“Bugün metroya yürürken yolda bir çift gördük. Sen adama baktın. Kalp atışlarını hissediyordum. Adam yanımızdan gerçerken kalbin bir an için durdu. O muydu?”
Sanat tarihçisi bir kadın, onu terk eden sevgilisi ve kadının yeni aşkı dalgıç arasında geçen ve peri masallarının havasını taşıyan bir hikâye.
Senaristliğini ve yönetmenliğini Christian Petzold’un üstlendiği bir Almanya ve Fransa ortak yapımı. Berlin’de Altın Ayı için yarışan ve baş kadın oyuncusu Paula Beer’e ödül kazandıran film romantik fantezi türüne sokulabilecek, Beer ile Franz Rogowski’nin çekici uyumları ve bu uyumun her sahnede kendisini göstermesini sağlayan performansları, Petzold’un seyirciye gizemli bir zarafet sunan özenli sinema dili ve mistik ögeleri ile ilgi çeken bir yapıt. Seyirciyi olumlu olduğu kadar, olumsuz yönde de şaşırtan senaryosunun bazı problemleri olan ve trajedisi olan aşk masallarını özleyenler için ek bir çekicilik de taşıyan yapıt, Berlin’in şehircilik açısından gelişim tarihçesini de hikâyesinin doğal bir parçası yapmayı başarması ile de dikkat çeken ve belli bir gücü hep taşıyan bir çalışma.
Paula Beer ve Franz Rogowski ikilisini bir önceki filmi “Transit”ten (2018) sonra bir kez daha bir araya getirmiş Petzold ve iki oyuncunun usta performansları sayesinde bir kez daha çok çekici bir aşk ikilisinin tarafları yapmış onları. Petzold daha önce bir başka Alman oyuncu Nina Hoss ile parlak iş birliklerinde bulunmuştu; bakalım Beer ile bu ikinci ortak çalışmanın devamı gelecek ve sinema tarihine yeni bir “yönetmen ve fetiş oyuncusu” örneği geçecek mi? Süreklilik arz eden bu ilişkiler, üzerinde kalem oynatmaya değecek bir alan aslında sinema tarihinde. Örneğin Yasujirō Ozu kendisi gibi Japon olan Chishū Ryū’ya filmografisindeki toplam 54 yönetmenlik çalışmasının 52’sinde irili ufaklı mutlaka bir rol vermeye özen göstermiş ve benzeri herhalde olmayan bir sadakat göstermiş oyuncusuna karşı. Aktör ve aktristlere sadık yönetmenlere bir başka örnek olarak da İsveçli Ingmar Bergman gösterilebilir. Sinemanın dehalarından biri olan yönetmen; Gunnar Björnstrand’a 19, Max Von Sydow’a 12, Liv Ullmann’a 11 ve Bibi Andersson’a 9 kez rol vermiş filmlerinde. Bu sadakatin aynı dili konuşabilmek ve beklentileri/yetkinlikleri bilmek açısından, ortaya çıkan filme önemli bir katkı sağladığı açık olsa gerek. Petzold ve Beer/Rogoswki açısından değerlendirirsek, bu yargının bir kez daha doğrulandığını söyleyebiliriz rahatlıkla; çünkü hem “Transit” hem “Undine” ilginç ve başarılı yapıtlar kesinlikle. İki Alman oyuncu senaryonun özellikle ikinci yarıda aksamasına rağmen, karakterlerinin beden ve ruhlarına o denli ustalıkla girebilmişler ki özellikle ikili sahneler de kendinizi parçası olarak hissetmenizi sağlıyorlar olan aralarındaki aşkın.
İsviçreli teolog ve filozof Paracelsus dünyamızın dört temel elementten (toprak, su, hava ve ateş) oluştuğunu ve bunların her birinde temel bir ruhun yaşadığını öne sürmüş on altıncı yüzyılda. Sudaki temel ruh olan Undine hikâyemizdeki kadın kahramanın da adı ve su filmin de ana unsurlarından biri. Edebiyatta ve masallarda su perisi olarak geçen varlıklara dönüşen undinlerin bu modern uyarlaması diyebileceğimiz ve baş karakterlerinin su ile ilişkisini kendisine konu edinen filmde Petzold bir kafede oturan iki kişi ile tanıştırıyor bizi önce: Bir müzede çalışan ve ziyaretçilere Berlin’in şehircilik tarihi üzerine devasa Berlin maketleri üzerinden doyurucu ve özenle hazırlanmış bilgiler veren Undine (Beer) ve onu terk etmek üzere cafeye çağıran erkek arkadaşı Johannes (Jacob Matschenz). Petzold bu sahnede karakterlerinin yüzünü aynı anda hiç göstermiyor bize ve biri konuşurken, diğerini hep sırtından görüntülüyor. Bu seçimi ikilinin koptuğunun bir sembolü olarak görebileceğimiz bu ayrılık sahnesinde erkeğin hayatında başka bir kadın olduğunu, Undine’nin ise bu durumu kabullenmeye hiç niyeti olmadığını anlıyoruz. Sert sözlerle tehdit ediyor karşısındaki erkeği: “Beni bırakırsan seni öldürmek zorunda kalırım, bunu biliyorsun”. Bu sertlik filmin seyirciyi şaşırtan ilk unsuru ve ardından gelen sahnede kafedeki büyük akvaryum önünde yaşananlar da hikâyenin fanteziye adım attığı ilk âna tanık ediyor bizi. O akvaryum içindeki dalgıç heykelciği ise finale kadar pek çok sahnede karşımıza çıkacak bir motif işlevi görerek, geleceğin habercisi de oluyor bir bakıma.
Bach’ın BWV 974 Re Minör Konçertosu’nun İzlandalı müzisyen Víkingur Ólafsson tarafından seslendirilen yorumunun hikâye boyunca pek çok kez karşımıza çıkarak filmin gizemli ve tedirgin hüznüne eşlik ettiği filmde Bee Gees’in “Staying Alive” şarkısının da önemli bir yeri var. Bach’ın eserinin seçilmesi hikâyedeki türden aşkların kadim niteliklerine ve zamandan bağımsızlığına bir gönderme olarak düşünülebilir. Bu eserler dışında herhangi bir müziğin yer almadığı filmin görüntü yönetmeliğini üstlenen Hans Fromm’un çalışması oldukça başarılı. Kristal netliğindeki yalın görüntülerin su altındaki çekimlerin doğal ve çamursu görünümü ile çelişmesi de hikâyeye sağlam bir destek sağlıyor ve oradaki, niteliği çoğunlukla seyirciye açıklanmayan gizemlerin belirsizliği ile de uyum gösteriyor.
Senaryo kimin “tuhaf/saplantılı” olduğu konusunda birden fazla kez yön değiştiriyor; bunun hikâyeye ne kadar katkı sağladığı ise tartışmalı. Petzold’un senaryosu bir yandan modern havasını korurken ve bunu oldukça da iyi yaparken, fantezi yanı yeteri kadar sağlam ve doğal bir biçimde ilişkilendirilememiş ve bu da özellikle ikinci yarıda ufak da olsa bir tatminsizlik yaratmıyor değil. Belki tam da bu nedenle bazı trajik gelişmeler arzu edileceği kadar güçlü bir etki yaratamıyor seyirci üzerinde. Senaryonun bir başka alanda ise ilginç bir başarısı var: Undine’nin işi üzerinden Berlin’in şehircilik tarihi hakkında pek çok farklı sahnede bilgilendiriyor bizi Petzold ama ilginç bir şekilde tüm bu sahneler bir akademik soğukluktan uzak tutulabilmişler. Berlin’in bölünmesi ve yeniden birleşmesi, Doğu Berlin’in sosyalist yönetim altındaki şehir planlamaları (Petzold’un kaba bir kötülemeden uzak durması doğru ve gerçekçi olmuş), şehrin eski ve yeni yapıları hakındaki konuşmalar ve “Şekil işlevi takip eder; tasarım, kullanım amacının tahayyül edilmesi ile geliştirilebilir” vb. sözler organik bir şekilde hikâyenin parçası olmuş. Bu ilişkilendirmeler bazen maketi göstererek sorulan “Şu anda neredeyiz?” sorusunun bağlandığı görüntüde olduğu gibi doğrudan olurken, bazen de daha dolaylı bir şekilde gerçekleşiyor. Aşkın kadimliği ile şehrim kadimliğinin örtüşmesini veya maket (bazen de şehrin gerçek görüntüsü) üzerinde kayan veya belli bir noktaya yönlenen kameranın hikâyenin kritik mekânlarını işaret ediyor olmasını buna örnek olarak gösterebiliriz. Daha önemli bir gönderme ise Berlin’in bir zamanlar bataklık olan bir alan üzerine kurulması ilk yıllarında. Bataklığın çamurumsu görünümü ve içinde gizlediği tehlikeler ya da en azından bu hissi veren görüntüsü filmin hikâyesini çağrıştırıyor.
Bazen sessizliği bazen de nefes, iç çekme, fısıltı veya hava kabarcıklarına ait olan sesleri tedirgin bir atmosfer yaratmak için başarı ile kullanan filmde mimarî, aşk ve masalın birleşmesi senaryonun aksamalarına rağmen çekici bir kombinasyon yaratmış görünüyor. Christoph’un suya, Undine’in ise şehrin tarihine sürekli “dalış”lar gerçekleştirdiği film bu dalışlar sırasında keşfedilenleri de bizimle paylaşıyor özenli bir şekilde. Petzold’un kullandığı bir başka ilişkilendirme ise; senaryonun entelektüelliği ve güzelliği öne çıkaran yapısı ile 18. yüzyıl başlarının Alman romantizmine yakışacak bir hikâyeyi 21. yüzyıla taşıması gibi, Undine’nin 18. yüzyıla ait bir sarayın kalıntıları üzerine kurulu bir 21. yüzyıl yapısı olan Humboldt Forum Müzesi’nde çalışıyor olması. Böylece hem mekân hem hikâye eski bir dönemin günümüzdeki karşılığı olarak kullanılıyor.