Umi Yori Mo Mada Fukaku – Hirokazu Koreeda (2016)

“Hiç kimseyi denizden daha derin sevmedim ben; bu yaşıma geldim üstelik”

Boşanmış, çocuğunu sadece ayda bir görebilen, yazar olmaya çalışan, kumar alışkanlığı olan ve “romanı için malzeme toplayabilmek” için özel dedektiflik yapan bir adamın hikâyesi.

Japon sinemacı Hirokazu Koreeda’nın yazdığı ve yönettiği bir film. Koreeda sinemanın “görkemli”, “büyük karakterlerle dolu” ve “heyecanlı” hikâyelerinden özenle uzak duran, “küçük insanlar”ın “sıradan hikâyeler”ini anlatan bir sinemacı ve burada da sinemasının parlak örneklerinden birini veriyor. Başroldeki Hiroshi Abe’nin karakterine müthiş bir doğallık kazandırdığı ve sinemanın belki de en kalıcı “kaybeden” karakterlerinden birini yarattığı film insana insanı anlatan ve sadece bu nedenle bile ilgiyi kesinlikle hak eden bir çalışma. Başarısız ama başarısızlıklarının sonuçları ile gerçek anlamda yüzleş(e)meyen bir adam kahramanımız ve tüm iyi niyetine rağmen ne bir çıkış yolu bulabiliyor ne de yaptıklarının/yapamadıklarının başkaları üzerindeki sonuçları değişmesini sağlayabiliyor onun. Koreeda işte bu karakteri hikâyesine çok iyi uyan bir sadelik ve samimi bir dil ile anlatırken, bir kez daha görülmesi ve takdir edilmesi gereken bir sonuç koyuyor ortaya.

Koreeda filmin Japonca orijinal adını (“Denizden bile daha derin”) bir sahnede radyoda çalınan eski bir Japon pop şarkısından almış ve bir adamın kasırgaların birbiri ardından yokladığı bir şehirde, babasının ölümünden sonra hayatını toparlama çabasını ama bunu kendisini hiç değiştir(e)meden yapmaya çalışmasını anlatıyor. Bunu anlatan hikâyesini ise Hanaregumi’nin orijinal müziğinin şık bir şekilde vurguladığı bir dil ile getiriyor önümüze: Zarif, sakin, doğal ama sıcak bir film bu. On beş yıl önce bir romanı ile -anlaşılan çok da önemli olmayan- bir ödül alan ama gerisini getiremeyen adam, ayda bir görebildiği oğlu ile daha fazla yakınlaşmak isterken bir yandan eski karısını takip ediyor ve onun yeni ilişkisini kıskanmanın acısını çekiyor. Koreeda bu “kaybeden” karakteri mutlak bir doğru adam olarak göstermiyor bize; aksine eylemlerinin ve eylemsizliğinin olumlu sonuçlarını da sergiliyor hikâye boyunca. Sürekli para sıkıntısı içinde olan adam (oğlu için vermesi gereken nafakayı denkleştiremiyor bir türlü örneğin), özel dedektifliği sırasında elde ettiği bilgileri kendisini kiralayana değil de onun takip ettiği kişilere satmaktan, çocuğunun istediği bir spor ayakkabısının fiyatını düşürebilmek için üçkağıta başvurmaktan, annesinin evinde sakladığı paraya göz dikmekten veya küçük şantajlar yapmaktan çekinmiyor örneğin. Tıpkı ölen babası gibi yalan da söylüyor sık sık ve onun bahis oynama alışkanlığını da aynen sürdürüyor. Özetle söylersek, baş karakterini bize olduğu gibi gösteriyor film; tüm iyi ve zayıf yönleri ile hayata tutunmaya çalışan ama bir türlü başaramayan bir adam bu ve onun hikâyesini bize tarafsız bir dil ile anlatıyor yönetmen. Bunu yaparken de hikâyeye renk katan ve seyir keyfini artıran küçük mizah anlarını da yakalıyor, tıpkı gerçek hayatın kendisinde olduğu gibi.

Kahramanımızın, tecrübeli Japon aktrist ve Koreeda’nın favori oyuncularından olan Kirin Kiki’nin sıcak ve olgun bir performansla canlandırdığı annesinin de yardımı ile ve yaklaşan fırtınayı da geçerli bir mazeret olarak kullanıp yeniden bir aile havası yaratmaya çalıştığı bölüm filmin en güzel ve dokunaklı anlarına sahip. Yürümeyen ve yürümesi de mümkün görünmeyen bir evliliğin havasını tekrar canlandırmaya çalışmanın hüzünlü mizahının da dikkat çektiği bu bölüm belki de Koreeda’nın anlattığının ne kadar samimi olduğunu bize en iyi gösteren sahnelerden biri. Babanın parktaki koca bir kaydırağın içinde oğlu ile geçirdiği gece (kendisinin de yıllar önce babası ile birlikte yaptığı bir şeymiş bu), çocuğun düşürdüğü piyango biletlerinin gecenin karanlığında hep birlikte (tıpkı bir aile gibi!) aranması veya işte o gecenin sabahında adamın annesinin evinden üçünün (baba, anne ve oğulları) birlikte ayrılması (muhtemelen eskiden yaşanmış anların tekrarı olarak), dönülmesi mümkün görünmeyen bir geçmişi hatırlatmaları ile seyircide de güçlü bir hüzün duygusuna neden oluyor.

Evet acı ve tatlı bir hikâye anlatıyor bize Koreeda ve bu kaybeden adamın hikâyesini kendimizden çok şeyler bulmamızı sağlayacak bir samimiyet ile getiriyor karşımıza. Bu derece zarafet ve incelikle anlatılan ama güçlü olmayı da başarabilen bir film çekebilmesi, yönetmenin sinemasının ne denli önemli olduğunu gösterirken, sinemanın ciddi bir meselesini de hatırlatıyor bize: İnsanı anlatan filmler çok az günümüz sinemasında. Ve işte o nadir örneklerden birini bulunca kaçırmamak gerekiyor kesinlikle.

Meyve vermeyen çapkın kocasının peşine taktığı özel dedektiflerin kendisine getirdikleri kanıtlara “iyisi ve kötüsü ile, bu da hayatımın bir parçası” diyen bir kadın veya bir başka kadının mutsuzluk içinde söylediği “neden hayatım bu hâle geldi” gibi ifadeler kahramanımızın hikâyesini de özetlerken, bunlara benzer başka ”sıradan” cümleler de Koreeda’nın yalın diyaloglarının hikâyesine nasıl akıllı bir şekilde hizmet ettiğini kanıtlıyor. Village Voice dergisindeki eleştiride çok doğru bir tespitle söylendiği gibi, “film bittiğinde daha iyi bir insan olmak arzusunu duyuyorsunuz” ki bir sanat eseri için varılabilecek en güzel yargılardan biri olsa gerek bu. Evet, zaman zaman bir parça fazla sade bir film bu ve hikâyesini/karakterlerini -derdini daha iyi anlatabilmek için- fazlası ile sınırlamış görünüyor ama yaptıklarımızın bazen yapmak istediklerimizin ne kadar uzağına düşebildiğini görmek gerekli ve önemli ve işte tam da bunu yapıyor bu film.

(“After the Storm” – “Fırtınadan Sonra”)

Umimachi Diary – Hirokazu Koreeda (2015)

“İyi düşün: Senin küçük kardeşin olabilir ama aynı zamanda aileni yok eden kadının da kızı”

Kendilerini yıllar önce terk etmiş babalarının ölümü üzerine üvey kız kardeşlerini yanlarına alan kız kardeşlerin hikâyesi.

Akimi Yoshida’nın aynı adı taşıyan manga serisinden Hirokazu Koreeda’nın sinemaya uyarladığı ve yönettiği bir Japonya yapımı. Yönetmenin her zamanki gibi inceliklerle örülü bir zariflikle anlattığı hikâye dört kız kardeşin oluşturduğu aileyi ele alıyor ve sevginin ve kardeşliğin hüküm sürdüğü atmosferi ile seyircisine kendisini kesinlikle iyi hissettiriyor. Hikâyeye uygun bir görüntü çalışması ve müzikle desteklenen film hayatın olağan akışı içinde ele aldığı dört ana karakterini aile olmak, ölüm, bağışlamak, terk edilmek gibi kavramlar üzerinden anlatıyor ve doğallığını tüm süresi boyunca koruyor. Hikâyesinin “olaysız”lığı düşünüldüğünde bir parça daha kısa olabilirmiş diye düşündürten film bir başyapıt değil (bunun için yeterince güçlü ve kalıcı bir etki bırakamıyor) belki ama kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma. İnsanlar için umudunuzu yitirdiğinizde izlemek üzere el altında bulundurmakta yarar var bu filmi.

Dört Japon kadın oyuncunun (filmdeki yaşlarının sırası ile söylersek; Haruka Ayase, Masami Nagasawa, Kaho ve Suzu Hirose) sakin ve doğal performansları ile müthiş bir sıcaklık kattığı bir film bu. Dört oyuncu çekimlerden önce, hikâyenin büyük bir kısmının geçtiği eve ve birbirlerine alışmak için bir günü birlikte geçirmişler karakterlerin yaşadığı büyük ve eski evde. Bunun da etkisi olmuştur herhalde ortaya çıkan çok başarılı sonuçta; karakterlerinin her bir cümlesini, davranışını ve duygusunu o denli doğal bir şekilde canlandırıyorlar ki yönetmenin filmde kurmayı hedeflediği “yuva atmosferi”nin oluşumuna olağanüstü bir katkı sağlıyorlar. Yemek pişirirken, erik şarabı yaparken, sohbet ederken veya birbirleri ile çekişirken sanki Hirokazu Koreeda gizli bir kamera yerleştirmiş ve dört kardeşin gerçek hayatını filme almış gibi hissediyorsunuz. Bu sayede hikâyenin hemen tüm karakterlerini kapsayan “iyilik” havasının elle tutulur bir hali olmuş onların karakterleri ve bu evde kurdukları düzen. İlk bakışta Hollywood yapımı bir “kendini iyi hisset” filminde sıklıkla rastlayacağınız bir hikâye var karşımızda ve bu hikâyenin gelişimi, karakterlerin hayatın iyi ve kötü yönleri ile yüzleşmesi, finalde hayatı olduğu gibi kabullenip güzelliklerin tadını çıkarmaları ve sevginin ve kardeşliğin egemen olması Amerikan sinemasından hayli tanıdık gelecektir seyirciye. İşte bu “eski” hikâyeyi seyre değer kılan kimi öğeler var ki samimi bir sinema ile samimi olmayanın farkını ortaya koyuyor.

Yukarıda sözü edilen bu unsurlardan biri daha önce sözünü ettiğimiz gibi filmin oyunculukları. Oynamıyor, yaşıyorlar karakterlerini çünkü. Öyle ki film bittiğinde dört kardeşin tüm ömürlerini hayatlarına girecek sevdikleri ile birlikte o büyük ve eski evde geçirmelerini diliyorsunuz. Sonra Hirokazu Koreeda’nın zorlamalara hiç başvurmayan, doğal anlatımı var. Yakaladığı kimi müthiş karelerde bile (örneğin dört kardeşin evin üst katındaki penceresinden erik ağacına baktıkları ve ağaç hakkında konuştukları an) bir planlanmışlık, sahneye koyulmuşluk havası yok; sanki işte dört kardeş penceredeyken tesadüfen yakalamış onları kamera orada gibi görünüyor ve o ânın gerçekçiliği hikâye boyunca pek çok farklı sahnede olduğu gibi yüreğinizden yakalıyor sizi. Filmi benzerlerinden farklı kılan bir başka unsur ise duygusallığını hep dozunda ve doğal tutması ve mizansenin sizi belli bir duyguya zorluyor görünmemesi; bir başka ifade ile söylersek, sanki her şeyin kendiliğinden gelişiyor gibi olması. Filmin taşıdığı masalsı havayı masalların basitliğini yitirmeden zenginleştirebilmiş olmasını da eklemeli tüm bunlara.

Özellikle sevgi üzerine kurulu bir dünya inşa etme ve bu dünyayı anlatma çabasının sonucu olarak, film kötü (veya yeterince iyi olmayan) karakterleri hikâyeden çabuk çıkarıyor ve bunun da filmin gücünü azalttığını ve diğer tüm unsurlarının desteklediği gerçekçiliğine bir parça zarar verdiğini söylemek gerek. Mikiya Takimoto’nun görüntüleri yumuşaklığı ve güzelliği ile dikkat çekiyor ve -kaçınılmaz- kiraz çiçeklerini görüntülerken bile çarpıcılığını sadelikten uzaklaşmadan elde ediyor. Piyano ağırlıklı ve Yôko Kanno’nun imzasını taşıyan müzik çalışmasının da benzer bir katkı sağladığı filmi “bir kadın filmi” ve/veya “bir sevgi, dayanışma, kardeşlik ve bağışlama” filmi olarak nitelemek mümkün özet olarak ama bu tanımlamaların çağrıştıracağı klişelerden çoğunlukla uzak durması ile takdir edilecek bir çalışma bu. Üstelik üstte sözü edilenlere ek bir başarısı var daha filmin: Bu derece sakin bir havası olan filmde görüntü yönetmeni ve yönetmenin dört karakteri içine aldıkları çerçevelerin her biri birbirinden müthiş. Kapı önünde sohbet eden, müthiş bir manzarayı seyreden, bir yer sofrasında yemek yiyen veya deniz kenarında yürüyen karakterlere sevgi ile yaklaşıyor kamera ve görüntünün estetik başarısı sizi de o çerçevenin içinde yer almaya teşvik ediyor.

(“Our Little Sister” – “Küçük Kız Kardeşim”)

Film Ekimi 2013 – 2

Benim Babam, Benim Oğlum (Soshite Chichi Ni Naru – Like Father, Like Son) – Hirokazu Koreeda : Doğum sırasında hastanede çocuklarının karıştığını altı yıl sonra öğrenen iki ailenin hikâyesi. Yönetmen Koreeda gerçeği öğrenen ailelerin yaşadıklarını ve ileriye yönelik olarak ne yapmaları gerektiğine karar vermeye çalışmalarını yalın bir anlatımla karşımıza getirirken seyircisini tam anlamı ile eline geçiriyor ve üstelik bunu kolaya kaçıp sadece kalplere değil akla da hitap ederek yapıyor. Bir yanda altı yıl boyunca emek verilerek büyütülen ve sevgi ile bağlanılan bir çocuğun, diğer yanda ise “gerçek” çocuğun olduğu bu zor durumda her iki ailenin farklı yaklaşımlarını ve çocukların durumu anlamaya çalışmalarını özellikle de babalar üzerinden anlatan film bu bağlamda erkek seyirci için muhtemelen bir parça daha fazla anlam ifade edecektir. Japon sinemasının bol ödüllü ve usta ismi Koreeda’nın hiçbir duygu sömürüne başvurmadan çarpıcı bir zariflikle karşımıza getirdiği hikâyeden ve finalinden etkilenmemek imkânsız açıkçası. “Selvi Boylum Al Yazmalım” “Sevgi neydi? Sevgi emekti” diye bağlar sonunu. Burada ise film böyle bir net yargıya varmıyor ve ne seyirciden ne de hikâyedeki ailelerden böyle bir beklentisi var sanki. Sonuçta bu yalın, zarif ve inceliklerle dokunmuş film mutlaka görülmesi gerekli bir çalışma. Bağırıp çağırmayan, sesini yükseltmeyen, gerçek insanların gerçekten yaşadıklarını anlatmaya soyunan bu film sinemanın insanı ve ona has olanları anlatması gerektiğini hatırladığında neler başarabileceğine de çarpıcı bir örnek oluşturuyor.

Locke – Steven Knight : Açılıştaki çok kısa bir sahne dışında tamamen hareket halindeki bir arabada geçen ve perdede görünen tek oyuncusu bu arabayı kullanan bir adam olan (diğer oyuncuların sadece telefondan gelen seslerini duyuyoruz) bir İngiliz filmi. Yönetmen Knight kendi yazdığı akıcı senaryo ve başarılı diyaloglar aracılığı ile filmini düşebileceği yavanlıktan ustalıklı bir şekilde uzak tutmayı başarmış. İşini tutku ile yapan (inşa ettikleri binaların “gökyüzünden bir parça çalması” ile gurur duyuyor kahramanımız) bir şantiye şefinin aldığı bir telefon ile, işini kesinlikle terk etmemesi gereken bir anda çıkmak zorunda kaldığı yolculuğu ve bu yolculuk sırasında işyerindekilerle, ailesi ile ve gittiği yerdeki kişi ile yaptığı telefon konuşmalarını karşımıza getiriyor film. Knight kahramanının herkesi şaşırtan bu yolculuğa çıkma kararını neden verdiğini bize açıklamak için de onun arabanın arka koltuğunda oturduğunu varsaydığı babası ile konuşmalarını kullanıyor ki filmin aksayan tek yanı da burası. Yaklaşık 90 dakika boyunca görüntüden nerede ise hiç çıkmayan Tom Hardy usta bir oyunculukla canlandırmış karakterini ve onun bir yandan ayrılmak zorunda kaldığı şantiyedeki işlerin aksamamasına çalışmasını, diğer yandan da başta karısı ve çocukları ile olan tüm konuşmalarını Knight’ın usta diyaloglarından da yararlanarak çarpıcı bir şekilde aktarıyor seyredene. Sadece bir araba içindeki bir adamın hikâyesinin de aksiyon, gerilim ve dram içerebileceğine tanık olmak için.

Gerçeğin Dansı (La Danza de la Realidad – The Dance of Reality) – Alejandro Jodorowsky : Şilili sinemacı Jodorowsky’nin 23 yıl aradan sonra çektiği ve toplam yedi filmden oluşan yönetmenlik kariyerindeki şimdilik son çalışması. 1929 doğumlu bu avangart sinemacının gerçek-üstü özellikler taşıyan filmi kendisinin aynı adı taşıyan otobiyografisinden yine kendisi tarafından uyarlanmış. Sanatçının çocukluğundaki bir döneme odaklanan filmde babasını gerçek hayattaki oğlu Brontis Jodorowsky oynuyor. Film tam da adına yakışır bir şekilde gerçekleri “dans ettirerek” anlatıyor; düz bir film değil karşımızdaki. Fantastik öğeler çarpıcı bir görsellikle ve kimi zaman da ince bir mizah ile geliyor perdeye. Belki önemli tek kusuru bir parça gereksiz uzamış görünmesi olan film, sanat hayatını “hayal gücünün sınırlarını genişletmek ve belki de yok etmek” üzerine odaklayan sanatçının bu çabasına çok uyan bir eser. Sanatçının yıllar önce çektiği ve artık birer kült olan “El Topo” ve “La Montaña Sagrada – Kutsal Dağ” filmlerine göndermeler de içeren filmde kendisi de bugünkü hali ile giriyor bu çocukluğunun hikayesine ve hayli dokunaklı bir sahnede kendi çocukluğuna sarılmak gibi etkileyici sahnelerin de parçası oluyor. Yönetmenin diğer filmleri gibi herkese göre değil bu film elbette ve zaman zaman sarkması dışında tüm görsel ve fantastik öğeleri ile bir parça yorma ihtimali de var seyirciyi ama sinemanın bu kendine has ustasının her filmi gibi bu eseri de görülmeli kesinlikle.