Ex Machina – Alex Garland (2015)

“Bir gün yapay zekâlılar bize, bizim Afrika düzlüklerindeki fosil iskeletlerine baktığımız gibi bakacak: Ayakta durabilen, toz içinde yaşayan ve kaba araçlar ve diller kullanan, yok olmaya mahkum”

Yapay zekâlı bir “humanoid”in testine katılmak için seçilen genç bir bilgisayar programcısının hikâyesi.

2015’te hayli ilgi toplayan İngiliz yapımı bir bilim kurgu filmi. Alex Garland’ın yazdığı ve yönettiği film, bir bilim kurgu için düşük bütçesi ile görsel efektlerde Oscar almayı başarması (orijinal senaryosu ile de aynı ödüle aday olmuştu) ile dikkat çekmiş ve bu bağımsız film yılın sürprizlerinden biri olmuştu. Bilim kurgu tarzındaki hikâyesine katmayı başardığı psikolojik dram ile de önemli olan film, Garland’ın ifadesine göre “şu andan on dakika sonra” gerçekleşebilecek bir durumu anlatıyor bize. Yaratmanın tehlikeleri ve sorumlulukları üzerine sorular soran/sordurtan hikâye gerçeğin ne olduğu konusunda seyirciyi -her zaman olmasa da- merakta tutacak bir gizeme de sahip ki filmi çekici kılıyor bu da. Gündeme getirdiği felsefî başlıkların altını yeteri kadar dolduramıyor belki ama bunu bir filmden beklemek de haksızlık olabilir.

Alex Garland’ın sinema ile ilk ilişkisi “Beach” adlı romanının 2000’de aynı isimle Danny Boyle tarafından beyazperdeye uyarlanması ile olmuş. Bir süre yürütücü yapımcı ve senarist olarak çalışan Garlanda bu film ile yönetmenlik kariyerinin ilk adımını atmış. Bir ilk film olarak bilim kurgu türünde bir hikâyeyi, üstelik de düşük bir bütçe ile çekmek marifet gerektiren bir iş kuşkusuz. Filmin bilim kurgusunun fütüristik bir fiziksel dünya yaratmaktan çok, bir fikire odaklanması elbette epey yardımcı olmuş kendisine bütçe konusunda ama yine de Oscar’ı hak edecek bir görsel tasarımı olan “humanoid”in etkileyiciliğini takdir etmeye engel değil bu durum. Alicia Vikander’in canlandırdığı Ava adındaki humanoid düşünce ve duygu yapısı ile yapay zekânın mükemmel bir örneği ve Domhnall Gleeson’ın oynadığı programcı gencin testinden de başarı ile geçiyor ve göründüğü tüm sahnelerde Vikander’in yüzü ile mekanik tasarımın görsel efektlerle mükemmel bir şekilde birleştirilmesi ile seyredeni hayli etkiliyor.

Garland’ın filmi bağımsız sinemacıların karakteristiklerinden biri olarak “entelektüel” göndermelerle dolu elbette ve bu göndermeleri keşfetmeye meraklı olanlar için hayli eğlenceli olabilir bu açıdan. Örneğin kadın humanoid’in adı Ava: Bunu hem Havva’ya (İngilizcede Eve) bir gönderme olarak değerlendirmek mümkün, hem de kimilerinin öne sürdüğü gibi “Adem ve Havva” (İngilizcede “Adam ve Eve”) isimlerinin kombinasyonu olarak görmek. Ava adının ilk kadın bilgisayar programcısı olarak kabul edilen Ada Lovelace ile bir bağı da kurulabilir elbette. Filmin adı Yunan trajedilerinde sıkça kullanılan Latince bir kavramdan (“Deus Ex-Machina” – “Makineden Tanrı”) geliyor bir başka örnek olarak. Humanoid’in yaratıcısı olan adamın yapay zekâyı kullanırken veri toplamak için yararlandığı internet arama motorunun adı “Blue Book” ki bu da ünlü filozof Wittgenstein’ın dil (lisan) üzerine düşüncelerini içeren notlarının adı aynı zamanda. Bir son örnek olarak da hikâyenin Ava dışındaki diğer iki baş karakterinin isimleri üzerinde de durulabilir ki bu isimler de onunki gibi dinsel kökenli. Humanoid’i yaratan gizemli adamın adı Kral Davut’un zamanındaki bir peygamberden geliyor, genç adamın adı ise Musa tarafından keşif amacı ile, “Vaat Edilmiş Topraklar”a gönderilen bir casusun adı. Yaratmak, yaratıcı olmanın sorumluluğunu üstlenmek ve yaratılanla baş etmek üzerine kurulu bir hikâye için bu dinsel referanslar bilinçli seçimler olsa gerek sonuç olarak. Meraklısı benzer daha pek çok göndermeyi keşfedebilir hikâye boyunca ama filme bir katkı sağlamaktan çok, gerekliliği tartışılır entelektüel oyunlar bunlar sonuçta.

Bilinci olan makineyi yaratırken tüm dünyadaki internet aramalarının sonuçlarından ve tüm dünyadaki cep telefonlarının mikrofon ve kameralarını hackleyerek elde ettiği veriden yararlanıyor hikâyedeki “yaratıcı”. Ortaya çıkan sonuç mükemmel ve hikâyedeki gerçeğin ne olduğu konusundaki kimi merak uyandıran soruların da kaynağı bu durum. Hikâyede kimi açık noktalar var açıkçası: Örneğin tanrı rolünü oynayan bir kişinin birkaç program satırı ile isterse yapabileceği bir şeyi yapmayıp, neden kendisine mutlak itaati garanti altında almadığı sorulabilir veya genç adamı filmin başında araştırma merkezine götüren pilotun finalde onu değil de bir başkasını geri götürmeyi nasıl kabul ettiği izaha muhtaç. Yine de merak uyandırmayı başaran senaryosu ile sınıfı geçiyor film bu alanda.

Geoff Barrow ve Ben Salisbury imzalı müzik çalışması elektronik tınıları ile hikâyeye uygun bir hava yaratmış işitsel açıdan ve filme de katkı sağlamış. Filmin görsel ve işitsel çalışması genel olarak da bu başarıyı tutturmuş zaten ve sade bir zenginlik sağlamışlar esere. Elbette bunların ötesinde bir önemi var hikâyenin. Yaratıcının yarattığını öldürme yetkisinin, humanoid kadının genç adama sorduğu “testi geçemezsem ne olacak?” sorusu üzerinden tartışmaya açılması veya etkileyici bir sahnede, kendisinin “gerçek insan” olduğundan kuşkulanan bir karakterin kapıldığı dehşetin gücü filmin felsefî içeriğini ileriye taşıyor ve hatta “insan nedir” ve “tanrı nedir” başlıklarını gündeme taşıyor bir bakıma.

Finaldeki “aksiyon” sahnelerinin filmin genel başarısının gerisinde kaldığı ve bir parça gereğinden basit göründüğü filmin kadına bakışı da tartışmaya açık. Evet, yaratıcı bir erkek ve onun yarattıkları var karşımızda ama filmin kadın ve bedenini kullanma şeklinin bir parça sorunlu olduğu gerçeğini değiştirmiyor bu. Hemen hemen tamamı dört karakter arasında geçen hikâyede iki oyuncu öne çıkıyor: Domhnall Gleeson ve Alicia Vikander, yaratıcı rolündeki Oscar Isaac ve onun “hizmetçi”sini canlandıran Sonoya Mizuno’nun önüne geçiyorlar ve karakterleri için en doğrusu gibi görünen bir oyunculuk sergiliyorlar. Özellikle Gleeson duygularının öne çıktığı sahnelerde karakterini parlak bir başarı ile canlandırmış. Vikander ise sadece yüzü ile oynadığı sahnelerde vücut dilinden yoksun kalma dezavantajına rağmen hiç aksamıyor ve karakterini “gerçek” kılmayı başarıyor. Efektlerin değil felsefenin öne çıktığı hikâyesi ve psikolojik oyunları ile ilginç bir film bu. Karakterleri arasındaki gerilimden beslenen bir hikâyesi olan bir bilim kurgu her zaman karşılaşabileceğiniz bir durum değil ne de olsa! Dış çekimlerin yapıldığı Norveç’in doğasından ustaca yararlanan (ama kimi zaman dizi filmlerdeki gibi sahnelerin arasına bağlayıcı olarak yerleştirilmesinin gereksizliğini de atlamayalım) ve Mark Digby’nin set tasarımları (camın kullanımı özellikle) başta olmak üzere görsel tasarımı ile de önemli olan film, sorularını biraz yüzüstü bırakıyor açıkçası ama yine de görülmesi gerekli.