Skoonheid – Oliver Hermanus (2011)

“İnsanların ne dediği umurumda değil. Ne istiyorlarsa söylesinler. Hiç bu kadar mutlu olmamıştım”

Kırklı yaşlarındaki evli bir adamın hayatını tamamen değiştiren yeni aşkının hikayesi.

Güney Afrika’dan yönetmen Oliver Hermanus’un ikinci uzun metrajlı çalışması isminin aksine sert, şaşırtıcı, tuhaf ve büyüleyici bir film. Fragmanında aşk, kıskançlık ve tutkunun hikâyesi olarak özetlenen filmin baş karakterinin tuhaflığı ama bir yandan da aynı derecede gerçekçiliği seyrettiğimiz hikayenin etkileyiciliğindeki en temel unsur olarak görünüyor. Büyüyen aşkla birlikte öfkenin de büyüyor olmasını filmin baş oyuncusu Deon Lotz inanılmaz bir incelikle canlandırıyor ve filmin hemen tüm karelerinde görünürken zor bir rolün altından nasıl bir ustalıkla kalkabildiğini gösteriyor. Cannes film festivalinde “Eşcinsel Palmiye” ödülünü kazanan film bu ödülü veren jürinin tanımlaması ile “ilk bakışta rahatsız eden, güçlü ve radikal bir film ve gerçek bir sinema eseri”.

Evet rahatsız edici çünkü filmin başlarında tamamı erkeklerden oluşan bir grubun toplu seks sahnesine yer veren film herkese göre değil elbette. Üstelik bu erkekler kendi tanımları ile eşcinsellerden ve zencilerden nefret eden (hem homofobik hem ırkçı olan) ve sadece eşcinsel seks için zaman zaman biraraya gelen insanlar. Yönetmen Hermanus’un bir gazetede gördüğü ve sadece evli erkeklerin katılabileceği bir toplu seks partisi ilanından esinlenerek çektiği film bu sert girişten sonra baş kahramanı François’in bu gizli buluşmaların arka planda hep süregeldiği sıradan hayatını anlatıyor ilk bölümlerinde. Açılıştaki düğün sahnesinde tek bir çekimle kamera yavaş yavaş genç ve güzel bir erkeğe doğru hareket ederken, bu erkeği gözetleyenin kamera değil baş karakterimiz olduğunu anlıyoruz. Hayranlık, tedirginlik ve arzu dolu bakışların sahibinin bu gencin, Christian’ın, babasının arkadaşı François olduğunu gösteriyor film ve işte bu sahneden sonra bu orta yaşlı adamın yavaş yavaş çığrından çıkan ve öfke, umut ve arzunun birbirine karıştığı aşkının neden olduklarını izlemeye başlıyoruz. Deon Lotz kahramanının değişimini ve yavaş yavaş yoldan çıkışını özellikle plajda başlayıp gece kulübünde süren ve otel odasında beklenmedik bir sertlik ile sona eren bölümde inanılmaz bir etkileyicilik ile getiriyor karşımıza. Sempati duymanızı engelleyen davranışları olan karakterinize karşı ne hissedeceğiniz bilemediğiniz ve tam da bu nedenle bir tedirginlik duygusunun sizi sarmasını sağlayan sahneler yaratıyor Lotz ve has bir sinemanın tadına varıyorsunuz bu anlarda. Yıllarca içten içe büyüyen ve anlaşılan “heteroseksüel erkeklerin arada buluşup duygudan uzak eşcinsel seks için bir araya geldiği toplantılarda” söndürülemeyen bir ateşin yaktığı bir adamın hikayesi nasıl daha iyi canlandırılabilirdi bilmiyorum.

Bir zamanlar dünya üzerindeki tek ırkçı devlet olan Güney Afrika’da geçen hikaye bu kez ırkçılığı değil ama bir başka ayrımcılığı konu olarak alıyor kendisine ve bu ayrımcılığın belki eskisi kadar geçerli olmadığı bir dünyada eski kurallar içinde yetişmiş bir adamın bu kurallara taban tabana zıt aşkı ile nasıl baş edebileceğini bilemediği hikâyesi ile kesinlikle etkileyici bir film karşımızdaki. Aşık olduğu “güzel” erkeğin davranışlarını artık sadece bu aşkın beklentisi içinde algılamaya başlayan bir adamın gördüğünün ne derece gerçek olduğunu veya ne derece sadece beklentisinin doğurduğu bir yanılsama olduğunu seyircinin de kafasını karıştıracak kadar başarı ile aktarıyor yönetmen. Adamın gencin de aşkına karşılık verebileceğini ve hatta filmin sonlarında vermek zorunda olduğunu hisettiği bu anlarda bir öpücüğün, bir sarılmanın veya bir gülümsemenin nasıl kafa karışıklığı yaratabileceğini incelikli mziansenler ile aktarıyor yönetmen. Bir açıdan öpücük bir başka açıdan masum bir sarılma olarak görünen hareket veya iki erkeği aynada çakışan gösteren görüntüler gibi incelikler yönetmen Hermanus’un filmi üzerindeki titizliğinin göstergeleri.

Lotz’un başarısına genç Christian rolündeki Charlie Keegan’ın karakterinin güzellik, kışkırtıcılık ve kırılganlığını yansıtmayı başaran ince oyununu da eklemek gerek. Kimi sert anlarında rahatsızlık hissettirecek ama öte yandan başınızı çevirmenize de engel olacak olan film, hikâyenin tonu ile çok uyumlu ve adeta bir film müziği nasıl olmalıdırın dersini veren müzik çalışması, bazen saniyeler boyunca süren sessiz ve hareketsiz anlarının güzelliği (evet güzelliği çünkü bu anlar tedirginlik duygusunun zirveye çıkmasını sağlıyorlar, her ne kadar bazen uzamış olsa da) ve aslında sadece peş peşe gelen plaj, gece kulübü ve otel odası sahnelerinin başarısı ile bile öne çıkan bir çalışma. Visconti’nin “Morte a Venezia – Venedik’te Ölüm” adlı eseri gibi bir başyapıt değil belki ama bu alçak gönüllü film kesinlikle ilgi çekici, kimileri için rahatsız ediciliği öne çıkacak olsa da. Öncelikle, ulaşılamayana aşık olan, aşk ve arzu dolu bakışlarını bu aşk ve arzunun nesnesinden kaçırmak zorunda kalan ve kendisini tek bir bakış için feda edebilecek herkes için.

(“Beauty” – “Güzellik”)

(Visited 327 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir