“Seni kahrolası fahişe! Sadece senin yatağına gelmedim, sadece başkasının yatağına gittim diye…”
İç savaş sırasında sadece kadınların yaşadığı bir kız okuluna sığınan bir Kuzeyli askerin kadınlarda yarattığı duyguların ve kendi çıkarları için tümünü birden idare etmeye çalışmasının hikâyesi.
Thomas Cullinan’ın 1966 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan bir ABD yapımı. Albert Maltz ve Irene Kamp’ın yazdığı senaryo, -jenerikte belirtilmemiş olsa da- Claude Traverse tarafından elden geçirilmiş ve yönetmenliği de genellikle aksiyon filmleri ile tanınan Don Siegel üstlenmiş. Yönetmenin filmografisi içinde farklı bir yerde duran ve kendisinin en sevdiği filmi olarak nitelendirdiği çalışma, tarzının dışında bir hikâye anlatım biçimini benimseyen Siegel’ın mizanseninden kaynaklanan belli problemleri olsa da ilginç bir eser. Aralarında “spagetti” türünden olanların da yer aldığı western’lerden sonra farklı bir rolde seyircinin karşısına çıkan Clint Eastwood ile Geraldine Page ve Elizabeth Hartman’ın karakterlerini çekici oyunculuklarla canlandırdığı film ilgiyi hak eden, seksî olmayı ve gerilimi bunun içine yedirmeyi başarması ile önemli bir yapıt.
Sofia Coppola 2017’de bu hikâyeyi tekrar çekmiş ve Cannes’da yönetmen ödülünü kazanmıştı. Ana karakterlerinin sadece birinin erkek olduğu bu filmin Coppola’ya Cannes tarihinde kadın yönetmenlere ikinci kez verilen bir ödülü kazandırması, buna karşılık hikâyenin ilk çekimini genellikle erkek seyirciye hitap eden Siegel’ın yapmış olması ilginç bir durum ama bir yandan da hayli anlaşılır: “Erkeksiz kadınlar” ile “kadınsız bir erkek” karakterin planlanmamış bir şekilde bir araya gelmesi ile ortaya çıkan cinsel gerilim ve bir yandan da her iki taraf için de tehlike yaratan iç savaşın neden olduğu korku bir araya gelince hikâye “kadın gözü” ile de, “erkek gözü” ile de değerlendirilebilecek bir içeriğe sahip kuşkusuz. Clint Eastwood ile toplam beş kez çalışan Don Siegel favori aktörü ile bu üçüncü iş birliğinde aksiyondan çok hikâyenin gerilimine dayanan bir film çekmiş ve kısa bir bölüm dışında aksiyona değil, karakterler arasındaki ilişkinin doğurduğu tedirgin atmosfere odaklanan bir hikâye anlatmayı seçmiş. Sonuçta ise bu seçimin başarılı olduğu kadar başarısız sonuçlar da verdiği bir film çıkmış ortaya.
Çekici bir jenerikle açılıyor film: Siyah-beyaz (daha doğrusu, sepya) iç savaş fotoğrafları ve görüntülere eşlik eden, Lalo Schifrin’in trampet ile başlayan vurgulu müziği ile başlıyor film. Fotoğraflar ve müzik birlikte hızlanıyor sonra ve bu arada arkadan savaş alanının seslerini duyuyoruz. Görüntüler asker cesetleri ile devam ederken, bir sesten duyduğumuz ve orduya katılmamak gerektiği hakkında konuşur gibi söylenen bir şarkı ile sona eriyor: “Gelin genç dostlarım / Dinleyin uyarımı / Asker olmayın / Orduya katılmayın / Sana güvercin vaat ederler / Ama kuzgun çıkar karşına / Davulun her vuruşunda / Ölüm asker adımları ile gelir/ Gelin genç kızlar / Gün ışığında yürüyün / Ve izin vermeyin genç adamın / Silah taşımasına…”. Daha sonra ormanda mantar toplayan küçük bir kız ile birlikte görüntü renkleniyor ve bu Güneyli çocuğun yaralı bir Kuzeyli askeri bulması ile hikâyemiz başlıyor. “Dove She is a Pretty Bird” adını taşıyan geleneksel şarkının anti-militarist içeriği bize bu tema ile ilgili bir hikâye anlatacağımızı ima ediyor ama başlayan hikâye savaşı sık sık hatırlatasa da asıl gerilim kızlar okulunun içinde ve karakterler arasında yaşanıyor. Bu bakımdan, jenerik filmin atmosferinden ve temalarından çok, hikâyeye bir giriş işlevi taşıyor asıl olarak.
Çok az kullanıldığı için ayrıksı duran bir şekilde karakterlerin iç seslerine yer veriyor film; bu seslerden duyduklarımız önemli ve açıklayıcı ama biçimsel olarak bir parça tuhaf duruyorlar hikâyede. Aslında bu biçimsel problem film boyunca farklı şekillerde sık sık çıkıyor karşımıza. Don Siegel filmografisindeki aksiyonlardan hikâye ve biçim olarak uzaklaşmış ama zaman zaman bir aksiyona daha çok yakışacak “köşeli” bir mizansen tercih etmiş özellikle kamera kullanımı ile. Tıpkı Lalo Schifrin’in müziğinin bazen hikâyenin havasının altını gereğinden fazla çizmesi gibi, Siegel da kendisini tutamamış ve görüntüyü vurgulayıcı bir üslupla kullanmayı tercih etmiş. Örneğin bazı sahnelerdeki efektlere hiç de gerek yokmuş gibi duruyor; sanki yönetmen aksiyonlarındaki doğrudanlığa başvurmaktan kurtaramamış kendisini.
Eastwood’un canlandırdığı John McBurney karakteri altı öğrenci, bir öğretmen, bir idareci (ve okulun sahibi) ve bir de siyah bir çalışanın olduğu okula yaralı olarak geldiğinde dokuz kadının tümünü bir şekilde etkiliyor ve bunların üçünün kendisine olan ilgisi cinsel olanı da kapsıyor. Onlardan birinin “Bu savaş daha uzun süre devam ederse, kadın olduğumu unutacağım” ifadesi havadaki “erkeksizliği” iyi bir şekilde özetlerken, asker de her birinin zaafını, arzularını manipüle ediyor hem etraftaki Güneyli askerlere karşı kendisine sağlanan korumayı sürdürebilmek hem de onlardan akla gelen her şekilde yararlanmak amacı ile. Karşılıklı olarak birbirlerini kullanmaya başlıyor kadınlar ve adam; hikâye boyunca flörtleşmeler ve erotik imalar da birbirini takip edip duruyor. Okuldaki siyah çalışanın köleliği ile adamın oradaki en azından baştaki köleliğinin benzerliği ve farklılığı üzerinden de ilginç bir düşünme alanı yaratan film manipülasyonun kıskançlıkla başlayan trajik gelişmeleri tetiklemesini inandırıcı bir şekilde anlatıyor erotik havasını hep koruyarak. Tehlikeli bir oyuna girişene bu oyunun dönüp kendisini de vurabileceği gerçeğini hatırlatan film bu “erotizm”i ile de ilgi çekebilir.
1987’de üç gün ara ile hayatlarını kaybeden başrol oyuncularından ikisi, Geraldine Page ve Elizabeth Hartman ile Clint Eastwood hikâyenin gerektirdiği cinsel havayı iyi yansıtmışlar ve önemli katkıları olmuş filme. Hikâyenin özeti klasik bir 1970’ler erotik yapıtını çağrıştırıyor ve Siegel elbette o tür bir açık cinselliğe asla yönelmiyor ama örneğin klasik bir Fransız yönetmenin böyle bir hikâyeye katabileceği “sanatsal” havayı da yaratamıyor. İşin ilginç yanı, filmin Fransa’da hayli ilgi görmüş olması ama ABD’de beklenen ilgiyi yakalayamaması. Bu sonuçta şüphesiz o dönemdeki klasik Eastwood ve Don Siegel seyircisinin seveceği türden bir film olmamasının yanısıra afişin de onların beklentisine karşılık gelecek şekilde Eastwood’u elinde silahla göstermesinin neden olduğu hayal kırıklığının da payı olsa gerek. Siegel’ın stilize anlatımda iyi bir performans gösteremediği filmin hedeflemediği kadar komediye kaymak gibi bir sorunu da var ama belki daha da önemlisi bugünün sinemasında kabul edilemeyecek bir cinsiyetçi bakışa da sahip olması kadınlara karşı. Yine de bu sorunlarına rağmen, film kesinlikle bir çekiciliğe -erotik olanı da dahil olmak üzere- sahip ve hem baş oyuncusu hem de yönetmeni için değişik bir deneme olarak ilgiyi hak ediyor.
(“Kadın Affetmez”)