“Evet, belki bu gece yatacak bir yere ihtiyacım vardı. Ama tanıdığım tek kişi sen değilsin. Sadece, burada seninle kalmak güzel olur diye düşünmüştüm. Ama şunu bil ki sabah uyandığımda yanımda olduğuna beni pişman edecek hiç kimse ile yatmadım hiç ama eminim sen yapmışsındır bunu”
Özgür ruhlu bir genç kızla, otostop yaparken tanıştığı ve yaşı kendisinden hayli büyük erkek arasında başlayan ve aşka dönüşen ilişkinin hikâyesi.
Jo Heims’in orijinal senaryosundan Clint Eastwood’un çektiği bir ABD yapımı. Eastwood’un 1970’lerde sert hikâyelerin oyuncusu olarak popülerliğinin zirvesinde gezindiği bir dönemde çektiği ve önceki yönetmenlik çalışmalarının aksine kendisinin rol almadığı (bir sahnede “Marinadaki adam” olarak çok kısa geliyor görüntüye) ilk film olan bu çalışma, yaşlanmakta olan bir adam ile 70’lerin özgür ruhlu gençlerinden (hippilerinden ya da) bir kız arasındaki aşkı anlatan bir romantik dram. Başrollerde William Holden gibi klasik Hollywood döneminin ustalarından birinin ve kariyerinin başlarında (ve o tarihte 19 yaşında olan) Kay Lenz’in yer aldığı film gişede başarısız olmuş ve hikâyesinin yeterince güçlü olmaması nedeni ile seyirci üzerinde kayda değer bir etki yaratamamıştı. Eastwood gişe başarısızlığını yapımcı firmanın pazarlama eksikliğine bağlasa da film Hollywood’un güçlü romantik dramlarından biri değil açıkçası. Holden’ın aksamayan performansı, -filmin Türkiye’de vizyona girdiği adı referans alırsak- “İkinci Bahar” şansı karşısında bir yetişkinin tutumunu özenle anlatması ve bir küçük hikâye tadını taşıması ile ilgi ile seyredilebilir yine de.
Yataktaki uyuyan genç bir çıplak çiftle açılıyor film. Kameranın taradığı mekândaki objeler bir hippi evinde olduğunu gösterirken bize, kadının hareketlerinden ve sonra da adamla aralarındaki konuşmalardan aslında orada yaşamadığını ve ilk defa bir önceki gün tanıştıklarını anlıyoruz. Kadın gitarını alıp çıkıyor özgür hayatına devam etmek üzere. Breezy adındaki ve 19 yaşındaki genç kadın kısa bir süre sonra, eşinden boşanmış bir erkek olan ve aralarında 31 yaş fark olan emlakçı bir adamla tanışacak ve erkeğin planlamadığı ve beklemediği bir içeriğe doğru ilerleyecektir ilişkileri. Michel Legrand’ın Altın Küre’ye aday gösterilen başarılı müzikleri ve şarkısının (“Breezy’s Song” adlı bu şarkıyı Shelby Flint seslendiriyor) sağlam bir destek sağladığı ve işte bu ilişkiyi anlatan hikâye yeterince güçlü değil ama yine de aşktan hangi koşul altında olursa olsun uzak durmamak gerektiği duygusunu seyirciye geçirmeyi başarıyor. Adamın kötü biten evliliğinin sonucu olarak, hiçbir bağlanma ve söz içermemesine özen gösterdiği ve çoğu bir gecelik olan ilişkilerle süren hayatına özgür ruhlu ve koşulsuz/beklentisiz sevmeye inanan genç kadının getireceği heyecan hem olumlu hem olumsuz etkiler yaratacaktır doğal olarak ve film de seyirciyi bu maceraya ortak etmeyi başarıyor çoğunlukla.
Bir sinema filminden çok, bir televizyon filmini çağrıştırıyor Eastwwod’un sinema dili burada ama hikâyesine hizmet ediyor yine de. Genç kadının kurallardan ve kısıtlardan bağımsız, herkesin içindeki iyiye odaklı naif yaklaşımı ile adamın tam ters yöndeki tutumunun doğal çatışmasını içerik ve görsellik açısından bize yeterince taşıdığını söyleyemeyiz filmin. Holden’ın karakterinin bağlanmama prensibinin bağlanmanın toplumsal kısıtlarından uzak olan bir kadın tarafından tehdit edilmesi aslında oldukça ilginç bir kaynak yaratıyor bir dramatik gerilim için ama hikâyenin bunun üzerine hak ettiği kadar gittiğini söylemek zor. Bunun yanında, erkek ile kadın arasındaki yaş farkının zaman zaman rahatsız edici bir “erkek bakış açısı” ile ele alındığı hissini de veriyor film. Bir sahnede adamın uyumakta olan genç kadını omuzlayarak eve götürdüğünü ve yatırdığını görüyoruz ve bir diğerinde adam, köpek ve pamuk şekeri yiyen kız resmi bize bir aile tablosunu hatırlatıyor daha çok. Benzeri seçimlerle (veterinerdeki köpek sahnesi veya kızın adama sevgisini dile getirirken kullandığı sözcükler) birlikte bilinçli (ve dolayısı ile tehlikeli) bir tercih mi bu emin değilim ama kadının tüm “özgür ruhu”na rağmen ilişkinin geleceği ile ilgili kararın finalde adam tarafından atılan/atılmayan bir adımla belirlenmesini de eklerseniz bunlara, bir parça kuşku duymanız gerektiği açık olan biteni seyrederken.
Breezy ilginç bir karakter; sevgi dolu olması ve herkesi sevmeye (ve vermeye) odaklanması Camille Vidal-Naquet’in 2018 tarihli “Sauvage” filminde Félix Maritaud’nun canlandırdığı Léo karakterinin öncülü bir bakıma. O da insanların kötü olabileceğinden bağımsız hareket ediyor ve adamın kendisini uyarmasına rağmen (“Karşındaki ne kadar kötü olursa olsun, iyi bir yanını buluyorsun. Ama dünyada sadece kötü olan şeyler, tek amacı kötülük yapmak olan insanlar da var”) inandığı yoldan vazgeçmiyor. Filmin kusurlarına rağmen ilgiyi hak etmesinde bu karakterin önemli bir payı var kuşkusuz. Ne var ki “Sauvage” ve baş karakterinin seyirci üzerinde bıraktığı güçlü etki ile karşılaştırıldığında, Eastwood’un bu filmindeki karşılıklarının fazlası ile mütevazı kalması kaçırılan fırsatın da göstergesi oluyor açık bir şekilde.
Holden’ın dengeli ve güçlü oyunculuğunu özenle sergileyerek önemli bir katkı sağladığı filmde Lenz de yeni bir oyuncu olarak hiç aksamıyor ve iyi bir oyunculukla, aksi bir durumda zorlama görünebilecek bir karaktere hakkını veriyor. Türkçe adının çağrıştırdığının aksine sadece bir insanın son bir fırsatını değerlendirmesini anlatmıyor hikâye; yaş farkından özgürlüğe bağlanma korkusundan aşkın özüne ve iyiliğe inanmaya farklı alanlarda geziniyor hikâye ve tıpkı orijinal adının vurguladığı gibi bir insanın, hayatına rüzgâr gibi girip ona hayat katan bir diğerinin yarattığı sonuçları anlatıyor. Bir klasik değil kesinlikle ama yine de derli toplu anlatılmış bir hikâye olarak izlenmeyi hak eden bir çalışma.
(“İkinci Bahar”)