“Bu insanlar cani; içki kaçakçıları ve ev hırsızlarından çok daha tehlikeli insanlar. Bunlar fanatik! Ülkelerine duydukları çılgıncasına sevgiyi, hayata karşı duydukları aynı çılgınlıktaki aymazlıkla birleştiriyorlar; sadece başkalarının hayatlarına karşı değil, kendilerininkine de. Açıkgözlü, ilkesiz ve fazlası ile heyecanlılar”
1940 yılında yabancı muhabir olarak Avrupa’ya gönderilen Amerikalı bir gazetecinin, kendisini savaşı engellemeye çalışanlara karşı kurulan bir örgütle mücadele ederken bulmasının hikâyesi.
Diyaloglarında James Hilton ve Robert Benchley’in imzasının bulunduğu ve jeneriklerde adları geçmeyen Ben Hecht ile Richard Maibaum’un da katkılarının olduğu senaryosunu Charles Bennett ve Joan Harrison’un yazdığı, yönetmenliğini Alfred Hitchcock’un yaptığı bir ABD filmi. Hitchcock’un ABD’ye yerleştikten sonra çektiği ikinci film (ilki yine 1940 yapımı “Rebecca”) olan yapıt aralarında En İyi Film’in de olduğu beş dalda Oscar’a aday gösterilmiş ve yönetmenin kariyerinde en düşük kâr sağlayan eseri olmuştu. En İyi Film ödülünü yine Hitchcock’un yönettiği “Rebecca”ya kaptıran yapıt savaş sürerken çekilen ve hikâyesi o sırada henüz Almanya’ya savaş ilan etmemiş olan İngiltere’de geçen ilginç bir eser. Yönetmenin sonraki filmlerinde çok daha parlak örneklerini vereceği zanaatkârlığının ipuçlarını taşıması ile de önemli olan film, başta suikast sahnesi olmak üzere farklı bölümleri bugün birer klasik kabul edilen ve romantizmi gerilim ve aksiyonun içine ustalıkla yerleştirebilmiş bir çalışma. Son anda değiştirilen finalinin en çok öne çıkan örneği olduğu bir propaganda havası var ama savaşın tüm harareti ile yaklaştığı bir dönemde belki de affedilmeyi hak eden bir durum bu ve filme bir parça zarar verse de, değerini pek azaltmıyor açıkçası.
Sinema tarihinin en önemli film bestecilerinden biri olan, tam 45 kez aday olduğu Oscar’ı 9 defa kazanarak haklı bir ün elde eden Alfred Newman’ın klasik Hollywood türünde olan güçlü müziğinin eşlik ettiği jenerikle başlıyor film. Tanıtım yazılarını dönen bir kürenin yakın plan görüntüsü üzerinde izliyoruz ve dünyanın içinde bulunduğu sıcak ve hareketli günlerde olduğumuzu anlıyoruz. “Bu film, Amerika’nın gözü kulağı olmak için denizaşırı yerlere giden korkusuzlara, savaş bulutlarını erkenden görenlere, ölülerin ve ölmekte olanların arasında hafaza melekleri gibi duranlara ve yabancı muhabirlere adanmıştır” yazısı ile de hikâye başlıyor. New York’ta bir gazete ofisindeyiz. Patron Avrupa’daki muhabirlerinin performansından hiç mutlu değildir ve zaten çoğu, hükümet bültenlerini habermiş gibi göndermektedirler ABD’ye. Örneğin 1 Eylül’de başlayacak olan savaşın sadece on beş gün öncesine ait bir telgrafta muhabir “Geç hasat nedeni ile, savaşın başlama ihtimali olmadığı” bilgisini bir “üst düzey yetkili”ye dayadırmaktadır. Patron işe el atmaya karar verir; politika ve dış siyaset ile hiç ilgisi olmayan, hayatında hiç Avrupa’ya gitmemiş ama acar bir gazeteciyi (Jones rolünde Joel McCrea var) göndermeye karar verir bölgeye. İstenen “muhaberat değil, haber”dir gazeteciden ve aslî görevi de savaşın çıkmasına engel olmaya çalışan ve gazetecilerle konuşmayan Hollandalı diplomat Van Meer’le (Albert Basserman) röportaj yapmaktır. Yine barış yanlısı olan, Evrensel Barış Partisi Başkanı Fisher (Herbert Marshall) ve onun kızı Carol (Laraine Day) ile bir başka gazeteci olan Scott’ın da (George Sanders) karışacağı ve casusluk, aksiyon, gerilim ve romantizm dolu hikâye başlayacaktır bundan sonra.
Senaryonun baştan sona ve özellikle diyaloglar ve durum komedisi örnekleri üzerinden alçak sesli bir mizaha sahip olması dikkat çekiyor öncelikle. Yabancı muhabirimize, işine daha uygun bir isim seçiminden (Huntley Haverstock ismi ABD’de Telif Hakları Bürosu’nun resmî kayıtlarda kullandığı takma isimlerden biriymiş) başlayan ve tebessüm ettiren mziah anlarını hikâyeye ustaca yerleştirmiş senaristler, romantizm anlarında da başardıkları gibi. Evet, bir parça fazla hızlı gelişiyor aşk vs. ve savaşın yakıcı sıcaklığının hüküm sürdüğü ortamda ayrıca pek de gerçekçi görünmüyor bu hız ama yine de hem Hollywood ustalığı hem de diyalogların parlak başarısı bu durumun hiç de bir sorun gibi algılanmamasını sağlıyor. İronik yanını ve küçük mizahını tek bir karakterle ve sahne ile sınırlamaması da filme belli bir tutarlılık katmış ki bir acar gazetecinin sıkı bir aksiyon kahramanına dönüşmesi başta olmak üzere, sıkıntı yaratabilecek gerçekçilik sorununa da kolaylıkla engel olunmuş. Hayli tuhaf ve zorlama görülmesi muhtemel “aşk ilanı ve evlilik teklifi” sahnesinin ise Hitchcock ile eşi arasında gerçekten yaşanmış olmasını da hatırlatarak, Oscar’a aday gösterilen senaryonun filmin önemli kozlarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
1927’de çektiği sessiz filminden (“The Lodger: A Story of the London Fog”) başlayarak toplam 40 filminde tekrarladığı, perdede çok kısa görünme geleneğine burada da uymuş Hitchcock ve bir dış çekimde kahramanımızın yanından gazete okuyarak geçen adam olarak birkaç saniyeliğine de olsa çıkmış karşımıza. New York, Londra ve Amsterdam’da geçen hikâyesi ile adına uygun bir uluslararası havası da olan film “İşte Hitchcock!” tepkisini verebileceğimiz farklı sahnelere sahip ki bunlardan biri suikast bölümü. Gazeteci ordusu, kalabalık bir halk görüntüsü, yağmurun ve şemsiyelerin çarpıcı bir görsel ustalıkla kullanıldığı bu sahne, sonradan kendisi de yönetmenliğe el atacak olan görüntü yönetmeni Rudolph Maté ile Hitchcock’un ortaklığının parlak bir sonucu tartışılmaz bir şekilde. Filmin bir diğer teknik başarısı ise okyanus üzerindeki uçakta geçen ve sonra suda devam eden bölüm. 1940’ların başlarında olduğumuzu düşününce değeri daha da artan bu sahnede William Cameron Menzies’in sanat yönetmenliği ve tasarımlarının da katkısı ile çarpıcı bir sonuç elde edilmiş. “Titanic” filmindeki “sevdiğin için kendini feda etme”nin suçluluk ve utancı da içeren bir benzerini gördüğümüz sahne efektlerin ve kameranın kullanımı, Hithcock’un benzersiz yönetmenliği ile hayli değerli.
“Güvendeyiz, bu bir Amerikan gemisi” cümlesi gibi masum ve hikâyenin akışı içinde kesinlikle gerçekçi bir propagandanın, bu sözleri dile getirenin ağzına yapılan bir zumla gereksizce abartıldığı filmde, asıl propaganda filmin savaşla ilgili yaşanan gelişmeler nedeni ile yeniden çekilen finalinde karşımıza çıkıyor. Evet, faşizme, daha doğrusu faşist güçlere karşı verilen bir savaşın başındayız ama hikâyeye çok daha uygun olduğu söylenen ama bugün kopyası ortada olmayan bir sonun yerine apar topar çekilen bu final filmin sinema değerine zarar veriyor bugünün gözü ile bakınca. “Merhaba, Amerika! Işıklarınıza sahip çıkın; dünyada açık kalan tek ışık onlar çünkü” sözleri ile Amerika halkına seslenen bu sahnenin çekilmesine karar verilmesinin nedeni de ilginç aslında. Çekimler bittikten sonra, İngiltere’deki ailesine ziyarete giden Hitchcock Alman güçlerinin İngiltere’yi bombalamaya her an başlayabileceği haberlerini alınca, 3 Temmuz’da döndüğü ABD’de film şirketini harekete geçirmiş ve apar topar çağrılan Ben Hecht’in yazdığı sahne 5 Temmuz’da çekilmiş. Burada bir öngörü söz konusu aslında, çünkü Almanlar tam 5 gün sonra da gerçekten başlamışlar bombardımana. Bu propaganda bir yana, nasıl algıladığınıza bağlı olarak rahatsız edebilecek bir politik gönderme daha var filmde. Hikâyenin “kötü” karakteri “Evrensel Barış Partisi”nin başkanı; bu isim ise tipik bir sol örgüt/parti adı elbette. Barışçı bir örgüte/partiye sızan bir faşistin hikâyesi olarak da görebiliriz bu durumu ama bir Amerikan filminde adı “Evrensel Barış” olan bir örgüte olumlu yaklaşılması ihtimali, özellikle de o dönemde pek yüksek olmasa gerek; bu nedenle sızmanın aslında bu sol isimli örgütün gerçek yüzünü göstermek için kullanıldığını düşünmek de mümkün.
Savaş muhabirliği de yapan Amerikalı ünlü gazeteci Edward Roscoe Murrow’un hayatından da esinlendiği söylenen ve çıkış noktaları arasında bir başka Amerikalı gazeteci olan Vincent Sheean’ın 1935 tarihli anı kitabı “Personal History “nin de bulunduğu filmde Jones adındaki gazetecinin hikâyenin genelde aksiyon ve romantizm kısımlarının kahramanlığını üstlenmesi, zekâya dayalı kahramanlıkların ise bir başka karaktere yüklenmiş olması ilginç ve doğru bir seçim olmuş gerçekçilik açısından. Jones’u canlandıran ve Amerikan sinemasında kendisine “Poor Man’s Gary Cooper” denen Joel McCrea kesinlikle hayli eğlenceli ve sağlam bir performans sunuyor bize. İngilizcede “Poor Man’s” ifadesi başka birine benzeyen ama onun daha az yetenekli veya başarılı bir hâli olan kişiler için kullanılan bir ifade ve Hithcock’un Jones rolü için başta gerçekten de Gary Cooper’ı düşünmüş olması (bu rolü ret ettiğine pişman olmuş sonradan Cooper) ise oldukça ilginç bir tesadüf kuşkusuz.
Nazilerin adının hiç geçmediği, Hitler’in ise çok kısaca anıldığı filmi bir anti-faşist sinema örneği olarak görmek mümkün değil ve zaten Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels de filmi oldukça beğenmiş zamanında. Kaldı ki 1940’ta Hollywood’un böyle bir kaygısı da yoktu hâlâ, politik olandan özenle uzak durmak geleneğine uygun olarak. Kötü karakterlerin sinsiliklerini veya kirli oyunlarını sergiledikleri sahnelerde adeta doğrudan seyirciye hitap eden mimiklerle oynamasının da eğlencesini artırdığı filmin sonlara doğru bir parça tökezlediğini kabul etmek gerekiyor ama yine de kesinlikle görülmesi gerekli bir yapıt.
(“Yabancı Muhabir”)