastwood (1973)

“Evet, belki bu gece yatacak bir yere ihtiyacım vardı. Ama tanıdığım tek kişi sen değilsin. Sadece, burada seninle kalmak güzel olur diye düşünmüştüm. Ama şunu bil ki sabah uyandığımda yanımda olduğuna beni pişman edecek hiç kimse ile yatmadım hiç ama eminim sen yapmışsındır bunu”

Özgür ruhlu bir genç kızla, otostop yaparken tanıştığı ve yaşı kendisinden hayli büyük erkek arasında başlayan ve aşka dönüşen ilişkinin hikâyesi.

Jo Heims’in orijinal senaryosundan Clint Eastwood’un çektiği bir ABD yapımı. Eastwood’un 1970’lerde sert hikâyelerin oyuncusu olarak popülerliğinin zirvesinde gezindiği bir dönemde çektiği ve önceki yönetmenlik çalışmalarının aksine kendisinin rol almadığı (bir sahnede “Marinadaki adam” olarak çok kısa geliyor görüntüye) ilk film olan bu çalışma, yaşlanmakta olan bir adam ile 70’lerin özgür ruhlu gençlerinden (hippilerinden ya da) bir kız arasındaki aşkı anlatan bir romantik dram. Başrollerde William Holden gibi klasik Hollywood döneminin ustalarından birinin ve kariyerinin başlarında (ve o tarihte 19 yaşında olan) Kay Lenz’in yer aldığı film gişede başarısız olmuş ve hikâyesinin yeterince güçlü olmaması nedeni ile seyirci üzerinde kayda değer bir etki yaratamamıştı. Eastwood gişe başarısızlığını yapımcı firmanın pazarlama eksikliğine bağlasa da film Hollywood’un güçlü romantik dramlarından biri değil açıkçası. Holden’ın aksamayan performansı, -filmin Türkiye’de vizyona girdiği adı referans alırsak- “İkinci Bahar” şansı karşısında bir yetişkinin tutumunu özenle anlatması ve bir küçük hikâye tadını taşıması ile ilgi ile seyredilebilir yine de.

Yataktaki uyuyan genç bir çıplak çiftle açılıyor film. Kameranın taradığı mekândaki objeler bir hippi evinde olduğunu gösterirken bize, kadının hareketlerinden ve sonra da adamla aralarındaki konuşmalardan aslında orada yaşamadığını ve ilk defa bir önceki gün tanıştıklarını anlıyoruz. Kadın gitarını alıp çıkıyor özgür hayatına devam etmek üzere. Breezy adındaki ve 19 yaşındaki genç kadın kısa bir süre sonra, eşinden boşanmış bir erkek olan ve aralarında 31 yaş fark olan emlakçı bir adamla tanışacak ve erkeğin planlamadığı ve beklemediği bir içeriğe doğru ilerleyecektir ilişkileri. Michel Legrand’ın Altın Küre’ye aday gösterilen başarılı müzikleri ve şarkısının (“Breezy’s Song” adlı bu şarkıyı Shelby Flint seslendiriyor) sağlam bir destek sağladığı ve işte bu ilişkiyi anlatan hikâye yeterince güçlü değil ama yine de aşktan hangi koşul altında olursa olsun uzak durmamak gerektiği duygusunu seyirciye geçirmeyi başarıyor. Adamın kötü biten evliliğinin sonucu olarak, hiçbir bağlanma ve söz içermemesine özen gösterdiği ve çoğu bir gecelik olan ilişkilerle süren hayatına özgür ruhlu ve koşulsuz/beklentisiz sevmeye inanan genç kadının getireceği heyecan hem olumlu hem olumsuz etkiler yaratacaktır doğal olarak ve film de seyirciyi bu maceraya ortak etmeyi başarıyor çoğunlukla.

Bir sinema filminden çok, bir televizyon filmini çağrıştırıyor Eastwwod’un sinema dili burada ama hikâyesine hizmet ediyor yine de. Genç kadının kurallardan ve kısıtlardan bağımsız, herkesin içindeki iyiye odaklı naif yaklaşımı ile adamın tam ters yöndeki tutumunun doğal çatışmasını içerik ve görsellik açısından bize yeterince taşıdığını söyleyemeyiz filmin. Holden’ın karakterinin bağlanmama prensibinin bağlanmanın toplumsal kısıtlarından uzak olan bir kadın tarafından tehdit edilmesi aslında oldukça ilginç bir kaynak yaratıyor bir dramatik gerilim için ama hikâyenin bunun üzerine hak ettiği kadar gittiğini söylemek zor. Bunun yanında, erkek ile kadın arasındaki yaş farkının zaman zaman rahatsız edici bir “erkek bakış açısı” ile ele alındığı hissini de veriyor film. Bir sahnede adamın uyumakta olan genç kadını omuzlayarak eve götürdüğünü ve yatırdığını görüyoruz ve bir diğerinde adam, köpek ve pamuk şekeri yiyen kız resmi bize bir aile tablosunu hatırlatıyor daha çok. Benzeri seçimlerle (veterinerdeki köpek sahnesi veya kızın adama sevgisini dile getirirken kullandığı sözcükler) birlikte bilinçli (ve dolayısı ile tehlikeli) bir tercih mi bu emin değilim ama kadının tüm “özgür ruhu”na rağmen ilişkinin geleceği ile ilgili kararın finalde adam tarafından atılan/atılmayan bir adımla belirlenmesini de eklerseniz bunlara, bir parça kuşku duymanız gerektiği açık olan biteni seyrederken.

Breezy ilginç bir karakter; sevgi dolu olması ve herkesi sevmeye (ve vermeye) odaklanması Camille Vidal-Naquet’in 2018 tarihli “Sauvage” filminde Félix Maritaud’nun canlandırdığı Léo karakterinin öncülü bir bakıma. O da insanların kötü olabileceğinden bağımsız hareket ediyor ve adamın kendisini uyarmasına rağmen (“Karşındaki ne kadar kötü olursa olsun, iyi bir yanını buluyorsun. Ama dünyada sadece kötü olan şeyler, tek amacı kötülük yapmak olan insanlar da var”) inandığı yoldan vazgeçmiyor. Filmin kusurlarına rağmen ilgiyi hak etmesinde bu karakterin önemli bir payı var kuşkusuz. Ne var ki “Sauvage” ve baş karakterinin seyirci üzerinde bıraktığı güçlü etki ile karşılaştırıldığında, Eastwood’un bu filmindeki karşılıklarının fazlası ile mütevazı kalması kaçırılan fırsatın da göstergesi oluyor açık bir şekilde.

Holden’ın dengeli ve güçlü oyunculuğunu özenle sergileyerek önemli bir katkı sağladığı filmde Lenz de yeni bir oyuncu olarak hiç aksamıyor ve iyi bir oyunculukla, aksi bir durumda zorlama görünebilecek bir karaktere hakkını veriyor. Türkçe adının çağrıştırdığının aksine sadece bir insanın son bir fırsatını değerlendirmesini anlatmıyor hikâye; yaş farkından özgürlüğe bağlanma korkusundan aşkın özüne ve iyiliğe inanmaya farklı alanlarda geziniyor hikâye ve tıpkı orijinal adının vurguladığı gibi bir insanın, hayatına rüzgâr gibi girip ona hayat katan bir diğerinin yarattığı sonuçları anlatıyor. Bir klasik değil kesinlikle ama yine de derli toplu anlatılmış bir hikâye olarak izlenmeyi hak eden bir çalışma.

(“İkinci Bahar”)

Love Affair – Leo McCarey (1939)

“Sana çocukken masal değil, Casanova’nın anılarını okumuş olmalılar”

Fransa’dan ABD’ye giden bir gemide tanışan ve her ikisi de başkaları ile nişanlı olan bir kadın ile bir erkek arasında gelişen aşkın hikâyesi.

Senaryosunu Leo McCarey ve Mildred Cram’ın orijinal hikâyesinden yola çıkarak Delmer Daves ve Donald Ogden Stewart’ın yazdığı, yönetmenliğini Leo McCarey’in yaptığı bir ABD yapımı. İlki yine McCarey tarafından olmak üzere Hollywood’un daha sonra iki kez daha sinema perdesine uyarladığı film Oscar’a aralarında En İyi Film’in de bulunduğu altı dalda aday olmuştu ve Hollywood’un klasik döneminin parlak örneklerinden biri. Romantik komedi ve dramdan beslenen film dönemi için fazla cüretkâr olduğundan senaryosu birkaç kez yeniden yazılan, iki başrol oyuncusunun (Charles Boyer ve Oscar’a aday gösterilen Irene Dunne) yönetmenin teşviki ile doğaçlamaya da başvurdukları eğlenceli ve güçlü performansları ile dikkat çeken ve Amerikan sinemasının hikâye anlatma becerisinin kendisini gösterdiği bir çalışma. Başta şarkılı sahneleri olmak üzere farklı unsurların hikâyeye eğreti bir şekilde ve gişe gözetilerek eklendiği açık olan bölümlere sahip olmak gibi önemsiz olmayan bir kusuru olsa da eğlenerek ve birkaç gözyaşı da dökülerek seyredilebilir.

İki başrol oyuncusunun da en sevdikleri filmleri arasında yer alan ve gösterime girdikten sonra restoranlarda “pembe şarap” (rosé) satışlarını birdenbire artıran çalışma film ve kadın oyuncu dışında, yine kazanamadığı dört dalda daha aday olmuş Oscar’a: Orijinal Senaryo, Yardımcı Kadın Oyuncu (Maria Ouspenskaya), Sanat Yönetimi ve Orijinal Şarkı. Bu adaylıklardan sonuncusunu sağlayan “Wishing” adlı şarkı başarılı bir çalışma ama filmin yaratıcılarının ticarî bakışını da ele veren ve hikâyeye doğal bir şekilde yerleştirildiği söylenemeyecek en önemli iki unsurdan biri. Birden fazla “şarkı söyleme” sahnesi var filmde ve hikâyeye gereksiz bir yarı-müzikal hava katıyor nerede ise bu bölümler. Tıpkı gemideki küçük çocuk sahnesinin (bu rolde dönemin tanınan çocuk oyuncularından biri olan ve kötü sonuçlanan oyunculuk kariyerinin de etkisi ile henüz 38 yaşında hayatına intihar ederek son veren Scotty Beckett var) anlaşılan çocuğun sevimliliğinden ve tanınırlığından yararlanmak için eklenmiş görünmesi gibi bu müzikli sahneler de hikâyeye yararı olmayan bir odak değişikliği getiriyor. Neyse ki filmin bugün -aradan geçen seksen üç yılı ve benzer hikâyeleri anlatan onlarca filmi düşününce doğal görünen- eskimiş dili ile birlikte kayda değer tek önemli kusurları bunlar ve yapıtın tadını çıkarmaya engel teşkil etmiyorlar.

Ünlü bir çapkın olan ve pek de üzerine düşmese de ressamlık yapan Fransız Michel ile gece kulüplerinde şarkıcılık yapan Terry’nin okyanusu geçerek ABD’ye giden bir transatlantikte tanışmaları ile aralarında gelişen aşkı anlatıyor film. Her ikisini de New York rıhtımında nişanlıları beklemektedir ve aniden kendilerini içinde buldukları bu yeni aşkın zamana ve koşullara karşı gücünü test etmek üzere altı ay sonrası için tekrar görüşmek üzere sözleşerek ayrılırlar. Bunu ve sonrasını anlatan senaryo ilk yazıldığında olaylar 1850’li yıllarda geçiyormuş ve bir Fransız diplomat ile bir Amerikalı kadının ilişkisini anlatıyormuş ama sonra oldukça önemli değişiklikler yapılmış metinde. Yaklaşmakta olan İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde bir Fransız ile bir Amerikalı arasında bu tür bir evlilik dışı ilişkiyi doğru bulmayan Fransız elçiliğinin rahatsızlığını iletmesi ve sansür kurumunun hikâyeyi zinayı teşvik edici bulması gibi nedenlerle yapaılan değişikliklerle farklı bir dönemde ve farklı karakterler arasında geçen bir hikâye çıkmış ortaya. 1957’de “An Affair to Remember” adı ile yine McCarey tarafından ve bu kez Cary Grant ve Deborah Kerr ile tekrar çekilen ve yine çok beğenilen hikâye 1994’te ise orijinalinin aynı isimle ve Glenn Gordon Cardon tarafından üçüncü kez taşınmış perdeye (Başrollerde bu kez Warren Beatty ve Annette Bening yer almış bu pek beğenilmeyen uyarlamada).

Özellikle gemide geçen ilk bölümünde hayli başarılı bir sonuç elde edilen bir film çekmiş Leo McCarey. Diyaloglar esprili, hikâyenin temposu ve içeriği oldukça uyumlu ve yönetmenin görsel çalışması da görüntü yönetmeni Rudolph Maté’nin katkısı ile oldukça çekici. Özellikle komedilerdeki başarısı ile bilinen yönetmenin bu türdeki yeteneklerini gemide geçen bu sahnelere parlak bir şekilde taşıdığını söyleyebiliriz. Her ne kadar hikâyedeki gervarlıkları hayli sorunlu olsa da şarkılar da (orijinal besteler yanında bir Fransız klasiği olan “Plaisir d’amour”u da Irene Dunne’un sesinden dinliyoruz ve aşkın zevklerinin kısa ama acısının bir ömür boyu süreceğini hatırlıyoruz bir kez daha) renk katıyor filme. İlk öpüşmenin okyanustaki korkunç dalgalı ve fırtınalı bir âna denk gelmesi veya hiç gelmeyecek bir âşığı bekleme sahnesinin gök gürültüsü ve şimşeklerle bitmesi gibi küçük oyunlara da başvuran McCarey dram, romantizm, komedi ve hatta melodramın tümünden birer dozun özenle yerleştirildiği filmle seyircisinin ilgisini çekmeyi başarıyor.

Bollywood’un da “An Affair to Remember”dan yola çıkarak iki kez (Kalidas’ın 1965 tarihli “Bheegi Raat” ve Indra Kumar’ın 1999 yapımı “Mann“) beyazperdeye aktardığı hikâyede Irene Dunne ve Charles Boyer rollerinin hakkını verirken romantizmi de dramı da eşit başarı ile getiriyorlar karşımıza ve özellikle Dunne karakterinin gücünü, zarafetini ve fedakârlığını seyircinin ilgisini hep üzerinde tutmayı başararak anlatıyor. Maria Ouspenskaya’nın Oscar adayı performansında sıcak bir sevimlilik ve hüznü yansıttığı Portekiz sahnesi ile yüreklere de dokunan (sahnenin dinî içeriğini boşvermekte yarar var) filmin aradaki ayrılık bölümünde (o şarkı ve yetimhane sahnelerinin gereksizliği yüzünden) odağını kaybedip başarı düzeyini düşürdüğü bir gerçek ama yine de eski Hollywood’dan gelen bir klasik olarak keyifle izlenebilir.

Bambaru Avith – Darmasena Pathiraja (1978)

“Hayır, onları sen öldürmedin. Senin yaşam tarzın öldürdü onları”

Küçük bir balıkçı kasabasına gelen şehirli bir girişimcinin bölgedeki dengeyi bozması ile gelişen olayların hikâyesi.

Darmasena Pathiraja’nın yazdığı ve yönettiği bir Sri Lanka yapımı. Yönetmenin en önemli filmi kabul edilen çalışma, ülke içinde yapılan bir değerlendirmede Sri Lanka’da sinemanın ilk 50 yılında çekilen filmler arasında 4. sıraya yerleştirilecek kadar da beğenilen bir yapıt olmuş; orijinal müziği ve folk şarkılarını çekici biçimde kullanabilen, dramatik ve romantik bir hikâyeye politik bir bakışı da yedirmeyi ihmal etmeyen ve sondaki altı fazla çizili manifesto hariç tutulursa bunu ince bir şekilde yapan ve gerek görsel anlayışı gerekse hikâyesi bizde özellikle 1960 ve 70’li yıllarda çekilen politik filmleri, örneğin Yılmaz Güney filmlerini hatırlatan önemli bir yapıt bu.

Hikâyedeki karakterlerden biri olan ve dile getirdiği görüşleri, elinde hep kitap olması ve gözlükleri ile bir sosyalist aydın havasındaki adam hikâyenin sonlarına doğru köy halkına (daha doğrusu bize) hitap ederken ve üstelik köydeki eski yaşamı tanımlamak için komünizm kelimesini de kullanarak Pathiraja’nın ne anlatmak istediğini çok açık ortaya koyuyor filmin. Kuşkusuz adamın “nutku” gereğinden fazla didaktik ve dikkatle seyreden bir seyirci için hatta gereksiz bir vurgu da içeriyor ama neyse ki kısa sürmesinin de katkısı ile bu tercih çok da rahatsız etmiyor. Köye şehirden gelen “Küçük Bey”in orada balıkçılık üzerine kurulu hayatların düzenlerini, “oraya ait olmayan” ve aydın arkadaşının ifadesi ile “ne denizi ne de halkını seven” birisi olarak bozması ile ortaya çıkan sonuçları anlatıyor film. Bir köye “kapitalizmin girişi” ile yaşananlar seyrettiğimiz ve halk(lar)ın iradesinin yerini dışarıdan sermaye ile gelenlerin ve bunun sonucu olarak merkezî bir gücün aldığı bir kısa tarihi seyrediyoruz. Filmin sadece “sermaye”yi değil, yöredeki güçlü adamın kurduğu otoriteyi de eleştirisinin kapsamına alması ve halkın iradesini öne çıkarması ayrıca önemli. Senaryo aynı kadını seven iki farklı karakter üzerinden, tüm arsızlığı (ya da özensizliği) ile dışarıdan gelenlerin neden olduğu trajedileri doğal bir biçimde yerleştirebilmiş hikâyeye.

Darmasena Pathiraja hikâyesini anlatırken başta ve sondaki köy halkı görüntüleri veya cenaze sahnesi gibi bölümlerle bireysel değil, toplumsal olana önem verdiğini ortaya koyuyor net bir şekilde ve Türkiye sinemasında da örneğin Yılmaz Güney veya Şerif Gören filmlerinden aşina olduğumuz fotoğraflar çıkarıyor karşımıza. Sinema dili bir parça ham ve hatta bugüne göre bir parça eskimiş duruyor ama yönetmenin hikâyesine ve karakterlerine anlamak ve hikâyelerini anlatmak odaklı bakışı gerekli zenginliği katıyor yapıta. Tıpkı Güney’de olduğu gibi halkını seven, meselelerini dile getirmeye özen gösteren ve bunu bir sinemasal çerçeve içinde yapmaya gayret eden bir sinema dili burada yönetmenin kullandığı. Eserlerinde yerel motifleri Hint ve Batılı havalarla kaynaştırarak çağdaş bir “sound” yakalaması ile bilinen Premasiri Khemadasa’nın hayli güçlü ve başarılı müziklerinin (filmden bağımsız olarak da dinlenebilecek bir zenginliği var bu çalışmaların) gerekli dramatik havayı yakalamakta önemli bir katkı sağladığı film, “Burası onların toprakları. Kendi iyilikleri için neyin en iyisi olduğuna karar vermek onların en doğal hakkı” repliğinin özeti olabilecek bir hikâye anlatıyor bize.

Yönetmen birkaç sahnede klasik sinema dilinden uzaklaşıyor ama bunu filmin geneli ile herhangi bir uyumsuzluk yaratmayacak şekilde yapıyor. Örneğin “ilk sevişme” sahnesi, bir şarkının hâkim olduğu “kadın ve iki âşığı” bölümü ve boş bir mekânda karakterler gösterilmeden sadece yankılanan seslerinin duyurulması filme kayda değer bir farklılık katıyor. Hikâye yorumlara açık bir şekilde deniz kenarında sona ererken toplumsal meselelerin kurbanlarının arasında kadınların hemen her zaman yer aldığını da söylüyor doğru bir saptama ile. Donald Karunaratna’nın görüntülerinin yönetmenin hayal ettiği görsel atmosferi çekici bir şekilde yarattığı filmin adının ima ettiğini de atlamamak gerekiyor; hikâyede köyün güçlü adamı bir kadına kendi göğsünü ve oradaki haç dövmesini işaret ederek “Arılar burada” diyor ve bir diğer sahnede iki farklı aşkın hedefi olan genç kadını annesi “arıları kendisine çekebileceği” uyarısı ile azarlıyor. Hikâyedeki halkın her türlü varlığına (balık, toprak, iktidar, kadın bedeni vs.) işte bu ifadeleri hatırlatacak şekilde üşüşen “arılar”ın neden olduklarını anlatan bu ilginç yapıt sade ve sakin dili ile geniş kitlelerin ilgisini çekemeyebilir ama Sri Lanka sinemasından önemli bir örnek olarak ilgiyi hak ediyor kesinlikle. Filmde Küçük Bey Viktor’u canlandıran Vijaya Kumaratunga ile ilgili önemli bir bilgiyi eklemekte de yarar var son bir not olarak. Ünlü oyuncu sosyalist bir partinin kurucusu ve lideriydi ve 1988’de politik bir suikast sonucu hayatını kaybetmişti. Onun ölümünden sonra bir süre partiyi yöneten eşi Chandrika Bandaranaike ise ülkenin ilk ve bugüne kadarki son kadın cumhurbaşkanı olarak 1994 – 2005 arasında Sri Lanka’yı yönetmiş.

(“The Wasps are Here”)