Snatch – Guy Ritchie (2000)

“Gömleklerinden daha ucuz bir arabada oturan silahlı iki siyah adama kim saldırır!”

Değerli bir çalıntı elmasın peşine düşen ve bu arada birbirleri ile de mücadele eden suçluların hikâyesi.

Guy Ritchie’nin yazdığı ve yönettiği bir Birleşik Krallık ve ABD ortak yapımı. 1998’de çektiği ilk uzun metrajlı filmi “Lock, Stock and Two Smoking Barrels” (Ateşden Kalbe, Akıldan Dumana) ile aksiyon, suç ve komediyi geniş kitlelerin ilgisini çekecek şekilde bir araya getirerek önemli bir başarı kazanan Ritchie bu ikinci filminde benzer bir formülle hareket etmiş yine ve tarzından hoşlananları kesinlikle tatmin edecek bir yapıt koymuş ortaya. Hikâye oldukça sert ve kanlı olsa da, bu tür görüntülerin -bir sahne dışında- genellikle kameranın kapsama alanının dışında bırakıldığı filmi, anlaşılan Guy Ritchie her bir sahnesini nasıl eğlenceli kılabilirim düşüncesi ile çekmiş. Çok karakterli olmasına rağmen her birini hikâyenin çerçevesinin içinde kalmayı başararak birbirlerine bağlayabilen Ritchie’nin bu yapıtı komedisi olan sert aksiyonları sevenler için çekici, bu tür filmlere çok da meraklı olmayanlar için ise en azından eğlencelik olarak seyredilip unutulacak bir çalışma.

Zengin kadrosu ve bu kadronun her bir üyesinin eğlenceli performansı ile dikkat çekiyor film öncelikle. Yıldızlardan biri olan Brad Pitt’in de kolayca karikatüre dönüşebilecek bir karakteri, örneğin “Burn After Reading” (Aramızda Casus Var – 2008) filmindekinin aksine dozunda bir eğlence ile canlandırdığı filmde tüm karakterlere neredeyse eşit şans veren senaryonun sağladığı olanakları çok iyi değerlendirmiş tüm oyuncular. Her bir karakterin kendi hikâyesi ve eğlenceli yanını çekici bir şekilde yaratmış Guy Ritchie ve oldukça fazla sayıda ana karakterin varlığına karşın, seyircinin olan bitene ilgisini hep canlı tutacak bir biçimde anlatmayı başarmış hikâyesini. Ritchie öyküsünü zaman zaman anlatıcı bir rolde olan “Türk” karakteri ile başlatıyor ve sonra tüm diğerlerini birer birer katıyor hikâyeye. Karakterlerin tümü suç dünyasının irili ufaklı üyeleri ve Ritchie her birini hırsları, kendi planları ve acizlikleri içinde getiriyor karşımıza. Tüm o sertliğin içine mizahı da eklemeyi hiç atlamıyor yönetmen ve en sert sahnelerde bile güldürüyor bir şekilde. Haham kılığına girmiş adamların Antwerp’teki bir elmas tüccarını soymaları ile başlayan film, bu sahne ile filmin biçimsel yanının da bir özetini yapıyor adeta: Hareketli bir kamera, hızlı bir kurgu, görsel oyunlar (bu sahne örneğin, uzun bir süre farklı güvenlik kamerası görüntüleri üzerinden anlatılıyor), sıkı bir müzik ve eğlenceli diyaloglar. Zaman zaman görüntüyü donduran ve sinemada bir zamanlar moda olan bir şekilde görüntüyü ikiye bölmek gibi oyunlara da başvuran yönetmen sonuçta hınzır denebilecek bir sinema dili oluşturmuş.

86 karatlık bir elmasın (Topkapı Saray’ındaki Kaşıkçı Elması da aynı değerde) peşinde dönen hikâyesinde oldukça zengin bir soundtrack kullanmış Ritchie. Madonna’dan Massive Attack’a Oasis’ten The Johnston Brothers’a müziğin farklı isimlerinin çalışmaları filmin başından sonra hikâyeye renk katacak şekilde kullanılmış. Bir boks maçında bütçe kısıtının sonucu olan figüran azlığı yüzünden kamera çalışması ile bu açığı kapattığı söylenen Ritchie’nin -kısa bir süre sonra evleneceği- Madonna’nın “Lucky Star” adlı şarkısının kullanım hakkı için epey yüklü bir ödeme yaptığını da ilginç bir nokta olarak belirtelim bu arada. Tavşanın peşindeki tazılar ile küçük bir suçluyu kovalayan daha büyük suçluların sahnelerini paralel olarak anlattığı sahnede olduğu gibi, dinamik bir eğlence yaratmayı hiç unutmayan Guy Ritchie diyaloglara da yansıtıyor mizahını (“Ben cesedi yaratmam, ortadan kaldırırım”) ve bu mizahı karakterlerin beceriksizliklerinin neden olduğu aksaklıklarla da zenginleştiriyor. Örneğin arabadan dışarı fırlatılan bir süt kutusunun neden olduğu zincirleme olaylara tanık olduğumuz sahne üzerinden epey kahkaha alıyor film seyircisinden.

Hikâye boyunca karakterlerin farklı kombinasyonlar hâlinde sürekli olarak birbirleri ile karşılaştığı ve mücadele ettiği film Ritchie’nin bir önceki yapıtının tekrarı gibi görünebilir ve ilki kadar orijinal durmayabilir. Ayrıca her ne kadar şiddeti çoğunlukla hiç göstermese de çekiciliğini bunun üzerine kurduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor filmin. Richard Attenborough’un yönetmeni “şiddet pornografisi” ile suçlaması bir parça abartılı bir eleştiri olsa da (bu nitelemeyi çok daha fazlası ile hak eden sinemacılar var), Ritchie’nin şiddetten beslendiğini ve onu kullandığını inkâr etmek mümkün değil. Tüm o enerjik sinema dili ile zaman zaman bir çizgi romanı “hızlı okuma” teknikleri ile okur gibi hissetmenize neden olduğunu da söylemek gerekiyor filmin. Karakterler kadar, karakterlerin karşılaşması ile ortaya çıkan sonuçların da önem taşıdığı yapıt, Türkçe adının da vurguladığı gibi bir “kapışmalar” filmi ve türünün meraklılarını kesinlikle eğlendirecektir.

(“Kapışma”)

Sherlock Holmes: A Game of Shadows – Guy Ritchie (2011)

sherlock_holmes-a-game-of-shadows“Yıl 1891. Fırtına bulutları Avrupa’nın üzerinde birikiyordu. Fransa ve Almanya bir dizi bombalamanın sonucu olarak birbirinin boğazına sarılmıştı. Bazıları milliyetçilerin bazıları ise anarşistlerin işi olduğunu söylüyordu bu bombaların. Ama her zamanki gibi, arkadaşım Sherlock Holmes’ün tamamen farklı bir teorisi vardı”

Sherlock Holmes ile arkadaşı ve yardımcısı Doktor Watson’ın bir dünya savaşı çıkartmanın peşinde olan en büyük düşmanları Profesör Moriarty’e karşı mücadelelerinin hikâyesi.

2009 tarihli “Sherlock Holmes” filminden sonra yönetmen Guy Ritchie ile oyuncular Robert Downey Jr. (Holmes rolünde) ve Jude Law’ı (Watson rolünde) ikinci kez bir araya getiren sherlock Holmes filmi. İlk filmde de yer alan Moriarty karakterinin bu kez filmin tek ve asıl kötüsü olarak yer aldığı film ilkinin izinden giderek yine mizah ile aksiyonu bir arada kullanan ve popüler çekiciliğini hep vasatın üzerinde tutan bir sinema eseri ve türün meraklısının kesinlikle kaçırmaması gereken bir çalışma. İlk film için olduğu gibi bu ikincisi için de aynı özeti yapmak mümkün: Edebiyattaki Holmes için değil, sinemadaki Holmes için görülmesi gerekli bir film bu. Guy Ritchie’nin hınzır sinema dilini yine tüm görkemi ile emrine verdiği film bir eğlencelik sadece, ama sıkı bir eğlencelik sonuçta.

Sherlock Holmes’ün modern sinemadaki bu yeni versiyonunu ikinci kez karşımıza getiren film ilkinin izinden giden bir çalışma olmuş ve onun özellikle biçimsel öğelerini bir parça zenginleştirmekle birlikte temel olarak tekrarlamış görünüyor. Yine esprili bir hikâye, karşılıklı sözleri üzerinden sürekli olarak atışan Holmes ve Watson ikilisi, hızlı bir kurgu, sadece zekâsını değil bedenini de aynı beceri ile kullanan Holmes, kamera ve kurgu oyunları ile zenginleştirilmiş sahneler, başarılı görüntü ve ses efektleri, etkileyici set tasarımları ve Robert Downey Jr., Jude Law ve Moriarty rolündeki Jared Harris ile dedektifimizin kardeşi rolündeki Stephen Fry’ın başarılı oyunculukları. Bir parça uzamış görünse de kurgusuna, mizansenine ve teknik cambazlıklarına diyecek söz bulamayacağınız dövüş sahneleri, Holmes’ün gözleme, detaylara dikkat etmeye ve hızlı düşünmeye dayalı analitik zekâsı ve şimdi karşısında kendisi kadar zekî ve dünyayı karıştırmayı kafasına koymuş çok tehlikeli bir kötü karakter. Tüm bunlar size ne vaat ediyorsa, onu sunan ve yarattığı beklentiyi hep karşılayan bir film bu ve açıkçası film için söylenecekleri burada kesmek pek de bir eksik bırakmayacaktır söylenmesi gerekenler konusunda.

Filmin görsel ve teknik becerisi hemen hep üst düzeylerde seyrediyor. Sıkı ve sürprizli açılış sahnesi, ilk filmde olduğu gibi burada da karşımıza çıkan “birazdan yapacağı kavgayı öncesinde kafasında planlama ve kurgulama” sahnesi (ki bu kez bir ileri boyuta taşıyor film bu hayal etme olayını ve kavgalardan birinde kavganın her iki tarafını da (Holmes ve Moriarty) aynı planlamanın içinde göstererek eş zekâlı iki rakibin savaşına tanık olduğumuzun altını çiziyor), tüm o görsel efektler veya bombanın nereye yerleştirilmiş olabileceğini bulmaya çalışan dedektifin düşüncelerini görsel olarak karşımıza getiren sahne filmin görsel düzeyini örneklemek için kullanılabilecek anlardan sadece birkaçı. İlk filmdeki teknik oyunların bir parça fazla tekrarlanmış olması zaman zaman sanki ilk filmden bölümler izliyormuşsunuz hissini de yaratmıyor değil açıkçası ama hikâyesini çok hızlı ilerleterek ve başta Holmes ile Watson arasındakiler olmak üzere diyaloglarını da mizahın ve hatta aksiyonun bir parçası yaparak bu düşüncenizin sürmesini bir şekilde engelliyor film. James Herbert’ın kurgusu ve Philippe Rousselot’un görüntülerinin katkısı ile ulaşılan bu düzeyi Hans Zimmer’ın müzik çalışması da destekliyor ve sahnelerin ruhuna uygun melodiler aracılığı ile filmin dikkat çeken unsurlarından biri oluyor.

Holmes’ün eşcinsel bir karakter olup olmadığı kimi esprili kimi ciddi pek çok iddianın konusu olmuş bugüne kadar. Senaryoyu yazan Michele Mulroney ve Kieran Mulroney de anlaşılan bu ilgi kaynağından yararlanmayı seçmişler ve birden fazla sahnede bu tartışmayı gündeme tekrar getirecek anlar yaratmışlar: Kıyafet değiştirerek kadın kılığına giren Holmes’ün bir kısmında da yarı çıplak olarak Watson ile fiziksel olarak didiştiği sahneden Holmes’ün “ilişki” olarak tanımladığı aralarındaki bağı Watson’ın “ortaklık” olarak düzeltmesine (Watson’ın kullandığı kelimenin (İngilizce partnership) aynı zamanda eşcinsel birliktelikler için de kullanıldığını atlamayalım “civil partnership” kalıbı içinde), dedektifin evliliği nedeni ile yardımcısına sürekli -kızgınlık ve sitem dolu bir şekilde- laf atmasından ikili dans sahnelerine kadar bu “dedikodu”yu özellikle gündemde tutmuş görünüyor senaristler ve hatta galiba eğlenmişler de bu dedikodu ile.

Ayrıntılara gösterilen özenin dikkat çektiği, iki müthiş rakip arasındaki “satranç oyunu”nun gerçek satranç tahtası veya kimi görsel öğelerle desteklendiği filmin belki de en önemli kusuru ilk filmin yolundan hiç ayrılmaması ve adeta o filmi tekrar izlediğiniz düşüncesi yaratması, biçimsel unsurları ve hikâyesinin kurgusu açısından. Karakterlerin yine yeterince derinleşmemesini ve Holmes – Watson ikilisinin aksiyon becerilerinin analitik yeteneklerine eş düzeye çıkarılmasını da bu kusura ilave etmek gerekiyor. Ne var ki bu kusurlar filmin olmayı seçtiği popüler alanın sevenleri için hemen hiç önem taşımıyor kuşkusuz. Dolayısı ile seyredip eğlenmek ve gerisini unutmak gerekiyor ilk filmde olduğu gibi.

(“Sherlock Holmes Gölge Oyunları”)

Sherlock Holmes – Guy Ritchie (2009)

sherlock_holmes“Dışarıdan gelen sesi dinleyin, korkunun sesini. Bunu önce onları kontrol etmek sonra da dünyayı değiştirmek için kullanacağız”

Sherlock Holmes ve yardımcısı Doktor Watson’ın önce İngiltere’yi sonra da tüm dünyayı ele geçirmeye kalkışan ve devletin üst düzeyinde yer alanların da parçası olduğu bir organizasyonla mücadelesinin hikâyesi.

Arthur Conan Doyle’un yarattığı ve sessiz sinema döneminden başlayarak defalarca beyazperdede görünmeyi başaran dedektif Sherlock Holmes ve birlikte ayrılmaz bir ikili oluşturduğu yardımcısı Watson’ın Guy Ritchie tarzı bir uyarlaması. Doyle’un kimi hikâyelerinden esinlense de ve onun romanlarındaki kimi karakterleri -başta Holmes’un en büyük düşmanı Profesör Moriarty olmak üzere- kullansa da özgün bir hikâye var karşımızda. Gözlem gücü ve mantık yürütmedeki eşsiz yeteneği ile bilinen Holmes’un bu uyarlaması tam da Guy Ritchie’den bekleneceği gibi aksiyonun, zıpır bir mizahın ve dinamizmin öne çıktığı bir çalışma ve böyle olunca da seyretttiğimiz sık sık Doyle’un dünyası olmaktan çıkıp Ritchie’nin dünyasına dönüşüyor. Bu nedenle, Holmes’u tanımak ve onun filmdeki aksiyonun içinde sık sık kaybolan zekâsının keyfini sürmekten çok, Ritchie’nin “erkeksi” atmosferinin keyfini sürmek için izlenmesi gereken bir çalışma bu. Finalinin de açıkça ifade ettiği gibi bir devamı da (2011 yapımı “Sherlock Holmes: A Game of Shadows – Sherlock Holmes: Gölge Oyunları) da çekilen bu modern (bir parça yüzeysel ve içi boşaltılmış ifadelerini de içine alan bir modernlik bu elbette) Holmes uyarlaması ilgiyi hak ediyor şüphesiz ama bu daha çok Ritchie’nin teknik becerisi için; yoksa pek de çekici öğeleri olmayan hikâyesi için değil.

Bir aksiyon filminin temposu ve kurgusunun damgasını vurduğu sahne ile açılıyor film ve bu sahne bir bakıma bundan sonra iki saat boyunca izleyeceğimizin biçim ve içerik olarak da bir özetini yapıyor bize: Holmes’un fiziksel gücünü ve zekâsını, ve Watson’ın nasıl yetenekli bir yardımcı olduğunu, aksiyonu öne çıkaran, teknik oyunlara ve etkileyici kamera kullanımına başvuran, bol efektli ve dublörlü, hızlı kurgulanmış bir biçimde anlatan bir film seyredeceğiz. Filmden zevk almak istiyorsak da hikâyesine ve zaten yeterli olmayan hikâyenin aksiyonun altında kalmasına da aldırış etmeyeceğiz. Evet, Guy Ritchie tam kendi tarzında bir Sherlock Holmes filmi çıkarmış ortaya. Bol kavgalı ve gürültülü, modern çağlarda geçen filmlerindeki kadar -doğal olarak- olmasa da patlamalı ve silah sesleri ile dolu, kadın karakterlerin elbette erkeklerin gerisinde kaldığı, erkekler arası dayanışma veya çatışmanın öne çıktığı bir film bir başka ifade ile. Tüm bunlar kuşkusuz parlak bir teknik beceri ile çekilmiş sahnelerle geliyor karşımıza ve yavaşlatılmış (bazen de çok yavaşlatılmış) sahnelerle seyircinin gözünü boyamayı da başarıyor. Örneğin patlama sahnesi çok etkileyici kesinlikle. Peki tüm bunlardan geriye ne kalıyor derseniz, belki de bunu şöyle cevaplayabiliriz: Sherlock Holmes’ü değil, Sherlock “Bruce” Holmes’ü veya Sherlock “Bond” Holmes’ü seyrediyoruz iki saat boyunca. Bir Bruce Willis aksiyon filminde ne varsa burada da o var ve Holmes’ü Holmes yapan tüm fizik dışı becerileri, Willis’i Willis yapan tüm fizik becerilerinin altında kaybolup gidiyor çoğunlukla.

Senaryo pek de dert etmiyor ne anlattığını: Örneğin Holmes’ün neden iki haftadır odasından çıkmadığını ve pejmürde bir halde oturduğunu doğru dürüst anlatmaya uğraşmıyor bile hikâye. Kahramanımızın bu halini sonraki sahnelerdeki enerjikliği ile bir zıtlaşma aracı olarak kullanmakla yetiniyor sadece. Aslında hikâyede Holmes’ü ve onun kıvrak zekasını, gözlem gücünü ve analiz yeteneğini kanıtlayan pek çok öğe var ama nedense tüm bunları çok hızlı bir kurgu içinde sergiliyor Ritchie ve belki de dedektifin düşünme hızını vurgulamaya çalışırken, o hızın içinde onun zekâsının kaybolmasına neden oluyor. Bu hızlı kurgunun işlediği yerler de var ama; bir dövüş sahnesinde hasmını nasıl alt edeceğini planlayan Holmes çok etkileyici bir görüntü oluşturuyor örneğin. Watson ile Holmes arasındaki kimi ikili sahneler de (nişanlanan ve evlilik hazırlığı içinde olan, birlikte yaşadıkları evi terk etmek için toparlanan Watson’ın kendisine sitemkâr davranan Holmes ile olan ilişkisi “bir şey” ima etmiyor ama aralarında romanlarda hissettirilenden daha güçlü bir bağın olduğunu keşfetmemek mümkün değil) esprili diyalogları ve atışmaları ile keyif veriyor zaman zaman.

Guy Ritchie zaman zaman aksiyonun keyfine o kadar kaptırıyor ki kendini Holmes’ün devasa Fransızla dövüşünde olduğu gibi gereksiz uzatıyor bu sahneleri. Bir başka kusuru da filmin, kötü adamının yeterince karizmatik olmaması. Belki de finalde de vurgulandığı gibi, devam filminde karşımıza çıkacak olan Moriarty asıl kötü karakter ama bu filmin “kötü”sü o değil ve bu akıcı, eğlenceli, popüler havalı ve hatta komik filmin çekiciliğinin artmasına engel oluyor bu durum. Tüm kavga sahnelerini uzamış olmasına rağmen akıllı ve eğlenceli oyunlarla düzenleyen, finaldeki “açıklama” sahnesini sıkıcı ve klişe olmaktan çıkaran usta mizanseni ile de ilgiyi hak eden bir film bu. Özetlersek, ne Conan Doyle ne de Sherlock Holmes’i bize anlatabilen ama bu bir kenara bırakılırsa, eğlencelik olarak izlenebilecek ve bundan da pişman olunmayacak bir film bu. Watson rolündeki Jude Law’ın her zaman tanık olamadığımız keyifli performansı ama özellikle de Robert Downey Jr.’ın kesinlikle çok etkileyici Holmes’ü, etkileyici set tasarımları ve müzikleri bu bazı anlarında “Bond filmi” havası takınan çalışmayı seyre değer kılan diğer unsurlar olarak anılmayı hak ediyor.