“Kilise ile ilgili şüphe ve anlaşmazlıklarıma rağmen Tanrı’ya yakın kaldım ve çocuklarımı O’nun sevgisine olan inançla yetiştirdim. Yakın zamanda okulda başka bir babayla karşılaştım. İkimiz de Aziz Luc okulunda izciymişiz. Okuldan ve kamplardan konuştuk. Bana hâlâ kafamda dönüp duran soruyu sordu: Peder Preynat seni de elledi mi?”
Çocukken gittiği kilisede pederin tacizine uğrayan bir adamın adalet arayışının ve hem kilisenin hem kurbanların sessiz kalmasının yarattığı yükten kurtulma çabasının hikâyesi.
François Ozon’un senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir Fransa ve Belçika ortak yapımı. Gerçek bir olayı anlatan film Berlin’de Jüri Ödülü’nü kazanan, Katolik Kilisesi’nde yıllardır yaşanmakta olan ve hemen her gün bir yenisi ortaya çıkan pedofili vakalarından Fransa’da yaşanan bir örneğine gerekli hassasiyet ve ciddiyet ile yaklaşan, Ozon’un tercih ettiği sinema dili ile onun önceki yapıtlarından farklılaşarak şaşırtan ve bu açıdan Fransız sinemasından çok, Amerikan sinemasına yakın duran bir çalışma. Üzeri hep örtülmüş ve bu nedenle devamına da imkân tanınmış bir trajediyi gündeme saygıyı ve ilgiyi hak eden bir şekilde dile getirmeyi başaran yapıt dili ile belki Ozon’dan beklendiği kadar orijinal değil ama suçun bireysel yanı kadar, kurumsal boyutunu da göstermesi ile de önemli bir çalışma.
Ozon filmi yüksek bir yerde kurulu bir katedralin terasından tüm şehri kucaklayan bir görüntü ile açıyor ve bir din adamını elindeki haçı havaya kaldırırken görüyoruz. Hikâyenin meselesini çok iyi anlatan bir sembol bu görüntü; insanları egemenliği altında tutan ve olumlu/olumsuz yönleri ile gücünü onlar için (ya da onlara karşı) kullanan bir kurumun niteliğini hissetmenizi sağlıyor Ozon bu giriş ile. Hikâye 2014’te başlıyor; 40’lı yaşlarında, beş çocuk babası ve dindar bir adam olan Alexandre ve kendisi gibi inançlı yetiştirdiği ailesi ile tanışıyoruz öncelikle. Onun bir izci olduğu çocukluk yıllarında kilisede uğradığı taciz ve bu pedofili eyleminin faili olan pederin hâlâ çocuklarla çalıştığını öğrenmesi yüzünden giriştiği adalet arayışı olarak başlıyor hikâye. Ozon film ilerledikçe başka kurbanları da katıyor hikâyeye ama başta Alex odaklı ilerleyen gelişmeler daha sonra sırası ile iki ayrı kurbana kaydırıyor odağını. Senaryo bu üç ana karakteri -ortak bir mücadele içinde olmalarının da sağladığı durumla- oldukça doğal bir şekilde birbirine bağlamayı başarırken, onlar üzerinden büyük bir insanlık suçunu seyircinin ilgisini canlı tutacak biçimde aktarabiliyor seyirciye. Film tek tek bu bireylerin travmaları ve suçların fail(ler)i ile yüzleşmesini anlatırken; en az bir o kadar da, bir kurum olarak kilisenin ve kurbanların ailelerinin sessizliğinin bu suçlardaki payını hep merkezde tutuyor.
Ozon’un netameli bir konuyu görsel açıdan hep dikkatli ve hassasiyete saygı göstererek anlatırken, kurbanların cümleleri üzerinden seyirciyi rahatsız edebilecek bir açık dil kurması ilginç ve doğru bir seçim olmuş. Bu açıklığın görsellikte de tercih edilmesi çok daha rahatsız edici olabilir ve hatta filmin dert edindiği konunun da önüne geçebilirdi; bunun yerine, yaşananları kurbanların kendi dillerinden dinlemek rahatsız ediciliği olması gereken dozda tutmayı sağlıyor ve hikâyeye önemli bir katkı sağlıyor. Yönetmenin gazeteciliği hatırlatan bir dil tercih etmesi de benzer bir katkı sağlıyor filme ve bu açıdan Tom McCarthy’nin 2015 ABD yapımı “Spotlight” filmini (Boston’da yaşanan ve yine kilisenin karıştığı çocuk istismarlarını araştıran gazetecileri anlatıyordu bu yapıt) hatırlatıyor. Gerçekten de Ozon’un filmi sinema anlayışı açısından Amerikan sinemasının sorumlu ve olgun örnekleri ile oldukça önemli benzerlikler taşıyor. Bunu orijinallik açısından bir eksiklik olarak görebiliriz ama düşmeyen bir tempo, ana karakterlerinin her birine hak ettiği derinliği veren senaryo ve Amerikan sinemasının hikâye anlatma ustalığı bir araya gelmiş burada ve Ozon önemli bir başarı sağlamış bu sayede.
Pablo Larrain’in 2015 tarihli çarpıcı filmi, Şili yapımı “El Club” suçları arasında çocukların cinsel tacizi de bulunan dört din adamının hikâyesini odağına onları alarak anlatmıştı ve oldukça beğenilen bir yapıt çıkmıştı ortaya. Ozon ise suçun asıl faili olarak tek bir din adamını (ve sessizlikleri ile onu koruyan kilise kurumunu) gösterirken, kurbanların tarafından anlatıyor hikâyesini Lorrain’in aksine. Bu açıdan belki de peş peşe seyredilmesi gereken iki film bu Larrain ve Ozon yapıtları. Aslında Ozon kilise kadar, farklı gerekçelerle sessiz kalan aileleri de alıyor hikâyesinin merkezine ve bunun neden olduğu kalabalık karakter sayısına rağmen, yalın bir içerik elde ediyor takdiri hak eden bir ustalıkla. Oyuncuların da önemli bir payı var bu başarıda; üç ana kurbanı oynayan Melvil Poupaud (Alex), Denis Ménochet (François) ve Swann Arlaud (Emmanuel) her biri farklı travmaları ve acıları taşıyan, bu acılarla farklı şekillerle yüzleşen ya da yüzleşemeyen karakterlerini filmin genel havasına uygun bir sadeliği barındıran güçlü oyunlarla canlandırıyorlar. Ozon’un net ama provokasyondan sakınan dili ile uyumlu bir şekilde, oyuncular da duyguları abartmıyorlar tam da olması gerektiği gibi. Bulamadıkları ilahî adalete seküler sistem içinde ulaşmaya çalışan kurbanların hikâyesini ve gerçek bir olayı anlattığını hep aklında tutmuş görünen Ozon adeta bir araştırmacı gazeteci titizliği ile gerçekçi bir hava yarattığı için oyuncuların performansı da çok önemliydi ve onların başarısı tam da bu nedenle çok önemli.
Özelikle Alex’in, dinsel inancını yaşadıklarına ve bunlara kilisenin gösterdiği kayıtszlığa rağmen hâlâ canlı tutması filme ek bir boyut katıyor. Onun “Bunu kilise için yapıyorum, kiliseye karşı değil” sözleri ile Emmanuel’in “Güvenime ihanet ettiniz ve kiliseye giden binlerce insanın güvenine” haykırışını, oğlunun Alex’e sorduğu ama cevap alamadığı “Hâlâ Tanrı’ya inanıyor musun?” sorusu ile birlikte düşünmek gerekiyor. Kesin bir itaat bekleyen bir inancın, takipçilerini tam da en önemli dayanağı olan güvenden yoksun bıraktığında ne olur sorusu öne çıkıyor burada ve hikâye herkes için farklı olacak cevabı da seyirciye bırakıyor doğru bir şekilde. Ozon filmini çekerken pedofili suçlamasının odağındaki peder Preynat hakkında açılan dava devam ediyormuş ve onun, vizyona girmesini engelleme çabalarına rağmen yönetmen çekimleri kısmen gizililik içinde devam ettirerek, kilise sahnelerini Fransa yerine Belçika ve Lüksemburg’da gerçekleştirmiş. Kapanıştaki bilgilendirme yazısında sürdüğü belirtilen mahkeme ise 2020’de sonuçlanmış ve Preynat 5 yıl hapis cezası alırken, bir önceki yıl da kilise onun tüm unvanlarını iptal etmiş. İşlenen suçlar ve neden olunan kalıcı travmalar için oldukça küçük bir ceza olsa gerek bu.
Ozon’un sonlara doğru olan bir karakol sahnesinde “Spotlight” filminin duvarda asılı posterini de göstererek, içerik ve dil açısından aldığı ilhama göndermede bulunduğu film özellikle ilk yarısında, zaman zaman karakterlerin yazdıkları mektuplar üzerinden ilerleyerek de gazetecilik yaklaşımını benimsiyor bir bakıma. Burada önemli olan, Ozon’un nerede ise belgesel ile kurgu arasında bir noktada durarak anlattığı hikâyenin samimiyeti hakkında seyircide bir soru işareti bırakmamayı başarmış olması. Öfke ile de anlatılabilecek bir hikâyeyi bu kışkırtıcılıktan uzak durarak, acı dolu ama dizginlenmiş bir duygusallıkla dile getirmeyi tercih etmiş Ozon. Kuşkusuz öfkenin ağır bastığı bir dil ve içerik de seçilebilirdi ve mutlak bir yanlış da olmazdı bu sinema adına; ama Ozon kendi filmografisi içinde değerlendirildiğinde de farklı olan bir yolu tutturmuş.
Ne kadar iyi niyetli hareket edilirse edilsin, bir suçun (herhangi bir suçun) üzeri örtüldüğünde sadece kısa vadeli bir yarar sağlayabileceğini ama acılarının kurbanların tüm hayatlarını şu ya da bu ölçüde etkileyeceğini hatırlatan bir film çekmiş Ozon. Daha duygu dolu, sesi daha çok çıkan bir anlatım tercih edenler bir parça kuru bulabilir filmi belki ama kesinlikle başarılı ve sorumluluğunu bilen bir sonuç var ortada Ozon adına.
(“By the Grace of God” – “Yüzleşme”)