Schindler’s List – Steven Spielberg (1993)

“Kim ki bir can kurtarır, tüm dünyayı kurtarır”

İkinci Dünya Savaşı sırasında fabrikasında yahudileri işçi olarak istihdam ederek hayatlarını kurtaran Alman iş adamı Oskar Schindler’in hikâyesi.

Avustralyalı yazar Thomas Keneally’nin 1982 tarihli ve Booker ödüllü biyografik romanı “Schindler’s Ark”dan uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu Steven Zaillian’ın yazdığı ve yönetmenliğini Steven Spielberg’in yaptığı film toplam 12 dalda Oscar’a aday gösterilmiş ve bunlardan aralarında En İyi Film’in de olduğu 7’sini kazanmıştı (Diğerleri: Yönetmen, Uyarlama Senaryo, Görüntü Yönetimi, Sanat Yönetimi, Kurgu ve Müzik). Gerçek bir hikâyeyi anlatan filme esin kaynağı olan kitap olayın kahramanlarından biri olan Poldek Pfefferberg’in gayretleri ile yazılmış. Liam Neeson (Schindler), Ralph Fiennes (SS Subayı Amon) ve Ben Kingsley’in (Yahudi muhasebeci Stern) başrollerdeki sağlam performanslarından önemli bir destek alan yapıt Spielberg’in hikâye anlatmaktaki becerisi, dönemi ve Krakow şehrinin Yahudiler için korkutucu atmosferini başarı ile oluşturması, başta kırmızı paltolu küçük kız olmak üzere artık birer klasik olan sahneleri ve elbette hiç unutulmaması gereken bir insanlık suçunu hak ettiği özenle beyazperdeye taşıyabilmesi ile önemli bir yapıt. Özellikle son bölümlerinde Hollywood tarzı numaralara başvurmak ve Schindler’in dönüşümünü yeterince inandırıcı kılamamak problemleri olsa da ve aslında sinema sanatı açısından dikkate değer bir orijinallik içermese de görülmeyi kesinlikle hak eden bir sinema eseri.

Bir Yahudi ailenin evindeki dinsel bir törende yakılan mumlardan çıkan dumanın bir lokomotifin dumanına bağlanması ile başlıyor hikâye. Bu renkli sahne ile açılan film hikâyesinin çok büyük bir kısmını siyah-beyaz olarak anlatıyor, yönetmenin “Soykırım ışığın olmadığı bir hayattı. Bana göre hayatın sembolü renktir. Soykırım hakkındaki bir film bu nedenle siyah-beyaz olmak zorundadır” sözleri ile açıkladığı tercihinin sonucu olarak. Finalde, Schindler’in hayatlarını kurtardığı Yahudilerin bir kısmının onun mezarını ziyaret ettiği sahnede tekrar renkleniyor film ve açılış ve kapanış dışında sadece bir iki kritik sahnede çıkıyor karşımıza renk. Yönetmenin hikâyeye doğru bir şekilde hizmet eden mizanseni, kendisini özellikle öne çıkarmaması ve belgesele yakın bir havaya sahip olması da bu siyah-beyaz seçimi ile uyum göstermiş görünüyor. Küçük kız sahnesinde, yönetmenin kızın paltosunu tüm o siyah-beyaz vahşetin içinde kırmızı ile vurgulaması -Spielberg’in kendi ifadesine göre- yine sembolik bir anlam taşıyor; yönetmen herkesin gözü önünde olup biten soykırımı Amerikan hükümetinin uzun süre görmezden gelmesine bir gönderme olduğunu söylüyor bu tercihinin. Burada eleştiriye açık olan konu ise şu: Kızın kırmızı paltosu başta sadece Schindler karakterinin algısı gibi yansıtılıyor ama sonradan kameranın olan bitene onun gözünden bakmadığı bir çekimde de biz seyirci olarak görüyoruz paltonunun kırmızı rengini yine. Bu doğru bir tercih olmamış açıkçası; çünkü seyirciyi bu görmezden gelmenin faillerinden biri olarak ne o sahneye kadar ne ondan sonra konumlayan bir içeriği var filmin. Dolayısı ile, Schindler’in gözünden kalmalıydı bu renkli görüntü.

1939’da Almanya’nın Polonya’yı işgalinden hemen sonra başlayan filmde yeni yönetim önce tüm Yahudileri şehirlerde kendilerine ayrılan gettolara yerleşmeye zorluyor ve savaş ilerledikçe ya burada, ya da gönderildikleri toplama kamplarında sonları ölüm oluyor Yahudilerin. Oskar Schindler ise bir Alman ve Nazi Partisi üyesi; derdi ideolojik değil, tamamen ticarî onun. İflasını ilan eden bir fabrikayı, varlıklarını başka türlü değerlendirme imkânları bulunmayan Yahudilerin sermayesini ve kendi pazarlama tecrübesini kullanarak satın alıyor ve Alman ordusu için çalışmaya başlıyor. Fabrikanın yöneticisi olarak bir Yahudi muhasebeciyi seçerken, Polonyalılardan daha düşük ücret ödeme hakkı olduğu için işçi olarak da Yahudi getto halkını tercih ediyor. Bu pragmatik yönetim şekli yavaş yavaş ve Yahudilerin karşı karşıya kaldıkları nedeni ile çok farklı bir akışı takip edecek ve sonuç Schindler’in 1,200’e yakın Yahudinin hayatını kurtarması olacaktır.

Spielberg bu hikâyeyi anlatırken, kendisinden bekleneceği gibi etkileyici anlar yaratmayı başarıyor. Yahudilerin evlerine yapılan baskınlar, tüm o korkunç infazlar, çırılçıplak bir halde bir hangara kapatılan kadınların gaz korkusu veya cesetlerin yakılması gibi pek çok farklı bölümde insanlık tarihinde işlenmiş en büyük suçlardan birini net bir şekilde anlatıyor film. Gördüklerimizden etkilenmemek, yirminci yüzyılda insanların nasıl böylesine bir vahşetin failleri olabildiklerini hatırlayarak kaygılanmamak ve günümüzde hâlâ nasıl Nazilerin veya ırkçı türevlerinin dünya üzerinde var olabildiklerini düşünerek korkmamak mümkün değil. Spielberg’in filminin en önemli yanlarından biri de bu olsa gerek: Sanatın uyarıcı ve düşündürücü yanına sahip olabilmek. Film Polonya’daki Yahudilerin yüzlerece yıldır yaşadıkları topraklarda başlarına gelenleri anlatırken, birkaç karakter üzerinden de olsa Yahudilere de eleştiri getirerek doğru bir seçim yapıyor ama buna karşılık sadece kısa bir an ile kısıtlı kaldığı için bir diğer fırsatı da kaçırıyor. Büyük konaklarını terk ederek sefil bir eve yerleşmek zorunda kalan zengin Yahudi ailenin içine atıldıkları yoksulluk karşısındaki şaşkınlıkları ile yoksul Yahudilerin aynı ortama doğal adaptasyonları aslında bir sınıf boyutu da ekliyor hikâyeye ama bir Spielberg filminde elbette ve kesinlikle bu boyutun üzerine gidilmesi beklememeli.

Schindler’in yaptığı kahramanlık dışında, özellikle iyi bir adam olarak resmedilmemesi filmin doğrularından biri. Sonradan dönüştüğü ne olursa olsun, onun başta sadece kazancını düşünen bir iş adamı kimliği taşımasını ve eşine yaptığı haksızlığı olduğu gibi gösteriyor hikâye ve Hollywoodvari bir kaba iyi/kötü ayrımını en azından bu karakter için kullanmıyor. Buna karşılık Amerikan sinemasının -alt yazı oku(ya)mayan ortalama Amerikan seyircisini düşünerek başvurduğu konuşulan dil seçimi burada yine bir problem olarak ortaya çıkıyor. Hikâyede Polonya’da geçiyor ve karakterlerin hemen tamamı ya Alman ya da Polonyalı ama filmin de hemen tümü İngilizce. Almanlar kendi aralarında bazen Almanca konuşurken, bazen de ve çoğunlukla İngilizceye dönüyor dil. Üstelik zaman zaman aksanlı bir İngilizce bu; çünkü Polonya’da çekilen filmde yardımcı karakterlerde oynayanların çoğunluğu Leh aktörler ve doğal olarak da aksandan kaçınılamamış. Belgesel gerçekliğine yakın durmayı seçen ve buna özen gösteren bir filmde, bu tutumun tam tersi bir hava yaratan bir dil tercihi elbette kesinlikle eleştirilmeyi hak ediyor.

1940’lı yılların Krakow’unu yaratabilmek -bizdekinin aksin, Avrupa şehirlerinin korunmasına özen gösterilmesine rağmen- kolay bir iş olmasa gerek. Kalabalık bir figüran ordusunu o başarılı set tasarımları üzerinde yönetebilmek kuşkusuz oldukça güç ve bu sınavdan tam bir başarı ile çıkıyor film. Görüntü yönetmeni Janusz Kamiński’nin İtalyan Yeni Gerçekçilik akımından etkilenerek oluşturduğunu söylediği çalışması bu başarılı setlerdeki görüntüleri oldukça çekici bir biçimde getiriyor seyircinin karşısına. Schindler’in Nazi Subay Amon’a anlattığı imparator hikâyesi üzerinden gücün anlamı ve gerçek gücün bağışlayabilme gücü olduğunu öne süren film bu bakımdan bir Spielberg filminden bekleneceği gibi bir dinsel içeriği de işaret ediyor ve subayın o gücü kullan(ama)ması da bir bakıma onun şeytanî kötülüğünün uzantısı gibi görünüyor. Ralph Fiennes’in, Oscar’a aday olan performansı (Liam Neeson da aday gösterilmiş aynı ödüle) ile, senaryo nedeni ile kolayca abartılı bir tiplemeye dönüşebilecek karaktere özenle hayat verdiği subayın, Yahudi olduğu için nefret ettiği ama bir yandan da tutku ile bağlandığı hizmetçisi ile olan aşk/nefret sahnesini ise insanın içindeki iyilik ve kötülüğün çatışması olarak görebiliriz aynı dinsel bağlamda.

Amerikalı Roger Ebert eleştirisinde filmin gücünün, “Kötülüğü açıklamasından değil, kötülükle yüz yüze kalan insanın iyi olabileceğinde ve iyiliğin üstün gelebileceğinde ısrar etmesi”nden kaynaklandığını söylemişti. Faşizm gibi korkunç bir kötülükle sadece bireysel kahramanlarla mücadele edilemeyeceği ve bu mücadelede faşizmle “gizli” bir bağlantısı olan kapitalizmin ve temsilcilerinin anlamlı bir yeri olamayacağı açık şüphesiz. Yine de, gerçek bir hikâye seyrettiğimiz ve bir şekilde bir “girişimci güzellemesi de olsa da”; iyi çekilmiş, iyi oynanmış ve zaman zaman seyircide vurucu etki yapabilen önemli bir Spielberg yapıtı bu.

(“Schindler’in Listesi”)

(Visited 174 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir