Satellite Boy – Catriona McKenzie (2012)

“Halkın güneşin ilk kez doğduğu zamandan beri burada yaşıyor. Toprağı dinle! Burası senin evin”

Büyükbabası ile çöllük bir alandaki terkedilmiş bir açık hava sinemasında yaşayan ve şehire giden annesinin dönmesini bekleyen Aborjin bir çocuğun “evini” bulmasının hikâyesi.

Avustralya televizyonlarında yayınlanan pek çok dizide yönetmen olarak çalışan Catriona McKenzie’nin ilk uzun metrajlı sinema filmi. Senaryoyu da kendisi yazan McKenzie Aborjin bir çocuğun toplumunun gelenekler ile modern yaşam arasındaki sıkışmışlığının tüm özelliklerini üzerinde taşıyan hikâyesini yalın ve bir parça düz (tam da televiyon için yapılan çalışmaların gerektirdiği bir biçimde düz) bir şekilde anlatıyor. Doğanın çarpıcılığını başarı ile yakalayan görüntü çalışması ve özellikle büyükbaba ve çocuğu canlandıran oyuncuların samimi ve yalın oyunculukları bu büyüme hikâyesini seyirlik kılan en temel unsurlar.

Büyükbabası tarafından bakılan ve onun geleneksel yaşamından sıkılmışa benzeyen çocuğun, yaşadıkları yerin bir madencilik firması tarafından depolama alanı olarak kullanılacağını ve bu nedenle üç gün içinde boşaltmaları gerektiğini öğrenmesi üzerine annesi döndüğünde restoran yapmak istedikleri bu yeri kurtarmak için firma yetkililerini kararlarından vazgeçirmek amacı ile bir arkadaşı ile şehire yaptığı yolculuğu anlatıyor filmimiz. Yolculuk boyunca yaşadıkları kendisini, büyükbabasını ve parçası olduğu toplumu anlamasına yardımcı olurken, yolculuk sonunda gördükleri de bu anladıkları üzerinden kendi kimliğini bulmasına yardımcı oluyor. Yönetmen/senarist McKenzie bu hikâyeyi yalın olduğu kadar naif bir sinema dili ile anlatıyor açıkçası. Sinema dili olarak bir parça düz kaçan bu anlatım dili de filmin zaman zaman sosyal duyarlılıkları olan Walt Disney yapımı bir aile filmine dönüşmesine neden oluyor. Geoffrey Simpson’un görüntüleri filmin belki de sinemasal öğeler açısından bakıldığında en fazla öne çıkanı. Evet çölde gün batımı gibi kartpostallara yakışır görüntüler de var filmde ama Simpson yönetmene hikâyede çok belirleyici bir öğe olan toprağı (yani vatanı, canlı ve cansız tüm varlıkları ile birlikte toprağı, doğayı) çarpıcı bir biçim ve içerikle kullanmak için fırsat sağlıyor. Yönetmen de açılışta doğanın içinde yavaş yavaş beliren iki karakteri kapanışta yine yavaş yavaş doğaya karışıyormuş veya onun içinde eriyormuş gibi göstermesinde olduğu gibi filmin tümünde bu fırsatı akıllıca kullanıyor. İnsanın doğanın hâkimi değil onun bir parçası olduğunu vurgulayan hikâyede bunun pek çok çarpıcı örneği var. Yolculukları boyunca karşılaştıkları iki temel sıkıntıyı (arkadaşının bisikletinin lastiğinin patlaması ve yiyeceklerinin bitmesi ile aç kalmaları) doğa ile onun parçası olarak yaşayan ve onun düzenine saygı gösteren birisinin çözebileceği şekilde hallediyor genç kahramanımız örneğin. Benzer biçimde toprağa saygının örneği olarak toprak üzerinde elleri ve çubukla yaptıkları izleri veya çizdikleri şekilleri işleri bittiklerinde yok ediyorlar. Günümüz Türkiye’sinde başta HESler aracılığı ile olmak üzere doğaya pek çok nedenle müdahale edildiğini düşünürsek hikâyemizde olduğu gibi doğanın parçası olmak ile doğayı sömürmek arasındaki farkı çok daha iyi anlayabiliriz diye düşünüyorum.

Evini bulmak için önce evini terk etmesi gereken çocuğun hikâyesini anlatan filmin senaryosu da yönetmenin naifliğinden izler taşıyor. Finaldeki çözümler de sıcak bir aile filmi izliyormuşuz havası yaratıyor ki bu durum da film için bir avantaj oluşturmuyor. Aborjinlerin yok olan hayatları veya “kalkınmanın” doğada yarattığı tahribat için filmin sisteme dokunan bir çözümü (veya çözümsüzlüğü) değil de sorunların sistem içinde güzellik ve anlayışlarla ortadan kalkıyor olmasını anlatması bahsettiğim. Bu da belki yönetmenin televizyon kökeninden kaynaklanıyor ama sonuçta filme zarar veriyor açıkçası.

Filmde büyükbabayı canlandıran tecrübeli Aborjin oyuncu David Gulpilil sinemaya Nicolas Roeg’in ilginç filmi “Walkabout – Sonsuz Çöl” ile adım atmış ve burada da doğal oyunculuğu ile hayli başarılı. Genç karakterimizi canlandıran Cameron Wallaby bu ilk ve şimdilik son sinema filminde Amerikan filmlerinde sıkça rastladığımız, büyük oyunculara özenerek kendisini parçalayan çocuk oyuncuların aksine adeta kendi günlük hayatını oynarcasına rahat ve samimi ve onun bu başarısı da filmin sıcak gerçekçiliğine ciddi katkıda bulunuyor. Arkadaşını canlandıran ve yine sinemadaki ilk rolünde karşımıza gelen Joseph Pedley de aksamadan ona eşlik ediyor. David Bridie’nin –eğlenceli anlardaki üzerinde fazla düşünülmüş görünen bölümleri hariç- etkileyici müzik çalışmasının da katkıda bulunduğu film aslında tüm bu bahsettiklerimin dışında sadece hikayenin geçtiği mekanlar açısından bile seyri hak ediyor kesinlikle. Avustralya’nın batısındaki Purnululu Milli Park’ının bir parçası olan ve Bungle Bungle Range adı verilen kumtaşı oluşumlar filmi seyirlik kılmış ve gerek bu oluşumlar gerekse diğer tüm doğal unsurlar bu bir bakıma doğaya ve onunla onun bir parçası olarak yaşamaya övgü olarak adlandırabileceğimiz filme ciddi katkı sağlamış görünüyor. Başta anne olmak üzere kimi karakterleri yeterince işlemeyen ve olan biteni her zaman anlamlı bir şekilde gerekçelendiremeyen senaryo filmin sinema değerini azaltmış olsa da ilgiyi hak eden bir çalışma özet olarak.

(“Uydu Çocuk”)