The Boss – Byron Haskin (1956)

“Gecenin ortasında şu odada tek başına ölsen, bunu umursayacak tek bir insan bile olmayacak”

ABD’nin bir eyelatinde politik güçleri kontrolü altında tutan bir adamın yükseliş ve düşüş hikâyesi.

Bugün daha çok 1953’de çektiği H.G. Wells uyarlaması “The War of the Worlds – Dünyalar Çarpışıyor” filmi ile hatırlanan ve yönetmen olarak Amerikan sinemasında iz bırakan isimlerden biri olmayan Byron Haskin’den bir politik dram. Senaryosunu Hollywood’un sol eğilimli isimlerinden olduğu için kara listeye alınan Dalton Trumbo’nun yazdığı ama kendi ismini kullanamadığı için onun yerine bir başka senarist, Ben Perry’nin adının kullandıldığı eser küçük bütçeli, başroldeki John Payne’nin öne çıkan sağlam bir oyun verdiği ama Haskin’in final sahneleri dışında sinemasal bir tat katamadığı bir çalışma.

ABD siyaset arenasında “machine politician” veya “political boss” olarak adlandırılan bir karakteri anlatıyor filmimiz. Bu kişiler doğrudan resmi bir görevi olmayan ama eyaletlerdeki seçimlerde oylamaları yönlendiren, bölgenin politik süreçleri üzerinde etkili ve eyaletlerdeki atamaları kontrol eden güçlü ve elbette zengin insanlar olarak tanımlanıyor ABD siyaset dünyasında. Film herhangi bir bölge ismi vermeden olayların ağırlıklı olarak orta sınıfın yaşadığı bir eyalette geçtiği ifadesi ile başlıyor ama Trumbo’nun hikâyesini Missouri’nin Kansas City ve Jackson County bölgelerinde böyle bir gücü olan Tom Pendergrast’ın hayatından esinlenerek yazdığı biliniyor. Tamamı mafya ile bağlantılı, yasadışı işlere bulaşmış bu kişilerden biri olan Pendergrast’ın cenazesine katılanlardan biri de ABD Başkanı Truman olmuş ki bu da ülkenin politikasının gerçek kimliği ile ilgili bir fikir verebilir bu filmin seyircisine. Trumbo gibi politik konulara ve sosyal adaletsizliklere duyarlı bir sanatçının elbette doğal olarak ilgi göstereceği bir konu bu; ne var ki film onun kaleminden çıkmış senaryolara dayalı diğer pek çok örneğin aksine sinemasal yanının zayıflığı nedeni ile güçlü bir ses çıkaramıyor bu konuda. Birinci Dünya Savaşı’ndan dönen ve abisinin “politik patron” rolünü devam ettirmeye hiç niyeti olmayan adamın sonradan bu rolü üstlenip müthiş bir uyum göstermesi filmin bize açıklayamadığı bir durum örneğin. Film sonlarda da hikâyenin polisiye yanına fazlası ile odaklanınca büyük resmi kaybediyor bir parça.

Konusu gereği fazlası ile erkek ağırlıklı bir bakışı olan ve kadınların o dönemde nasıl kolayca erkeklerin adeta tebası gibi hareket ettiklerini gösteren film bunu yeterince açık bir eleştiri konusu yapmıyor ne yazık ki. Gloria McGehee’nin başarı ile canlandırdığı eş rolünün kimi anları bu konu üzerine gitmeye hayli uygun olsa da senaryo daha çok olayın kişisel yanına dokunuyor hikâye boyunca. Baş kahramanı canlandıran John Payne’nin muhtemelen sinema kariyerindeki en parlak performansını verdiği ve tüm ruhu ve bedeni ile kendisini hikâyeye adamış göründüğü film düşük bütçesinin işaretlerini de saklayamıyor zaman zaman. Örneğin Payne’nin “patron” karakteri yıllar geçtikçe yaşlanırken ve bunu başarılı makyaj eşliğinde biz de hissederken diğer karakterlerin hemen hiçbirine bu özen gösteril(e)memiş. Dolayısı ile hikâyenin epik olmaya uygun yapısı perdeye yeterince yansıyamamış. Yine de başta ele aldığı konusu, Haskin’in yönetmen olarak filme sunduğu belki de en büyük katkı olan final kareleri (demir parmaklıkların gölgesinde yürüyen adamın siyah beyaz görüntüleri çarpıcı gerçekten) ve istasyonda gerçekleşen ve işlerin çığrından çıktığı adam kaçırma sahnesi ve hareketli anlatımı ile ilgi çekebilir bu çalışma. Oldukça gerçekçi bir bar kavgası sahnesi ve açılışta halka “bunları siz durdurabilirsiniz” çağrısı da var üstelik.

(“Patron”)