1946’da Nobel kazanan Alman – İsviçreli yazar Herman Hesse’nin 1922 tarihli romanı. Sidarta adındaki bir karakter üzerinden insanın arayışını (veya kendisini keşif yolculuğuna çıkmasını) anlatan kitap batıda ve özellikle ABD’de 1960’larda oldukça popüler olmuştu. Bu ilgide, 60’lı yılların ortalarında ABD’de başlayan hippi akımının ve hippilerin ana dinleri ret eden manevî arayışlarının büyük rolü vardı elbette ve Budizm o dönemin popüler dinlerinden biri olduğu için Hesse’nin kitabı da ilk yayımlanış tarihinden 40 yıl sonra elden ele gezmeye başlamıştı. Hesse’nin yalın ve hatta masalsı dili, Sidarta’nın arayışına ve yaşadıklarına doğulu bir hava katarken; konusunu basitleştirmeyip, derinleştiriyor aksine. Hesse kitabının ilk bölümünü, 1. Dünya Savaşı sırasında taraflar arasındaki karşılıklı nefret söyleminden uzak durması ve “sevginin nefretten daha büyük, barışın savaştan daha soylu” olduğunu öne süren yazıları nedeni ile kendisine saldıran Alman basınının karşısında yanında duran Fransız yazar Romain Rolland’a ithaf etmiş. İkinci bölümün ithaf edildiği kişi ise Japon ve Çin Budist edebiyatındaki araştırmaları ve Almancaya tercümeleri ile bilinen kuzeni Wilhelm Gundert olmuş yazarın. Modern dünyada özellikle beyaz yakalı çalışanların mutsuzluklarının onları götürdüğü spiritüel arayışların vardığı tuhaf noktalardan sonra bu kitap naif görünebilir ama Hesse’nin eseri okuyucunun kendi sorgulamasını başlatacak güçte, önemli ve ilginç bir yapıt.
2019’da hayatını kaybeden yazar ve çevirmen Kâmuran Şipal’ın çevirisinde kitabın kahramanının adı okunduğu gibi ve Sidarta olarak belirlenmiş. Orijinalinde Siddhartha olan bu ismi Sanskritçe iki kelimeden oluşturmuş Hesse: Siddha ve artha. Bu sözcüklerin ilki “erişmiş”(kişi), diğeri ise “aranan”(şey) anlamına geliyor ve birlikte (Var oluşun)”Anlamını bulmuş kişi” gibi bir karşılığı var dilimizde. Kitabın kaharamanının hikâyesi de tam da bu gerçekten; tüm ömrünü bir arayışla, acılar ve mutluluklarla ama hep bir sınavla dolu geçiriyor Sidarta ve bulduğu ile yetinmeyip, başkalarının arayışlarını noktakayacağı yerde yeniden başlıyor aramaya. İlk dünya savaşı sırasında yaşadıklarının ve ailesindeki sorunların etkisi ile ağır bir bunalım geçiren Hesse’nin bu dönemdeki hisleri ve düşüncelerinin uzantılarından biri olan kitap “…kendi ben’inde bu asıl pınarı bulmak, onu bulup özümlemek” için yola çıkan Sidarta’nın somut ve soyut yolculuğuna ortak ediyor okuyucuyu. “Ben tümüyle saf dışı bırakılıp öldürüldü mü… işte o zaman gözlerini açacaktı en son şey, varlıktaki ben olmayan öz, o büyük giz” diye yazıyor Hesse ve Sidarta’nın o “en son şey”i bulmasını anlatıyor etkileyici bir lirik dil kullanarak.
Kendisine ne yapabilirsin diye sorulduğunda “Düşünmek, beklemek ve oruç tutmak” cevabını veren Sidarta, “… izleyeceği yolu gösteren aydınlık ve güvenilir ses”in sustuğu ve dünyevî zevklerle yozlaştığı günler de yaşıyor, üzerinde sadece edep yerlerini örten bir bez parçası ile bir ormanda yıllarını da geçiriyor hayatı boyunca. Arayışını “sona erdiren” ise ırmak oluyor: “Gördü ki bu su akıyordu hep; sürekli akıyor ama hep yerinde duruyordu. Aynı suydu hep ama yine de her an yeniydi” bu ırmak. Üç meziyetinden biri olan “dinlemek”, onun içindeki “Om” sesini ve ırmağı gerçekten duymasını ve onlardan öğrenmesini sağlıyor. Hesse’nin kitabını yazarken Hindu ve Budist öğretilerin metinlerini yoğun bir biçimde çalışmasının, sadeliğin içinden güçlü bir sonuç çıkarabilmesinin en önemli araçlarından biri olduğu kitap iki kez sinemaya da uyarlanmış: Uyuşturucu ve alkol bağımlılığı sorunları yaşayan Amerikalı yönetmen Conrad Rooks çokça yaptığı seyahatlerinde Hindistan’da da yaşamış bir süre ve herhalde oradaki tecrübelerini de yansıttığı ve başrolünde Hintli oyuncu Shashi Kapoor’un yer aldığı ABD-Hindistan ortak yapımı filmi ile romanı aynı isimle beyazperdeye taşımış 1972’de. Ondan bir yıl önce ise bir başka Amerikalı yönetmen olan George Englund gerçeküstücü bir Western müzikali olan “Zachariah”ı çekerken Hesse’nin kitabından da yola çıkmış bir başka kitapla birlikte.
Hesse’nin kitabını bir manifesto gibi algılamak veya bir yol gösterici olarak kullanmaya çalışmak doğru bir yaklaşım değil. Her okuyana her okuduğunda farklı “aydınlanmalar” sunabilecek bir eser bu çünkü ve Sidarta’nın yaşamı boyunca sonunda tümünü terk ettiği öğretilere ve ustalarına gösterdiği yaklaşımı bizim de benimsememiz gerekiyor: Dinlemek, düşünmek ve oruç tutmak. Geçmiş ve geleceğin “olmadığı”, an’ın tek hâl olduğu bir dünyada sürekli değişerek ve aynı kalarak ait olduğumuz bütüne, ben’e ulaşmanın tek yolu bu olsa gerek.
(“Siddhartha: Eine Indische Dichtung”)