“Başkalarını düşündüğümüz kadar insanızdır”
Babası yoksul bir mahalledeki halkın ev sahibi olma arzusunu sömüren bir müteahhit olan, üniversite öğrencisi bir genç kızla o mahallede oturan bir belediye otobüsü şoförünün aşkının ve genç adamın halkın mücadelesine katılması sonucu yaşananların hikâyesi.
Senaryosunu Vedat Türkali’nin yazdığı, Ertem Göreç’in yönettiği bir Türkiye yapımı. İkilinin birlikte imza attığı filmlerin iki parlak örneğinden biri olan (diğeri 1965 tarihli “Karanlıkta Uyananlar”) yapıt 1960’lı yılların başında İstanbul’da yaşanan gerçek bir olaydan esinlenen ve günümüzde korkunç boyutlara ulaşan imar rantı yolsuzluğunu anlatan ilk öykülerden biri. Sınıf meselesini öyküsünün parçası yapan ve “sosyal gerçekçi” türe sokabileceğimiz film, sinemamızın komedi türündeki örneklerinde de bir zamanlar sıkça resmettiği sınıf ve mahalle dayanışmasını da işleyen, Göreç’in dinamik (ama arada aksayan) dilinden beslenen, kimi teknik tercihleri ile Yeşilçam kalıplarının dışına çıkan ve kimi problemlerine rağmen sinemamızın ilgiyi hak eden çalışmalarından biri.
1960’ta Orhan Elmas’ın senaryosundan çektiği “Kanlı Sevda” ile ilk kez yönetmen koltuğuna oturan Ertem Göreç bugün en çok Vedat Türkali’nin senaryolarından çektiği iki filmle anılıyor: “Otobüs Yolcuları” ve sinemamızın grev ve işçi hakları ile ilgili ilk örneği olan “Karanlıkta Uyananlar”. Yine Türkali’nin senaryosuna dayanan birkaç film dışında, Ertem Göreç’in filmografisi tipik Yeşilçam örnekleri ile dolu genel olarak. Bu durum yukarıda anılan iki filmin başarısının Göreç’ten çok, Türkali’ye ait olduğunun düşünülmesine ve yazılmasına yol açtı sinema tarihimizde; bugünün gözü ile baktığımızda, bunun haklılık ve haksızlık paylarını birlikte içeren bir saptama olduğunu söylemek mümkün. “Otobüs Şoförleri” özelinde baktığımızda; filme çekicilik katan unsurların çoğu Türkali’nin öyküsünden kaynaklansa da, Göreç’in bu öyküye dinamizm katan yönetmenliğinin de filmin olumlu yönlerinde payı olduğunu söylemek gerekiyor. Benzer şekilde sorunların bir kısmı da Türkali’nin senaryosundan, bir kısmı da Göreç’in zaman zaman aksayan mizanseninden geliyor. İlk kez Suphi Kaner’in yönettiği ve senaryosunu kendisinin yazdığı ilk film olan “Üsküdar İskelesi” setinde tanışmış Göreç ile Türkali ve yıllar sonra onun için söyle demiş: “Kitaplardan edindiklerimin çok üstünde, sinema pratiğini öğrenmemde, Türk Sineması’nı tanımamda bana değerli yardımlar sağlayan, yol göstericilik eden bir insan”.
Trafiğin yoğun olmadığı ve varlıklı kişilerin de otobüse binmesinin doğal olduğu yıllarda, İstanbul ilk kez “burunsuz” belediye otobüsleri ile tanıştığı bir zamanda öykü aklına düşmüş Türkali’nin: “Nişantaşı’nda, öğrenci genç kız görünümünde varlıklı bir bayanın, bir gün gelip otobüsün burnuna oturması takılmıştı kafama. Sırtını arabadakilere dönmüş bu güzel bayana, alaylı bakan şoför de bıçkın bir oğlan…”. Öyküde bu varlıklı bayanın adı Nevin (Türkân Şoray) ve İstanbul Üniversitesi’nde arkeoloji okuyor. Filmdeki otobüsümüz Yeşiltepe – Beyazıt hattında çalışıyor. Erkek kahramanı ise bu hikâyenin, liseyi son sınıfta terk etmek zorunda kalmış, Kemal (Ayhan Işık) adında bir şoför ve onun için bıçkın sözcüğünü doğru kılan, TDK tanımlarından yola çıkarsak, “kabadayı” değil, “gözü pek, yürekli, cesur” olması. Otobüste tanışan ikili arasında bir aşk doğarken, Nevin’in babasının (Atıf Kaptan) mahalle halkına yaptıkları aralarında sorun yaratacak ve genç kız babası ile sevgilisi arasında kalacaktır.
Vedat Türkali 1984’te yayımlanan ve senaryolarından dördünü (“Otobüs Yolcuları”, “Karanlıkta Uyananlar”, “Bedrana” ve -Türkali’nin ifadesine göre “çalınarak” Erdoğan Tünaş imzalı senaryodan Osman Seden’in çektiği “Batsın Bu dünya” (1975) filminde kullanılan- “Umutsuz Şafaklar”) içeren “Eski Filmler” adlı kitabında öyküsünün ilham kaynağı olan gerçek olay için şöyle yazmış: “Kent kıyısında GÜVENEVLER adıyla bir ortaklığın yaptırdığı yapılardaki yolsuzluk, o günkü gazetelerde yer almış, yöneticileri tutuklanıp mahkemelere götürülmüşlerdi … halkı, orta katmanları … sömüren dalavereci yapı ortaklıklarının serüveniydi anlatacağımız. Güvenevler dosyasını inceledik. Otobüs şoförüyle, arabanın burnundaki çalımlı kız öyküsü oturmuştu bu olaya…”. İşte bu inşaat işindeki yolsuzluğu ve İstanbul’un şehircilik tarihinin, üzerinden anlatılabileceği arazi mafyasını odağına alan öyküyü Yalçın Tura’nın, dönemin yabancı filmlerinde de göreceğimiz üzere hemen her sahnede duyduğumuz ve duyguların altını çizen müziği ile anlatıyor film. Bugünün sinema anlayışı için müziğin kendisini fazla gösterdiğini kabul etmek gerekiyor ama Tura’nın sahnelerin içeriğine uygun ve seyrettiğimizi bire bir takip eden notalar yaratma hassasiyeti ve becerisi de çok açık. Filmin müziklerinden bahsetmişken, bir inşaat alanındaki yaşlı işçi karakteri aracılığı ile sesini ve sazını duyduğumuz Ruhi Su’dan da söz etmek gerekiyor: 27 Mayıs darbesi sonrasındaki “özgürlük” ortamı sadece bu filmin çekim koşullarını rahatlatmamış; aynı zamanda, Demokrat Parti döneminde, 1952 – 57 arasında komünizm propagandası suçlaması ile cezaevinde kalan ve işkence gören Ruhi Su’nun adının ve sesinin filmde kullanımını da mümkün kılmış. Filmin Ruhi Su’nun sesini ve sazını yaşlı işçiye yeterince doğal bir biçimde oturtamamasını bir eksiklik olarak belirtelim bu arada ve Su’nun buradaki türküsünün (“Şoförün altında beylik otobüs / Yanında bir okur yazar güzel kız / Hepimizin derdi yuva derdidir / Kimseler kalmasın yurtsuz yuvasız…”) hiçbir kaydının yayınlanmadığını ve sadece bu filmde kaldığını da üzücü bir not olarak ekleyelim.
Türkali’nin “Türk sinemasının ilk yürekli yapımcılarından” diyerek övdüğü ve aralarında “Ah Güzel İstanbul” (Atıf Yılmaz, 1966), “Şehirdeki Yabancı” (Halit Refiğ, 1965), “Yılanların Öcü” (Metin Erksan, 1961), “Üç Tekerlekli Bisiklet” (Memduh Ün ve Lütfi Akad, 1961) ve “Kırık Çanaklar” (Memduh Ün, 1960) gibi sinemamızın başarılı örnekleri de bulunan filmlerin yapımcısı olan Nusret İkbal bu filmde de aynı rolü üstlenmiş. Sekiz yıl boyunca yapımcılık yaparak Yeşilçam’ın sınıfı geçen pek çok filminin çekilmesini mümkün kılmış ama bu filmlerin bazılarının “sakıncalı” öyküleri nedeni ile karşılaştığı baskılar yüzünden sinema sektöründen çekilmek zorunda kalmıştı İkbal. “Otobüs Yolcuları” gerçek bir yolsuzluk olayını anlatırken pek de sakıncalı sularda yüzmüyor aslında ve örneğin devletle ilgili en ufak bir eleştiri ya da ima da içermiyor. Öyküye esin kaynağı olan Güvenevler yolsuzluğunu doğuran nedenlerden biri 1950’lerde Demokrat Parti iktidarında büyükşehirlerde, özellikle de İstanbul’da hızlı şehirleşme ile birlikte patlayan arsa ve imar rantıydı elbette ama elle tutulur bir gönderme yok senaryoda bu gerçeğe. Buna karşılık, filmin sinema açısından kesinlikle en başarılı bölümü olan sahnedeki isyan ruhu, o dönemde sansüre takılmamış olması 27 Mayıs atmosferinin sonucu elbette, bu bağlamda dikkat çekiyor.
Sinemaya yardımcı yönetmen ve kurgucu olarak başlayan Ertem Göreç’in filmdeki yönetmenlik çalışmasında öne çıkan iki unsur var: dinamik anlatımı ve bu dinamizmi sağlayan kimi teknik tercihler ki bunlar arasında görüntü yönetmeni Turgut Ören’in kamerasının kullanımı öne çıkıyor. Jenerik boyunca garajdan çıkan ve gün boyunca İstanbul’un yollarında yolcuları şehrin dört bir yanına taşıyacak olan otobüsleri izliyoruz; ilk sahnede ise yeni transfer edildiği Yeşiltepe – Beyazıt hattındaki ilk gününde otobüs biletçisi (Salih Tozan) ile konuşan Kemal’i görüyoruz. Tek planda ve Ayhan Işık’ın gerçekten kullandığı otobüsün içindeki kamera ile çekilen bu sahne, açılış jeneriği görüntüleri ile birlikte filmin sosyal gerçekçi havasının ilk örneği oluyor. Kameranın gerçekçi görüntüler yakalama çabası çoğunlukla karşılığını buluyor filmde ve bu da yapıtı Yeşilçam’ın o dönemdeki örneklerinden farklı bir yere oturtuyor. Göreç’in o dönemlerde yeni başlamış olan Fransız Yeni Dalga akımından etkilendiğini hatırlatan bu giriş, senaryonun halkçı, halkın yanında duran duruşunun ilk örneklerini de izlememizi sağlıyor. Otobüse Yeşiltepe’deki kalkış noktasından binen yolcuların hepsinin birbirini tanıması ve selamlaşmakla yetinmeyip, birbirlerinin yaşamları hakkında bilgi sahibi olması sadece sinemamızın değil, toplumun da unuttuğu mahalle ruhu ve mahalleli dayanışmasının tüm diriliği ile hayatta olduğu zamanları getiriyor karşımıza ve filmin sol duruşunun da bir göstergesi oluyor. Bu ruhun karşısına çıkarılan ise Nevin’in, babası, halaları ve erkek kardeşi ile yaşadığı evdeki hava olmuş; bireysel çıkarlara dayalı bu yaşamlar oldukça abartılı çizilmiş senaryo tarafından ama yine de meselesini seyirciye geçirmeyi başarıyor. Bu farklı yaşamların altını çizmekle yetinmiyor senaryo ve Nevin’in dayısının (Avni Dilligil) o evdekilerle çatışmasını da sık sık kullanıyor bu bağlamda.
1960’da Türker İnanoğlu’nun “Köyde Bir Kız Sevdim” filmi ile sinemaya giren Türkân Şoray’ın ilk önemli filmi olan çalışma için bu büyük yıldızımız “Sinemam ve Ben” kitabında, “… popüler Yeşilçam filmlerinin egemen olduğu yıllarda yapılan, dikkatleri çok çeken, gerçekçi bir film” demiş ve “eleştirel içeriği”nden duyduğu mutluluğu belirtmiş. Sinema tarihimize “Türkân Şoray Kanunları” ile de geçen oyuncu 18 maddeden oluşan bir liste hazırlar 1966’da; “mutlak ve değişmez şartlar” başlığı altında “Türkân Şoray açık seçik sahne çevirmez, öpüşmez” koşulu da yer alır işte bu listede. Yapımcılar başta oyuncuyu boykot etme kararı alsalar da, kazanan Şoray’ın bir yıldız olarak gücü olur ve Atıf Yılmaz’ın 1982 tarihli “Mine” filmine kadar da yatak sahnesi olmaz filmlerinde. “Otobüs Yolcuları” filminde çok kısa da olsa bir öpüşme sahnesi yer alıyor ama Şoray’ın kendi anlatımı ile yazılan “Sinemam ve Ben” kitabı da dahil olmak üzere tüm kaynaklarda yıldız oyuncunun ilk öpüşme sahnesinin Hulki Saner’in 1962 tarihli “Zorlu Damat” filminde ve yine Ayhan Işık ile çekildiği yazıyor. Bu bir hata mı, yoksa “Zorlu Damat” daha önce çekildi ama daha geç mi vizyona girdi bilinmez ama o kitapta “… ama ben o güne kadar hiç öpüşmemiştim, öpüşmek nasıl olur bilmiyordum” diye Şoray’ın bir “ilk öpüşme”yi yanlış hatırlaması pek de mümkün görünmüyor.
Aralarında Nevin’in erkek kardeşinin de olduğu motosikletli gençlerin bir kadını “kötü adamlardan kurtarması” gibi bazı sahnelerin öyküye herhangi bir katkısının olmadığı ve Nevin’in okul arkadaşları olan Veli (Suphi Kaner) ve Necile (Suna Pekuysal) karakterleri ile yaratılan mizahın gereksiz ve hatta yanlış göründüğü filmde sınıf meselesi aslında hikâyenin göbeğinde; ne var ki -anlaşılabilir nedenlerle- doğrudan dile getirilmiyor bu konu. Kemal’in şoförün bir emekçi olarak değerini ve halka hizmet etmesini sağlayan işine duyduğu sevgiyi dile getirmesi yine de dikkatleri çekmesi gereken bir durum. Yine Kemal’in karıncaların çalışmalarını övdüğü sahnenin inşaatta çalışan işçilere bağlanması da aynı bağlamda değerlendirilmeli. Nevin’in babası, oğlunun radyodan duyduğu bir kan aranıyor anonsu için harekete geçmesini “sana mı kaldı!” diyerek engellerken, Kemal’in kendisi ile aslında doğrudan ilgisi olmayan bir kavgaya halk adına müdahil olması bir sınıf duruşu farkını gösteriyor diye de düşünebiliriz. Yeri gelmişken, Kemal’in Yeşilçam’ın tüm kahramanları gibi sadece yakışıklı değil, aynı zamanda zeki, bilgili, cesur ve gerektiğinde yumruklarını da konuşturabilen bir erkek olarak çizilmesinin yanlışlığını ve bunun filmin gerçekçiliğine zarar verdiğini de belirtmekte yarar var. İyi insanlar cesur da olduklarında pek çok şeyi değiştirebilir ya da değişikliği tetikleyebilirler ama iyi insanların aynı zamanda iyi dövüşüp, burada Kemal’in yaptığı gibi aynı anda birkaç kişinin hakkından gelmesi ne gerekli ne de gerçekçi ama Göreç’in filmi de sapmış bu yola.
İnşaatlarda eksik ya da kalitesiz malzeme kullanılması, kaçak kat çıkılması, inşaatla ilgili verilen sözlerin tutulmaması, aynı evin birden fazla kişiye satılması gibi günümüzde boyutları daha artarak devam eden suçların yanında, yine günümüzde de geçer akçe olan din sömürüsünün de ne kadar geriye gittiğini de hatırlatıyor film; halka henüz yapılmamış evleri pazarlayan müteahhitlik bürosunda “cami yaptırma kurumuna bağış yapılabileceği” söyleniyor örneğin. Senaryonun Nevin ile Kemal arasındaki aşkı doğuran unsurları ve Nevin gerçekleri görene kadar o romantizmin canlı kalabilmesini bize ikna edici bir şekilde aktaramamasını, medya ve başta polis ve yargı olmak üzere devlet güçlerinin fazlası ile idealleştirilmesini ve Ruhi Su’nun sesini verdiği karakterin “her şeye tanık olan, kaydeden ve bu kaydı bir esere dönüştüren sanatçı” rolünün kaybolup gitmesini ise filmin problemleri arasına eklemek gerekiyor.
2016’da yaptığı bir söyleşide “yönetmenin montaj bilmesi gerekir” diyen ve “Otobüs Yolcuları”nın kurgusunu da kendisi yapan Göreç’in bu çalışması dönemin Yeşilçam standartlarının üzerinde kesinlikle. Hem yönetmen hem kurgucu olarak başarısını, sinemamızda o tarihlerde rastlamanın pek mümkün olmadığı bir beceri ile çekilmiş “toplu kavga” sahnesinde ve filmin sol duruşunun görsel açıdan en güçlü anlarına tanık olduğumuz “kötüleri kovalayan halk” bölümündeki kamera çalışması, dinamizm ve kurgu net bir şekilde ortaya koyuyor. Yine Türkali’nin senaryosundan çektiği, toprak meselesini ele alan 1964 tarihli “Kızgın Delikanlı” için, “… o meseleleri daha iyi bilen bir arkadaş çekseydi, muhtemelen daha iyi bir film olurdu. Mesela Yılmaz Güney çekseydi o filmi, daha iyi olurdu. Ben bazı şeyleri çok iyi bilmediğim için o mesele ile ilgili eksik kaldım” deme alçak gönüllülüğünü gösteren Göreç’in bu filmi ise, özellikle otobüsün seferleri boyunca İstanbul’un merkez ve çeperinden 1960’ların başlarına ait görüntüleri karşımıza getirmesi ile de ayrıca önem taşıyan bir yapıt. Kemal’in eşyaları arasındaki, Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan” (1954) ve Cevdet Perin’in “Fransız Romantizmi” (1942) kitaplarını özellikle görüntüye getirerek onun dünya görüşü ve birikimi konusunda bize bilgi veren film -zaman zaman bir parça gürültülü de olan bir şekilde- dış ses efektlerine (insan, trafik ve makine sesleri gibi) yer vererek de farklılaşan ve bazı kusurlarına rağmen sinemamızın ilginç çalışmalarından biri kesinlikle. İki büyük yıldız oyuncunun, Ayhan Işık ve o tarihte 16 yaşında olan Türkân Şoray’ın, uyumlu bir ikili oluşturmasının sağladığı önemli katkı ve tüm boyutları ile bir kahraman olarak çizildiği halde, Kemal’in birlikte hareket etmenin gerekliliğini vurgulaması ile de ayrıca çok önemli kuşkusuz bu çalışma.