Şimdiki Zaman – Belmin Söylemez (2012)

“Sen ya âşıksın ya âşık olmak üzeresin… Bir adam var, sana yakın duruyor… Biraz flu gibi…”

Planladığı ABD seyahati için vize almaya çalışan ve para biriktirebilmek için Beyoğlu’nda bir kafede kahve falı bakmaya başlayan bir kadının hikâyesi.

Senaryosunu Belmin Söylemez ve Haşmet Topaloğlu’nun yazdığı, yönetmenliğini Söylemez’in yaptığı bir Türkiye filmi. Tüm yaşamını ABD planı üzerine kuran bir kadının içinde bulunduğu tıkanmışlık ve yalnızlık duygusunu sade bir dil ile anlatan ve fal bakmanın bir bakıma falına bakılmak demek olduğunu da gösteren, arka planda İstanbul’un geçirdiği -olumsuz- dönüşümü de öyküsüne katan ilginç bir çalışma olan film duraklamalı anları ve sakinliği ile seyircinin işini kolaylaştırmıyor; ama Avusturyalı görüntü yönetmeni Peter Roehsler ve Söylemez’in şehrin, objelerin ve karakterlerin detaylarını yakalayan zarif ve her biri birer “öykü anlatan” görüntüleri ve başroldeki Sanem Öge’nin performansı ile şimdiki zamanda takılı kaldığının farkında bile olmayan, geçmişi ile kavgalı ve geleceği belirsiz olan kahramanı ile ilgiyi hak ediyor.

Mina (Sanem Öge) ile açılış jeneriğinden önce tanışıyoruz; vesikalık fotoğraf çektiren herkesin bileceği yönlendirmeler eşliğinde poz verirken görüyoruz onu. Sonradan öğreneceğimiz üzere, ABD vize başvurusu için çektirmektedir bu fotoğrafı Mina. Neden bu seyahati yapmaya çalıştığını öykünün ilerleyen bölümlerinde anlayacağımız genç kadın işsizdir ve Kadıköy’de, yakında bir otele dönüştürüleceği için terk edilmiş bir binada tek başına yaşamaktadır. Gördüğü bir ilana başvurur ve İstanbul’un karşı yakasında, Beyoğlu’ndaki İstiklal Caddesi üzerinde ve ara sokaklarda sayıları bolca olan kafelerden birinde fal bakmaya başlar daha önce bu konuda hiç tecrübesi olmamasına rağmen. Aynı kafede falcı olarak çalışan bir başka kadın (Fazi rolünde Şenay Aydın var) ve kafenin sahibinin de (Tayfun’u Ozan Bilen canlandırıyor) katılacağı öykü ilerledikçe, Mina’nın arayışı ve çıkışsızlığı artarken, baktığı fallarda bir bakıma kendisini de “görecek” ve kendi hayatı hakkında da yorum yapmaya başlayacaktır. Belmin Söylemez, finalin de gösterdiği gibi, bilindik anlamda başı sonu olan bir hikâye anlatmak yerine, bir durumun resmedilmesini seçecek ve bunu yalın bir sinema dili ile ve kahramanını yargılamadan ve onu anlamaya/anlatmaya çalışarak yapacaktır izleyeceğimiz öykü boyunca.

Kahve falından geçmişi, bugünü ve daha da önemlisi geleceği okumaya çalışmak Ortadoğu’da, özellikle de bizde çok yaygın bir gelenek bilindiği gibi. Kimi kaynaklar bu geleneğin asıl çıkış noktasının Osmanlı sarayları olduğunu söylese de, tüm sosyolojik ve kültürel olgular gibi, bu gelenek de bir birikimin ve karşılıklı etkileşimin sonucu olarak doğdu ve yaygınlaştı elbette. Söylemez jenerikten başlayarak sık sık, yaşamımızın izlerini taşıyan ve görebilenler için de bu izleri gösteren kahve fincanlarını ve diplerindeki telveyi görüntüye getiriyor ve bunu doğru bir samimiyet ile yaparak inandırıcı da kılıyor orada kaderlerinin işaretlerini arayanların inancını. Bu bağlamda, final görüntüsünün sadece güzelliğini değil, sembolik anlamını da anmak gerekiyor; kaderlerimizin ortaklığı ve iç içeliği, daha da önemli olarak, bilinemezliği üzerine bir görüntü sanki bu. Yeri gelmişken; kahve falının, yanına tarotu ve astrolojiyi de katarak, modern toplumlardaki anlamı üzerinde de durmak gerekiyor. Öyküde bir sahnede Mina’yı -ne yazık ki içerik ve önemine uygun olmayan bir belirsizikle anlatılmış- bir sahnede bir plazadaki beyazyakalı genç kadınlara fal bakarken görüyoruz; bir doğaüstü/bilim dışı güç inanç olarak kurumsal dinleri yeterince “cool” bulmayan seküler insanların, inanç ihtiyaçlarını bilimsel sos katılmış bu tür inanışlarla gidermeleri, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir konu. Mina’nın fal baktığı insanların (kafeye gelenler, gününe gittiği kadınlar, lüks evlerdekiler veya plazadakiler) genel olarak şehirli seküler insanlar profilinden olmaları (ya da en azından o izlenimi bırakmaları) öyküye önemli bir açılma ve zenginleşme imkânı sunmuş ama bunun üzerinde hemen hiç durulmamış pek de doğru görünmeyen bir seçimle.

Belmin Söylemez’in bir anlatım tercihi filmin tartışmaya açık yanlarından biri; konuşmaların, sahnelerin adeta es vererek ilerlemesi yapıta doğal görünmeyen bir hava katıyor. Evet, sonlara doğru ve alıştıkça rahatsız ediciliği azalıyor bu seçimin ama yine de bir “sahnelenmiş/planlanmış” havası kendini hissettiriyor zaman zaman ve bu da filmin lehine olmuyor doğal olarak. Bu boşlukları dengeleyen ise, filmin güçlü görüntü çalışması olmuş. Günlük hayattan farklı objeleri (elbette başta kahve fincanları ve diplerindeki telve olmak üzere) nerede ise elle tutulur bir hüzünlü gerçekçilik katarak görüntülüyor kamera ve filmin sessizlik içinde yakaladığı etkileyiciliğin önemli örneklerini üretiyor.

Mina’nın otele dönüştürülecek bir binada oturması, bir karakterin ağzından duyduğumuz “otel yapmaktan bıkmadılar” sözü ve şehre tepeden bakan bir terasın manzarasının kaotik ve çirkin bir bina yığınından oluşması ve öykünün önemli bir kısmının şehrin görkemli geçmişinin sembolü olan ve günümüzde her anlamda bozulan Beyoğlu’nda geçmesi, filmin yitirilen geçmişle bir meselesi olduğunu söylüyor bize ama bunun kahramanının hikâyesi ve geçmişi ile ne kadar örtüştüğü konusunda bizi yeterince ikna edemiyor. Mina’nın yaşadığı binanın gerçekten de bir dönüşme sürecinde olmasının da gösterdiği gibi, Söylemez şehrin öyküsünü doğru anlatıyor ve binadan iki adamın taşıdığı eski tip ağır bir koltukla indirilen yaşlı kadını gördüğümüz sahne veya binayı saran sarmaşık ve bakımsız bahçesi gibi unsurlarla görsel açıdan da destekliyor bunu. Buna karşılık Mina’nın ikinci yarıdan itibaren yavaş yavaş ve onun anlattığı kadarı ile öğrendiğimiz geçmişi ile bunu ilişkilendirmek pek kolay değil. Şehir geçmişini (ve onunla birlikte sahip olduğu güzelliğini) yitirirken, aynısını öykünün kahramanı için söylemek mümkün değil. Mina ve aslında onunla birlikte Fazi ve Tayfun’un bir kavram olarak geçmişle böyle bir yitirme ilişkisi yok; evet, Mina’nın ABD planında bir geçmiş bağlantısı var ama öykünün tümü içinde pek öne çıkamıyor bu olgu. Her üç karakterin de ortaya çıkan meselesi asıl olarak geçmişten çok gelecekle ve “şimdiki zaman”la ilgili; şimdiki zaman içinde takılıp kalan ve geleceği hayal edemeyen üç genç insanın öyküsü çünkü seyrettiğimiz. Öte yandan, Mina özelinde baktığımızda, geleceğe odaklanan ama şimdiki zamanı yaşamayı unutanların öyküsü olarak da görebiliriz seyrettiğimizi ama hem diğer iki ana karakterin yaşadıkları uyuşmuyor bu düşünce ile hem de Mina için bile yaşanacak, değeri bilinecek bir şimdi yok ortada.

Tayfun’un zaman zaman bir Demirkubuz karakterini hatırlatmasının güç kattığı filmde bu genç adamla Mina’nın bir gece dışarıda ve bir başka gece de evde sohbet ettikleri sahneler de yine bir Demirkubuz filminden alınmışlık havası taşıyor ve öykünün öne çıkan anları oluyorlar. Sade ve zarif kurgusu (Ali Ağa), bir görüntünün diğerine bağlanmasında yakalanan estetik duygusu (evin tavanındaki rutubetin kahve fincanındaki telveye, fincanın disko topuna bağlanması gibi), fala bakanın kendi içine de bakar hâle gelmesi gibi çekici unsurları da filmi seyre değer kılıyor. Üç oyuncunun da sade ve kendiliğinden görünen birer performansla göz doldurduğu filmde Mina ve Fazi’nin televizyonda seyrettikleri ve kendi yaşamları üzerine bir konuyu açmalarına neden olan filmin Muzaffer Arslan’ın 1970 tarihli, başrollerinde Türkân Şoray ve Cüneyt Arkın’ın yer aldığı “Arım Balım Peteğim” olduğunu merak edenler için belirterek ve sanat yönetmeni Revan Barlas’ın başarısını da atlamadan, Söylemez’in çalışmasını son dönemin ilgiyi hak eden örneklerinden biri olarak önerelim sinemaseverlere.

(Visited 6 times, 6 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir