“Ne için pişmanlık duyacağım, Mr. Walsh? Onları yaşatmak veya dayanılmaz acılarını hafifletmek için yapacak bir şeyim olmadığından, korkunç acılar çekecekleri birkaç günü onlardan esirgediğim için mi?”
1988 yılında Irak ordusu ile savaşan Kürtler’in mücadelesini fotoğraflamak için bölgeye giden biri İrlandalı, diğeri İskoçyalı iki gazeteciden birinin geri dön(e)memesinin hikâyesi.
ABD’li yazar ve gazeteci Scott Anderson’ın aynı adlı romanından, Bosna Hersekli yönetmen Danis Tanovic tarafından uyarlanan ve yönetilen film İrlanda, İspanya, Belçika ve Fransa ortak yapımı olarak çekilmiş. Rolü için hayli kilo veren Colin Farrell’in fiziksel yanı ağır basan başarılı performansı ile göz doldurduğu film, finali ile de etkilemeyi başarıyor. Savaşın travmasını doğrudan parçası olmayanların da yaşadığını, tanıklığın nasıl bir yük olabileceğini anlatmaya soyunan film, acılardan kurtulma üzerine bir terapi hikâyesi anlatıyor temel olarak. Gizemini yeterince önde tutamamasının sıkıntısını yaşayan çalışma, temel olarak bu nedenle seyirciyi trajik hikâyesine rağmen yeterince yakalayamıyor. Tanovic’in senaryosunun da gerektiği kadar güçlü olmamasınının payının olduğu bu problem filmi zaman zaman yüzeysel bir hale getirse de, özellikle ikinci yarısı ile ilgiyi hak eden, Farrell’ın oyununun başlı başına bir seyir nedeni olabileceği, bu yıl hayatını kaybeden Christopher Lee’nin varlığı ile önemli ve suçluluk duygusu, kötülüğe tanık olma ve acılarla barışmak üzerine söyledikleri ile düşündürtebilecek bir sinema eseri.
Filme adını veren ve hikâyede de dramatik dozu yüksek anların kaynağı olan “triage” terimi, tıpta durumlarının ciddiliğine göre hastalara müdahale etme önceliğinin belirlenmesi için kullanılan yöntemi ifade ediyor ve filmde olduğu gibi, koşulların yetersiz ve hastaların çok olduğu durumlarda bazen de müdahale etmeme sonucunu yaratabiliyor. Hikâyemiz hayli dramatik bir sahnede, müdahale etmemenin de ilerisine geçmek zorunda kalan bir doktoru getiriyor karşımıza ve savaşın lanetini hatırlatıyor bir kez daha. Film hikâyesinin geçtiği yeri Kürdistan olarak adlandırıyor ve olaylar ilerledikçe kastedilen bölgenin Irak’ın kuzeyindeki bölge olduğunu anlıyoruz. Kürdistan ifadesi, IMDB’deki forum sayfasında, tahmin edilebileceği gibi yoğun bir tartışmaya yol açmış ve PKK’den Osmanlı’ya, Ermeni “soykırım”ından Türkiye’nin demokratikliğine kadar uzanan başlıklar üzerinden Türkler’in başlattığı uzun bir atışmanın nedeni olmuş görünüyor. Filmde çatışmalarda yaralanan peşmergeler ile ilgilenen doktorun ifadesi ile iki yüzyıldır savaşan (ikisi Türkler, üçü İran ve diğer üçü Irak ile olmak üzere sekiz savaştan söz ediyor doktor) halkın trajedisi değil filmin asıl konusu oysa ki ve sadece bir isimlendirmenin yarattığı tartışmanın büyüklüğünü düşününce, bu sorunun çözümü için umudun Kaf dağının arkasında olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.
Evet, filmin derdi Kürt sorunu değil. Travmayı yaşayan fotoğrafçının hatırladığı anıları arasında Lübnan’da ve hayli trajik bir öyküsü olan Afrika’da geçenler de yer alıyor. Tanovic tanık olunan dehşet anlarının yarattığı travmayı ve acılarla baş etmeyi/edememeyi odağına alıyor daha çok. Burada, bu trajedilerin sadece bir araç olarak kullanıldığı sonucu çıkmamalı. Aksine, konu edindiği üç farklı bölgedeki trajediye de saygı ile yaklaşıyor ve dramatik kareler getiriyor karşımıza Tanovic. Yine de belki şu eleştiri yapılabilir film için: Sonuçta odak noktası Ortadoğulu veya Afrikalı bir karakter değil; hikâyesine ve acısına ortak olmamız istenen bir Avrupalı gazeteci. Bu eleştirinin dozu ise epey hafif tutulmalı çünkü birincisi, kameranın arkasındaki isim kendisi savaşın ve katliamın kurbanı olmuş bir toplumun üyesi olan Tanovic ve ikincisi, film hiçbir anında gerçek kurbanları bir sömürü malzemesi yapmıyor ve saygıyı/empatiyi hiç eksik etmiyor üzerlerinden.
İki İspanyol karakterin aralarında İngilizce konuşması gibi anlamsızlığı bir kenara koyarsak, Platon’un “savaşın sonunu sadece ölüler görür” sözü ile biten filmin başka sıkıntıları var asıl olarak. Tanovic’in yazdığı diyaloglar ve kimi sahnelerin gelişimi fazlası ile tahmin edilebilir bir içeriğe sahip, öncelikle. Sezilebilir olsa da etkileyici olan son bölümün dramatik dozu ve mizansen anlayışı, filmin ilk yarısındaki tersi yöndeki tercihlerle bir çelişki yaratıyor zaman zaman ve terapi de gereğinden fazla kolay ilerlemesi ile inandırıcılık sıkıntısı hissettiriyor seyredene. Neyse ki bu sıkıntıları çoğunlukla unutturan Farrell var ve oyuncu senaryo her zaman kendisine güçlü bir malzeme sağlamasa da sağlam oyunu ile ilgiyi hep ayakta tutuyor ve inandırıcılık sorununu da aşıyor çoğu zaman. Filmin en az onun kadar ilginç olan ve aslında bir başka filmin “kahramanı” olmayı hak eden bir hikâyeye sahip, Branko Djuric’in canlandırdığı doktor karakteri ile ilginçliği artan bu film, ABD’de gösterime giremeden doğudan DVD piyasasına gitmiş olsa da, ilgiyi hak eden bir çalışma. “Yaşama devam edebilmek için, ölüleri “gömmek” zorundayız” ve bunu söylerken dürüstlüğünden hiç kuşku duyurmayan bir filmin görülmesi gerekir, bir başka deyiş ile.
(“Büyük Gizem”)