Godzilla – Gareth Edwards (2014)

godzilla“İnsanoğlunun küstahlığı, kendisinin doğanın kontrolünde değil, doğanın onun kontrolünde olduğunu sanmasıdır”

Tüm dünyayı tehdit eden dev canavarlar ve belki de onlara karşı insanoğlunu koruyacak olan “Godzilla”nın hikâyesi.

İlk kez 1954 yılında, Ishirō Honda’nın Japonya yapımı “Gojira” adlı filmi ile sinema dünyasına giren dev canavar Godzilla için bu filmden altmış yıl sonra çekilen bir ABD – Japonya ortak yapımı. Dave Callaham’ın hikâyesinden Max Borenstein’ın senaryosunu yazdığı ve Gareth Edwards’ın yönettiği film bu popüler canavarı görkemli bir şekilde tekrar sinemaya taşımayı hedefleyen ve devam filminin planlandığı ve getirdiği gişe geliri düşünülürse bu hedefi de tutturmuş görünen bir çalışma. Devasa setler ve bilgisayar destekli ve göz alıcı efektler filmi bu türden hoşlananlar için hayli cazip bir konuma oturtuyor kuşkusuz. Eğer meraklısı değilseniz bu türün, filmin nerede ise hikâyesizliği ve genel olarak yüzeyselliği pek de mutlu etmeyecektir açıkçası. Başroldeki Aaron Taylor-Johnson’un oyunu kadar düz ve ruhsuz aslında film; ne var ki bu problem tüm o efektlerin ve setlerin büyüsüne kapılmayanlar için bir anlam ifade ediyor. Diğerleri ise, keyifle tadını çıkarabilirler filmin.

Gozdilla daha önceki filmlerde veya çizgi romanlarda kimi zaman zararlı bir canavar, kimi zamansa bu “canavar” özelliğini korumak ve tehditkâr havasını muhafaza etmekle birlikte insanlık için faydalı şeyler de yapan bir varlık olarak gösterilmiş. Bu filmde ise, Godzilla işte bu ikinci türden bir hikâyenin kahramanı oluyor ve insanoğlunu yok olmaktan kurtarmaya soyunan bir canavar rolüne bürünüyor. Hikâyedeki bir Japon bilim adamının deyişi ile, doğanın düzenini ve dengesini tekrar kurma gücüne sahip olan Godzilla nükleer testlerin sonucunda tekrar canlanan bir tarih öncesi yaratık özet olarak. Bu çıkış noktası hikâyenin atom bombasının dehşetini yaşamış ilk ve tek ülke olan Japonya kaynaklı olmasını da açıklıyor aslında ve bu çevreci ve barışsever tema filmin hikâyesinde kesinlikle yerini bulmuş, alkışlanması gereken bir husus olarak. Bu açıdan bir problemi yok hikâyenin ama açıkçası ortada bir hikâye olduğu hayli tartışmalı. 1954 yapımı ilk Godzilla filminin yönetmeni Honda’nın söylediği “Canavarlar doğuştan çok uzun, çok güçlü ve çok ağırdırlar ve bu da onların trajedisidir” sözündeki derinliğin hayli uzağına düşüyor film ve ne Godzilla’nın ne de yok olmanın kıyısına kadar gelen insanın trajedisini geçirebiliyor seyirciye. “Çiftleşmek isteyen” iki dev canavar ile onların neden olduğu yıkımı engelleyebilecek tek güç olan Godzilla’nın savaşını anlatıyor hikâye ve tüm diğer karakterler de (insanlar bir başka deyiş ile) bu hikâyede nerede ise sadece bir figüran vazifesi görüyorlar. İnsanların ne yaşadığı sadece görkemli yıkım sahnelerinin malzemesi olunca, filmin canavarlara odaklanmasını bekliyorsunuz en azından ama orada da yönetmenin tercihinden kaynaklanan ciddi bir sıkıntı var. Yönetmen Gareth Edwards’ın filmi çekerken Speilberg’in 1975 yapımı “Jaws – Denizin Dişleri”nden esinlendiği söylenmiş ve canavarın göründüğü zamanlardan çok görünmediği zamanlarda hissettirdiği varlığı ile korkutucu olmasını hedeflemiş ve buna uygun olarak sahneye geç çıkartmış onu. Ne var ki Spielberg’in filminde müthiş bir sonuç yaratan bu tercih burada pek de işe yaramış görünmüyor. Buna Godzilla sahnelerinin tamamının gece karanlığında geçmesini de ekleyince ortaya pek de korkutan veya gerilim yaratan bir atmosfer çıkmıyor maalesef.

Filmin başında kısaca görünen ve sonra ortadan kaybolan (öldüğü için) bir karakteri oynamaya Juliette Binoche’u yönetmen Edwards’ın mektubu ikna etmiş ama açıkçası bu sıradan ve kısa rolde herhangi bir oyuncu yer alabilirmiş görünüyor. Aslında sadece bu rol değil, diğer hiçbir karakter öne çıkmıyor hikâyede çünkü hiçbiri “çizgi romanın iki boyutluluğu”ndan kurtaramamış kendisini. Senaryo onları bir klişe cümleden diğerine, bir klişe sahneden diğerine atarken, bu karakterleri canlandıran oyunculara da pek iş düşmemiş. Bunun sonucu olarak başta başroldeki Aaron Taylor-Johnson olmak üzere, oyuncular kendilerini hemen hiç sıkmadan oynamışlar. Johnson’un bir trende geçen ve hikâyeye hiçbir katkısı olmayan (evet, klişe bir “son anda küçük bir çocuğu kurtarma” sahnesine kaynaklık etmek gibi bir işlevi var ama bu da zaten senaryonun yüzeyselliğinin örneklerinden biri sadece) sahneden binlerce insanın olduğu bir karmaşanın içinde birbirlerini hemen buluveren karakterlere (evet, böylece film bize umut ve gözyaşı sunmuş oluyor!) kadar sıkıntılı bir senaryo bu ve hikâyesinin insanlarla ilgili boyutunu ciddiye almayı hayli zorlaştırıyor. Yönetmen de oyunculukları pek dert etmiş görünmüyor zaten; Ken Watanabe’nin tüm sahnelerinde “dehşet içinde bakan adam” ifadesi ile oynamasının açıklaması da bu olsa gerek.

Alexandre Desplat’ın başarılı müziğinin dikkat çektiği film çekici açılış jeneriğinde şık ve esprili bir şey yapıyor ve hikâye ile ilgili kimi sırları/açıklamaları çok kısa bir süreliğine gösterip, sonra yok ediyor. Meraklısı buralarda ne yazıldığını buradan bulup okuyabilir. Bu şık hareketin dışında filmi canavar aksiyonu olarak tanımlamak ve bu tanımın içini dolduduğu kadarı ile takdir etmek ve seyretmek gerekiyor. Sonuçta çarpıcı ses ve görsel efektler, canavar tasarımları ve setleri ile filmin bu alanlardaki etkileyiciliği ortada. Canavar kahramanı ile insan kahramanı arasında hemen hiçbir ilişki kurmayan senaryoyu ciddiye almaya ise hiç gerek yok.

Monsters – Gareth Edwards (2010)

“Yaratıklar tarafından öldürülen bir çocuğun fotoğrafına ne kadar verildiğini biliyor musun? 50 Bin dolar. Peki, mutlu bir çocuğun fotoğrafına ne veriliyor? Sıfır Dolar.”

Dünya’ya geri dönerken Meksika üzerinde parçalanan bir uzay aracından dünyaya yayılan uzaylılardan dolayı karantina altına alınan bölgeden ABD’ye dönmeye çalışan iki kişinin hikayesi.

İngiliz yönetmen Gareth Edwards’ın ilk filmi düşük bütçe ile çekilmiş, aksiyondan çok drama ağırlık veren bir bilim kurgu. 800 Bin Dolar bütçe ile yaratılan bu bağımsız İngiliz filmi neden mekanını Meksika ve ABD olarak belirlemiş bilinmez ama doğru bir tercih ile ihmal ettiği aksiyonun yerine koyduğu dram, gerilim ve gereksiz görünen aşk temaları ile bu boşluğu ne kadar doldurabildiği tartışmalı. Yönetmenin kendisine ait olan başarılı görüntüleri ile dikkat çeken film iki baş oyuncusu dışında hemen tümü filmin çekildiği yerlerde yaşayanlardan oluşturmuş kadrosunu.

Karantina altına alınan bölgenin Meksika’da olmasını ve iki kahramanın bu bölgeyi aşıp ülke ile ABD sınırı boyunca inşa edilen dev duvarı aşma çabalarını düşününce hikâyenin Batı ülkelerine sığınmaya çalışan yasadışı göçmenleri anlattığını düşünmek mümkün aslında. Ne var ki yönetmen bu çağrışımı ret ediyor ve sadece bir bilim kurgu çektiğini söylüyor. Aslında Meksikalı askerlerden birinin ağzından duyduğumuz ve yaratıkları kastederek söylediği “sen onları rahatsız etmezsen, onlar da seni etmez; sadece ABD uçakları gelince çok kızgın oluyorlar” ifadesi hikâyenin “ötekilerden” (burada Meksikalılar) korkmak için hep bir nedeni (burada bölgeye yerleşen uzaylı yaratıklar) olan insanları anlattığı düşüncesini de destekliyor ama filmin yaratıcıları bu çağrışımları kabul etmeyince ısrar etmenin de bir gereği yok. Peki filme bir derinlik katabilecek bu sembolizmi bir kenara bırakırsak geriye ne kalıyor? Geriye kalan, akıcı ve hatta ustalıklı bir anlatım ile aktarılmış, çok başarılı görüntüleri olan, kaçmaya çalışan çiftten adamı canlandıran Scoot McNairy’nin başarılı ve sıcak oyunu ile öne çıktığı ve iki mutsuz karakterinin kaçınılmaz ve maalesef zorlama görünen aşk hikâyeleri ile zarar görmüş bir popüler film kalıyor.

Filmin görsel efektlerinden de sorumlu olan yönetmen Edwards’ın sakin ve çekici anlatımının yanında bir diğer başarısı filmini nedeni ne olursa olsun (bütçe veya başka bir neden) efekt bombardımanından uzak tutabilmesi ve gerçekçi görüntüleri ile atmosferi etkileyici bir şekilde karşımıza getirmesi. Böylece aksiyona değil dram ve gerilime odaklanan filmin bu tercihi ile de uyumlu ve kendimizi karakterlerin hikâyesine ortak etmemizi daha kolay kılan bir yapı elde etmiş yönetmen. Ne var ki yönetmenlikteki başarısını senaryosuna ki o da kendisine ait, o denli yansıtamamış Edwards. Adam ve kadının hikâye boyunca birlikte hareket etmek zorunda kalması için kimi zorlamalara başvurmuş ve her iki karakterin belki daha insancıl kılmak için eklenmiş görünen ama filme katkısı olmayan geçmişleri gereğinden fazla öne çıkmış. Burada karakterlerin “mutsuzlukları” değil gereksiz bulduğum, aksine bu ruh halleri hikâyeye ek bir hüzün de katmış ama mutsuzluğun gerekçeleri bir Hollywood filmindeki kadar öne çıkmamalıydı kesinlikle.

Çoğunlukla doğaçlama diyaloglar ile ilerleyen, amatör oyuncu ve el kamerası kullanımı ve gerçekçi görüntüleri ile de önemli olan film çok önemli olmayan ama kesinlikle seyri hoş bir çalışma. Altı yıldır bölgede olan yaratıkların neden olduğu durumun bir noktadan sonra artık günlük hayatın normal bir parçası olmasını da başarı ile sergileyen filmin, rüşvetçi görevliler veya hırsız hayat kadınları gibi unsurlar üzerinden “ötekileri” kötülemesini ise görmezlikten gelmeli. Aksiyon meraklılarını da daha derin sinemasal merakları olanları da tam anlamı ile tatmin etmesi zor ama bittikten sonra unutulmaya yakın olsa da seyri boyunca ilgiyi ayakta tutabilen bir film özet olarak.

(“İstila”)