“Neyi görmek istiyorsan, bataklık sana onu gösterir”
Kızını da yanına alarak, hiç tanımadığı akrabalarını ziyaret etmek ve onlarla ilgili bir yazı hazırlamak için Louisiana’ya giden bir kadın gazetecinin ve “vahşi” bir hayat süren yakınlarının hikâyesi.
Bir dönem A.B.D.’de çalışan Rus yönetmen Andrey Konchalovsky’nin yönettiği ve senaryosunu kendi hikâyesinden Gérard Brach ve Marjorie David ile birlikte yazdığı bir Amerikan yapımı. Cannes’da yarışan ve orada başrol oyuncularından Barbara Hershey’e ödül getiren film, tümü iyi işlenmemiş olsa da farklı karakterleri, “derin Amerika”dan bir şeyleri karşımıza getiren hikâyesi ve Chris Menges imzalı görüntüleri ile ilgiyi hak ediyor. Hayli ilginç öğelerine rağmen, filmin bir türlü yeterince derinleşememiş hissini vermesi ve müziğinin zaman zaman hikâyesine pek uymaması gibi kusurları da var.
Hemen tamamı Louisiana’nın “bayou” (bir nehir veya gölün bataklıklı kolu veya çıkış noktası) kelimesi ile ifade edilen ve ilginç bir coğrafyası olan bir yerinde geçen film, New York’tan bunun tam zıddı bir görüntü ile açılıyor. İnşaat halindeki gökdelenlerden başlayarak büyük şehri tarayan kamera bizi önce gazeteci anne ve kızı ile tanıştırıyor. Tek ebeveyn olarak yetiştirmeye çalıştığı kızı ile sorunları olan kadının büyük şehire ait olduğunu gösteren bu giriş, kadının kızı ile sonradan yaşayacaklarını tahmin edilemez kılması ile çekici bir zıtlık yaratıyor aslında. Yaşadıkları yerler, hayatları, kültürleri ve değerleri kendilerininkinden tamamen farklı olan akrabaların yanına yaptıkları yolculuğun sonunda yaşadıkları sadece onları değil seyirciyi de hazırlıksız yakalıyor bu açıdan. Büyük şehir insanlarının bu hikâyedeki gibi kendi ülkelerinin “uzak, egzotik, vahşi, gizemli vb.” sıfatlarla tanımlanabilecek yörelerinde yaşayan karakterlere karşı duyduğu çekingenlik, korku vs. burada bir adım daha ileriye taşınıyor ve aynı ailenin iki farklı kolunun ilk kez birbirleri ile karşılaştıklarında yaşadıkları getiriliyor karşımıza. Filmin senaryosu seyirciyi şehirli olanların tarafına koyduğu için, farklı olan “bataklık insanları” oluyor; aslında her iki taraf için de bir diğerinin gözü ile bakıldığında geçerli bu farklı olma durumu.
Gazetecinin çalıştığı Cosmopolitan dergisi ne kadar “uygar büyük şehir”e aitse, akrabalarının yaşam şekilleri de o kadar “uygarlık dışı”. On iki yaşında evlenmiş, kocası “kayıp”, her biri yetişkin dört çocuğundan birini kilit altında tutan, bir diğeri “yarım akıllı” olarak etrafta gezinen, birini şehire yerleştiği için ölü olarak kabul eden ve elinde kalan tek “normal” oğlu ve onunla evli yaşı küçük ve hamile bir genç kızla yıllardır değişmeyen hayatını sürdüren kadının yaşamının her bir öğesi şehirden gelenler için tuhaf ve vahşi bir resim veriyor doğal olarak. On beş yıldır ortada olmayan kocasına hâlâ -ve hikâye ilerledikçe öğreneceklerimizi düşünürsek anlaşılamayacak bir şekilde- bağlı olan kadının İncil’den referans alarak şehirlileri “bulaşık suyu gibi ılık” olarak tanımlaması ve “ya sıcak ya soğuk” olmak gerektiğini vurgulaması iki kadın arasındaki inanç ve değer farklılığını da gösteriyor bize. Film bu farklılıktan güçlü bir çatışma çıkarmıyor ne var ki; bunun yerine bataklık insanlarının tuhaflığına ağırlık vermeyi ve bu tuhaflığı oluşturan değerlerin bir şekilde şehir insanlarını da etkilemesini anlatıyor bize. Oysa hikâyenin çatışmaları çok daha iyi anlatabilmesi hayli farklı bir sonuç çıkarabilirmiş karşımıza.
Senaryo her ikisine de eşit ölçüde yer vermiş olsa da, Jill Clayburgh’ün canlandırdığı şehirli kadın karakter, Barbara Hershey’in karakterinin yanında hep ikinci planda kalıyor. Bunda Hershey’in güçlü oyunculuğunun da payı var ama asıl olarak senaryonun neden olduğu bu durum özellikle ikili sahnelerinde ortaya çıkıyor ve Clayburgh, karakteri için yazılan diyalogların zayıflığı nedeni ile de gölgede kalıyor sık sık. İşte tam da bu sorun iki kadın karakter arasındaki bir çatışmadan elde edebileceği gücü esirgiyor filmden. Hikâyesinde başka pek çok çatışma potansiyeli içerse de bunları da yeterince etkin kullanamıyor senaryo. Tangerine Dream grubunun film için yazdığı müzik grubun elektronik pop tarzına uygun melodiler ve ritmler içeriyor ve açıkçası hikâyeye çok da uymuyor. Örneğin hayli uzun tutulmuş bir sahnede kamera inşaat vinçlerini, işçileri, hurda arabaları vs. gösterirken çalınan müzik daha çok 80’li yıllardan bir polisiye diziye yakışacak türden.
“Vahşi” yaşam şeklinin petrol şirketlerinden etkilenmesinin ve gerek diyaloglara gerekse şarkılardan birinin sözlerine yansıyan “özgürlük” temasının da yeterince güçlü bir biçimde işlendiğini söylemek zor. Ailelerden birinin “erkeksiz” oluşu, diğerinin ise ortada olan ve olmayan beş erkeğe sahip olmasına rağmen yöneticisinin kadın olması da yorumlara açık ama bu konuda da elle tutulur bir noktaya ulaşmıyor hikâye. Belki finali düşünerek kadınların belirleyici ve güçlü olduğunu söylemek mümkün olabilir sadece.
Bataklığın ve sık sık kendisini gösteren sisin etkileyici biçimde kullanıldığı Chris Menges görüntüleri filmin en büyük kozlarından biri. Örneğin kızını arayan kadının bataklıkta motorla yaptığı yolculuk ve o sırada yaşadıklarını gösteren sahne kesinlikle çok etkileyici görsel olarak ve Clayburg’e de oyunculuk fırsatı vermek açısından ayrıca önem taşıyor bu sahne. Görüntü çalışmasının yanısıra, senaryosundaki kimi problemlere rağmen, Hollywood melodramlarından/dramlarından tamamen farklı bir yerde durmayı seçmiş olması ve üzerlerinde hak ettikleri kadar güçlü durmasa da kimi temaları (aile olmak, bağlılık, itaat, özgürlük, çatışmalar vs.) ele alması ile de ilgi çekebilecek bir çalışma.
(“Bataklık İnsanları”)