The Russia House – Fred Schepisi (1990)

“1968’i hatırlıyor musun? Paris’te öğrenciler barikatlardayken, Amerikalılar Vietnam savaşına karşı çıkıyordu… ve biz de Çekoslavakya için mücadele ediyorduk”

Sovyetler Birliği’nin Glasnost döneminde, pek de istemeden MI6 ve CIA adına bir casusluk işine bulaşan İngiliz bir yayıncının hikâyesi.

John le Carré’nin aynı adlı romanından, Tom Stoppard’ın senaryosu ve Fred Schepisi’nin yönetmenliği ile çekilen bir film. Başlardaki bir parça hantal görünümünü ikinci yarısında çoğunlukla üzerinden atan ve “güven” temasının belki çok değil ama etkileyici bir portesini çizen film istihbarat teşkilatlarının yaptıkları işi nasıl bir oyun olarak gördüklerini ve varlık nedenlerini doğrulamak için nasıl bir gayret içinde olduklarını göstermesi ile önemli. Yazarın atmosferini sinemaya yeterince taşıyamayan ve heyecan/gerilim duygusu açısından eksik kalan film, bir parça karışık olan olay örgüsünü yeterince açamamak gibi bir kusura da sahip. Zengin kadroda Sean Connery öne çıkarken, pek çok ünlü isim karakterlerinin tek boyutluluğunun acısını çekiyor genelde.

Dört farklı ülkede (Rusya, Portekiz, İngiltere ve Kanada) ve beş farklı şehirde (Moskova, Leningrad (bugünkü adı ile Petersburg), Lizbon, Londra ve Vancouver) çekilen film bu uluslararası özelliği ile türündeki filmlerin olmazsa olmazlarından birini yerine getiriyor ama bir türlü yeterince gerilim havası yaratamıyor. Bunda senaryonun olay örgüsünün bir parça karmaşık görünen içeriğini sinemasal olarak yeterince açamamasının yanısıra Fred Schepisi’nin yönetmenliğinin bu filmin gerektirdiği biçimi sık sık ıskalamasının da payı var gibi görünüyor. Oysa film açılış jeneriğindeki şıklıkla (R harflerinin “Russia – Rusya” ve/veya “Red – Kızıl” kelimelerinden esinlenerek kırmızı olarak yazılması) vaatkâr bir giriş yapıyor aslında. Sık sık Branford Marsalis’in saksafonu ile eşlik ettiği ve Hollywood’un işinin ustası bestecisi Jerry Goldsmith’e ait olan müzik çalışması da sağlam (bazı anlarında abartılmış bir romantizm dozu olsa da) üstelik. Ne var ki Glasnost zamanında geçen film tam da bu dönemin belirsizliklerini hatırlatırcasına zaman zaman net olmayan/silik bir havada ilerliyor. John le Carré’nin romanının sinemasal karşılığının tam anlamı ile üretilemediğini herhalde en doğru şu şekilde ifade edebiliriz: Romanı okurken alacağınız edebi tadın görsel karşılığı olamamış bir film bu.

Bugün neye dönüştüğü bir kenara, Glasnost ve Perestroyka dönemlerinde çalkantılı bir şekilde dönüşen Rusya’da geçen hikâyenin zamanlaması aslında oldukça ilginç. Bir yandan soğuk savaşın tüm sıcaklığı devam ederken, diğer yandan istihbarat örgütleri artık değişen kalıplara ayak uydurmaya, daha doğrusu değişikliğin belki de en çok karşısında duranlar olarak alıştıkları hayatı sürdürmeye çalışıyorlar. Zaman zaman adeta oyun oynayan ergen çocuklar gibi düşünen ve hareket eden, ve kendilerini hayli önemseyen bu istihbaratçıların filmdeki portrelerinin yeterince etkileyici olamamasının temel nedeni ise James Fox, Roy Schedier gibi sıkı oyuncular tarafından canlandırılan bu karakterlere senaryonun nerede ise bir canlılık, bir boyut katmaktan kaçınmış olması. Bunun belki tek istisnası kendine özgü İngiliz sinemacı Ken Russell’ın karakteri ama bu istisna da daha çok karakterin egzantrikliğinden kaynaklanıyor açıkçası. Gönülsüz bir şekilde bulaştığı casusluk işindeki karakteri oynayan Sean Connery karizmasının sağlamlığı ile sık sık filmi tek başına üst düzeylere taşıyan isim oluyor. Romanın/filmin bir James Bond havasından çok uzak bir şekilde çizerek doğru bir iş yaptığı ve gerçekçiliğini artırdığı karakterle temas kuran Rus kadını oynayan Michelle Pfeiffer hayli inandırıcı bir Rus aksanı ile konuşuyor ve senaryonun “elverdiği ölçüde” işini de iyi yapıyor ama o da senaryonun sıkıntısını yaşıyor sık sık. Ruslar’ın nükleer gücü ile ilgili belgeleri sağlayan Rus mühendis rolündeki Alman oyuncu Klaus Maria Brandauer ise o bildiğimiz karizmatik gücünü pek gösteremeyeceği siliklikte çizilmiş bir karakteri ayakta tutmaya çalışıyor.

Yönetmen Fred Schepisi pek dinamizm (biçimsel ve içerik olarak) içermeyen mizansen anlayışı ile zaman zaman klasik sinema dilini tercih etmiş ama “yakınlaşmaya” başlayan çiftten uzaklaşarak pencereden dışarıya bakan kamera gibi numaralar bir kenara bırakılırsa, bu klasik dilin sağlamlığına pek de erişememiş görünüyor. Hikâye Leningrad’a uzandığında, kameranın bize Leningrad caddelerinden manzaralar göstermesi ise sanırım özellikle o dönemin Batılı seyircisi için kapalı bir kutu görünümündeki ülkeden seyirciye cazip görüntüler sergileme çabasının sonucu ama filme yakışmıyor bu tercih. Buna karşılık Schepisi ve görüntü yönetmeni Ian Baker Sovyet döneminin devasa boyutlu bina ve meydanlarının soğukluğunu ve boşluğunu gerçekten ustaca getiriyorlar karşımıza. Filmin bir diğer başarısı da Connery ile Pfeiffer’ın canlandırdığı karakterler arasındaki güvenin oluşumu ve sorgulanması ki hikâyenin bu konudaki potansiyeli yeterince değerlendirilememiş olsa da seyirciye tüm o gerilim ve romantizm denemelerinden daha fazlasını sunuyor bu tema.

Limanda geçen ve adeta bir Yeşilçam filminden taşınmış görünen, anlamsız bir şekilde iki kez de gösterilen sahnenin acemiliği ve gereksizliğinin pek yakışmadığı film keşke gerilimini daha iyi inşa edebilse ve karakterlerinin tümünü derinliğe kavuşturabilmiş bir senaryoya sahip olsaymış ama ne olursa olsun bir le Carré uyarlaması olarak ilgiyi hak ediyor. Gizli bilgileri Batı’ya göndermeye çalışan Dante kod adlı karakterin (romanda adı yine bir Alman yazar olan Goethe ama filmde değiştirilmiş ismi) dediği gibi “kahraman olmak için ülkelerine ihanet etmesi gereken insanların” bu hikâyesinin uzun konuşmalardan dolayı zaman zaman hantallaştığını da söyleyelim, son bir not olarak.

(“Rus Evi”)