Irkçıların Roman ailelere saldırdığı Macaristan’da bir Roman ailenin hikâyesi.
Macar yönetmen Benedek Fliegauf’un bu şimdilik son filmi Berlin Festivali’nden Jüri Büyük Ödülü almış, belgesele yakın anlatım tarzı, gerçekçiliği ve konusuna çok uygun “soğuk” üslubu ile dikkat çeken bir çalışma. Bir hikâye anlatmaktan çok ki bir hikâyesi olduğu da tartışılabilir, göstermeyi ve bunu yaparken de nerede ise tarafsız daha doğrusu “duygusuz” kalmayı seçen film, popüler filmlerden çok uzakta duran biçim ve içeriği ile herkese göre değil belki ama seveceklerin de gerçekten sevecekleri bir çalışma.
Açılışta filmin hikâyesinin 2008 ve 2009 yılları arasında yaşanan ve ırkçıların saldırıları sonucu 5 Roman’ın öldüğü olaylardan esinlendiği söyleniyor. Yönetmene ait olan senaryo bir Roman ailenin günlük hayatını dört birey (anne, iki çocuk ve büyükbaba) üzerinden anlatırken bildiğimiz anlamda bir çatışma içermiyor aslında. Etrafta bir süredir devam eden saldırıların yarattığı tedirginlik altında günlük hayatlarını devam ettirirken bir yandan da içinde bulundukları zorlu ekonomik koşullara direnmeye çalışıyor bu bireyler. Babanın yaşadığı Kanada’ya gitmek için uzun süredir para biriktirmeye çalışan anne, tacizlerle dolu bir iş hayatında temizlikçi olarak çalışırken hasta ve bakıma muhtaç olan büyükbaba ile de ilgileniyor. Ailenin genç kızı içinde bulunduğu koşullara rağmen okul hayatını sürdürmeye ve umudunu ayakta tutmaya çalışan -basit güzelliği ile hayli etkileyici olan, küçük komşu kızla ilgilenme sahnesinde vurgulandığı gibi- karakteri ile dikkat çekiyor. Erkek kardeşi ise okulu asıyor, boş ve saldırıya uğrayan ailelere ait evlerden bulabildiği öteberiyi çalarak “sığınağında” saklıyor ve babanın yanına gidecekleri günü bekliyor. Benzer bir yoksulluk içinde görünen etraftaki Roman aileler de saldırılara karşı kendilerini korumanın yollarını arıyorlar. Film tüm bu karakterleri anlatırken onların bir gününü yalın ve gerçekçi bir dil ile karşımıza getiriyor ve saldırıları –final sahnesi dışında- veya bu saldırıların yarattığı tedirginliği hafif bir şekilde hissetirmekle yetiniyor çoğunlukla. Bu tercih ise bir yandan filmin sadeliğine yakışırken, diğer yandan da hikâyelerini paylaştığı insanların bu yaşadıklarının onların “normali” olduğunu vurguluyor aslında filmimiz. Dolayısı ile kolay yollara sapmayarak, nerede ise anlattıkları karşısında tarafsız bir konumu tercih ediyor filmimiz ve seyircinin de katılımını bekliyor bu nedenle.
Hemen tamamen yakın, kimi zaman çok yakın planlarla çalışan ve özellikle iç mekanlarda doğal ışık tercihi nedeni ile zaman zaman hayli karanlık görüntüleri karşımıza getiren yönetmen senaryosundaki yalınlığı ve belgesele yakın tutumunu mizansen anlayışına da taşımış. Romanlar’ın yaşadığı ayrımcılığı altını çizmeden gösterdiği gibi, el kamerası ile çekilen sahnelerde de herhangi bir sinemasal oyuna başvurmuyor çoğunlukla. Sürekli kullandığı yakın planlar aracılığı ile seyredenin hikâyeye girmesini sağlarken, karakterlerinin hayatına da ortak ediyor seyircisini yönetmen. Durgun anlatımını ve karanlık çekimleri de ekleyince, filmin bu tür filmlere alışık olmayanları yorabileceğini söylemek gerek. 3 temel karakterin (anne ve iki çocuğu) çok az bir araya getiren ve bu anlarda da özel bir çatışma içine sokmayan türden bir yaklaşımı olan hikâyenin sıradan seyirciye zaten cazip gelmeyeceği açık kuşkusuz.
Tümü amatör olan üç baş oyuncusundan gerçekçiliği ile dikkat çeken performanslar almayı başaran filmde, özellikle anne rolündeki Katalin Toldi çok başarılı. Yönetmen/senarist Benedek Fliegauf’un üç oyuncusunu içine bıraktığı hayatın doğallığı ve gerçekçiliği de elbette oyuncuların başarısına katkıda bulunmuş. Hikâyenin gerçekçiliği saldırıya uğramış bir eve gelen iki polisin diyaloglarında da kendisini gösteriyor ve o konuşmada geçen “Kurşunlar rastgele çingenelere harcanmayacak kadar pahalı” gibi cümleler üzerinden ırkçılığın içselleştiği vurgulanıyor. Ne var ki burada filmin eleştirilmesi gereken bir yönünü de söylemek gerek. 2008-2009 tarihleri arasında gerçekten yaşanan bu saldırıların ülkenin o tarihlerde çökmüş ekonomisinin, komünizmin çöküşünden sonra hızla kapitalistleşen ülkedeki sosyo-ekonomik politikaların ve bugün de sertliğini artırarak devam eden milliyetçi yönetimlerin de bir sonucu olduğuna hiç değinmiyor film. Bu kusuru bir kenara bırakılırsa, çok iyi becerilmiş finali, sergilediği yoksulluk manzarası, karşımıza getirdiği gerçek insanları ve gerçeğin yakıcılığını süslemeden anlatabilmesi ile de hayli önemli ve gerekli bir film özet olarak.
(“Just the Wind” – “Sadece Rüzgâr”)