Quartet – James Ivory (1981)

“Mutsuz olmaktan öyle korkuyorum ki”

1927’de Paris’te, eşi antika sahtekârlığından hapse atılan bir kadının yanlarına yerleşmek zorunda kaldığı zengin bir çift tarafından baştan çıkarılması ile yaşananların hikâyesi.

Jean Rhys’in ilk romanı olan 1928 tarihli ve aynı adlı kitabından uyarlanan, senaryosunu Ruth Prawer Jhabwala’nın yazdığı ve yönetmenliğini James Ivory’nin yaptığı bir Birleşik Krallık ve Fransa ortak yapımı. Yapımcı Ismail Merchant ile birlikte Ivory-Merchant şirketini kuran ve Jhabwala’nın senaryoları ile sinemanın pek çok parlak eserine imza atan Ivory’nin bu yapıtı Rhys’in, ilk eşi Jean Lenglet ile evli olduğu dönemde yaşadığı gerçek olayları anlatan romandan uyarlanmış ve tam da Ivory – Merchant – Jhabwala üçlüsünün elinden çıkacak türden ilginç bir çalışma. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra bohem bir hayata kapılan Paris’ten zenginlerin boş ve duygusuz yaşamlarını kaynak romanın ruhunu yitirmeden anlatması, dört başrol oyuncusunun dozunda bir ayrıksılık içeren performansları ve Ivory’nin tüm filmlerine damgasını vuran zarif sinema dili ile ilgiyi hak eden bir yapıt bu. Filmin belki de tek önemli kusuru bohem hayatı sürenlerin kendilerinden menkul önemlerinin arkasındaki gerçeğe yeterince değinmemesi ya da kendisinin de bu “önem”in cazibesine takılması; buna genç kadın karakterinin ikilemini daha inandırıcı işlenmesi gerektiği de eklenebilir ama yine de bir Ivory – Merchant – Jhabwala filmi bu ve elbette görülmesi gerekli.

Romanın ve filmin adı iki evli çifti oluşturan dört karakter arasındaki ilişkiden geliyor ve Jean Rhys’in gerçekten yaşadıklarını bir kurgu içinde anlatıyor bize bu eserler. İşin daha da ilginç yanı bu dört gerçek karakterin tümünün yaşananlara kendileri açısından yaklaşan kitaplar yazmış olması. Öykünün baştan çıkan / çıkarılan genç kadını Rhys’in kitabı bunların kronolojik olarak ilki ve 1928’de yayımlanmış. Zengin koca Ford Madox Ford 1931’de yayımlanan “When The Wicked Man” adlı romanla, Rhys’in olayların yaşandığı dönemdeki eşi Jean Lenglet (Lenglet Hollandalı ama romanda ve filmde Polonyalı olmuş) ise Rhys’e ithaf ettiği ve 1932’de Hollandaca olarak basılan “In de Strik” adlı romanla (Rhys romanı Fransızcaya çevirmiş) yaşananları kendi yorumları ile çıkarmışlar okuyucunun karşısına. Genç kadını baştan çıkaran zengin adamla evli olan ressam Stella Bowen ise diğer üçünün aksine kurgu formatında değil, 1941’de basılan bir anı kitabında (“Drawn From Life”) ele almış yaşananları. Jean Rhys Karayipler’deki Dominika adlı ada ülkesinde doğup büyüyen; babası Gal, annesi İskoç asıllı bir Britanyalı; Jean Lenglet Hollandalı; Stella Bowen Avustralyalı; babası gibi İngiliz vatandaşı olan Ford Madox Ford’un ise annesi Alman… Bu detaylar önemli; çünkü ilk büyük savaştan yeni çıkan ve kazanan tarafta olan Fransa’nın başkenti Paris her ulustan insanların yaşadığı ve bohem hayatın merkezi olan bir yer ve tüm bu farklı karakterlerin o dönemde bir araya gelebileceği nadir şehirlerden biri. Romanın ve filmin bohem hayatlar odaklı öyküsüne yakışan doğru ve doğal karakterler bu dört kişi ve diğerleri.

Açılış jeneriğinde Paris’teki farklı otellerin dış görünümlerini seyrediyoruz; bu sahne ile Ivory 1920’lerde Paris otellerini evleri gibi kullananan yabancılara göndermede bulunuyor. Richard Robbins’in 1920’lerdeki “caz çağı”ndan esintiler de taşıyan başarılı dramatik müziğinin eşlik ettiği jenerik bizi önce bu otellerden birinde kalan Marya (Isabelle Adjani) ve Stephan (Anthony Higgins) çifti ile tanıştırıyor. Stephan “Napolyon’un Kılıcı” gibi antikaları pazarlamaya çalışmaktadır ve çift parasızdır. Buradan H.J. (Alan Bates) ve Lois (Maggie Smith) çiftini tanıyacağımız gece kulübü sahnesine geçiyoruz. H.J. zengin bir sanat simsarıdır ve baştan çıkardığı bir genç kızın intiharı yüzünden hakkında dedikodular vardır; Lois ise o sırada Paris’te bolca bulunan ressamlardan biridir. Stephan’ın sahtecilik nedeni ile tutuklanıp bir yıl cezaya çarptırılması üzerine ortada kalan Marya, Lois’in teklifini ret edemez ve onun evindeki bir boş odaya yerleşir; bu odadan intihar eden o genç kız ve başkaları da geçmiştir daha önce ve Lois kocasını kaybetmemek için, yine kabullenecektir durumu. Bundan sonrası Marya’nın bir yandan kocasına olan aşkını sürdürürken, bir yandan da Lois’in baştan çıkaran tavırlarına karşı koy(a)maması ve bunun neden olduğu çatışmaların hikâyesidir.

James Ivory’nin “geçmiş zaman hikâyeleri” anlatma ustalığı filmografisinin baskın unsurlarından biri ve burada da her zamanki gibi zarif bir sinema dili ile gösteriyor bu yetkinliğini. Rhys’in romanının ona sunduğu her biri kendine özgü kırılganlıkları olan karakterleri yine akıllıca değerlendirmiş Ivory ve geçmişin nostaljisini tam da dozunda tutarak getirmiş karşımıza. Dört başrol oyuncusunun da dönemin bohem yaşamlarına özgü tuhaflıkları ve seçimleri olan karakterlerini mesafeli ve dozunda bir performansla canlandırmasının da katkısı olmuş bu başarıya. Bu oyunculuklarda kendisini zaman zaman hissettiren ve bazı sahnelerin mizanseninde de kendisini gösteren tiyatro havası başta bir parça eğreti görünebilir ama hikâye ilerledikçe Ivory’nin bu dört karakteri bir oda tiyatrosunun küçük ve konsantre havası içinde ele almasının filme farklı bir hava kattığını fark ediyoruz; öte yandan bu durumun filmin zaman zaman ortalama bir seyirci için bir parça mızmız görünmesine yol açtığını da söylemek gerekiyor. Isabelle Adjani’nin Cannes’da bu film ve “Possession” (Yönetmen: Andrzej Zulawski) adlı yapıt için ödül aldığını da belirtelim bu arada.

Marya ve H. J.’in duygularının ve arkalarındaki nedenleri ile birlikte eylemlerinin yeterince güçlü biçimde bize geçmemesi filmin en önemli kusuru olmuş; adeta senaryo ve Ivory seyircinin karakterlerle ve yaşananlarla özdeşleşmesini özellikle sınırlı tutmaya çalışmış. Bu da seyrettiğimizin üzerimizde güçlü bir etki yaratmasını sınırlıyor. H. J.’in Marya’ya söylediği, “Bizi kendi korkunç hayatının standartları ile yargılama, farklı bir dünyanın insanlarıyız biz” sözleri gibi, film de bize 1920’lerin bohem Paris’inin dünyasının farklı bir yaşam olduğunu hatırlatıyor ve uzaktan bakmamızı bekliyor bu yaşamlara. Finalde Marya’ya geleneksel değerler, aile bağlılığı vs. üzerine sözler söyleyen karakterin, dile getirdiklerine pek de inanıyormuş gibi görünmemesi de yine bu kendiliğinden gelişmemiş ya da savaşın korkunçluğuna tepki olarak ortaya çıkmış bohem yaşamların kendine özgülüğünü ima ediyor.

Sadece bir kez başvurulan anlatıcı sesin pek de gerekli ve doğru görünmediği filmde Amerikalı sanatçı Armelia McQueen’de bir kulüp şarkıcısı olarak rol almış ve iki şarkı seslendirmiş: “The 509” ve “Full Time Lover”. Her ikisinin de bestesi filmin orijinal müziklerini hazırlayan ve bir dönem James Ivory ile ilişkisi de olan Richard Robbins’e ait. Uzun tutulmuş bu şarkı sahneleri ama şarkıların güzelliği, McQueen’in başarılı performansı ve bu bölümlerin geçtiği gece kulübünün bohem yaşam mekânı olması ile filmin dikkat çeken anları yaratılıyor başarılı bir şekilde. Pierre Llhomme’un önemli bir kısmı iç mekânlarda geçen filmin karanlık havasına uygun “silik renkli” görüntü çalışmasını ve “Bohem Paris”i özenle yaratan Jean-Jacques Caziot’un set tasarımları ile Judy Moorcroft’un kostüm çalışmasını da katmak gerekiyor filmin anılması gereken başarıları arasına. Kendisini hemen ele vermeyen “kadınların çıkışsızlığı” teması ve Ivory’nin hiçbir oyuna başvurmayan yalın ve zarif sinema dili ile ilgiyi hak eden bir çalışma bu, zaman zaman daha fazlasını bekletiyor olsa da.

Le Divorce – James Ivory (2003)

“O evli. Günümüzde her ne anlama geliyorsa bu…”

Bir Fransız ile evli ve Paris’te yaşayan bir kadın ile onu ziyarete gelen kız kardeşi üzerinden anlatılan bir Fransiz ve Amerikan değerlerini karşılaştırma hikâyesi.

Alman senarist Ruth Prawer Jhabvala ve Hintli yapımcı Ismail Merchant ile yaptığı filmlerle sinemanın kimi parlak örneklerine imza atan James Ivory’den bir Diane Johnson uyarlaması. Paris’te geçen film Fransız ve Amerikan karakterleri aracılığı ile iki toplumun evlilik, ilişkiler, gelenekler ve sosyal davranış özellikleri üzerinden karşılaştırmasını yapıyor. Ortaya çıkan ise Ivory’nin kimi benzersiz filmlerinin gerisinde kalan ama yönetmenin ince zevkinin ve estet yaklaşımının izlerini taşıyan bir çalışma oluyor.

Kız kardeşleri canlandıran Kate Hudson ve Naomi Watts’dan Leslie Caron’a, Melvil Poupaud’dan Romain Duris’ye Amerikan ve Fransız sinemasının ünlü oyuncularının yer aldığı zengin kadrosu ile çekicilik potansiyeli yüksek bir film aslında “Le Divorce”. Tüm bu ünlü oyuncular romantik komediden drama gidip gelen bir havası olan filmde Amerikan toplumunun ve onun Avrupa’daki en zıt karşılığı görünen Fransız toplumunun farklılıklarını sergilemeye çalışırken ortada bir tavır takınır gibi görünüyor ama finali ile birlikte hikâyenin tamamı düşünüldüğünde filmin temel mesajlarından birinin Fransızların arsızlığı olduğu açık. Sonuçta iki Amerikalı kız kardeşin iki Fransız erkeğin ihanetine uğradığı bir hikâye bu. Film iki toplumun zıtlıklarını genellikle mizah unsurları ile paketleyerek sunuyor seyirciye ve bir yandan zıtlığın altını çizerken diğer yandan da bu farklıkların yarattığı zenginliği göstermeyi hedefliyor. Bu zıtlıkların uzlaştırıcısı ise Kate Hudson’ın canlandırdığı Isabel karakteri. Isabel baştaki tam bir Amerikalı karakterden yola çıkıp finalde yarı Fransız bir Amerikalıya dönüşerek filmin uzlaştırıcı tavrınının da sembolü oluyor.

Yemek masasındaki görüntülerden şarap kadehine zumlanan kameraya, mağaza vitrinlerinden oyuncuların ve mekanların görünümlerine kesinlikle “şık” bir film karşımızdaki. Öyle ki kırmızı bir Hermes çanta filmin baş rollerinden birini kapmış. Bu açıdan da Ivory hikâyeyi belki amaçladığı gibi şık bir görünüme kavuşturmuş görünüyor ama tüm bu şıklık ve yumuşaklık bir süre sonra yorucu da olabiliyor. Filmin zayıf bir diğer yanı ise sıkı bir vodvil havası ile hayli çarpıcı bir biçime kavuşabilecek hikâyesini dinamizmden oldukça uzak biçimde anlatması. Filmin yaratıcıları belki ünlü oyuncuların ve tüm o şıklığın dinamizmin yerini alabileceğini düşünmüş ama eğer gerçekten düşündükleri bu ise, sonuç umdukları gibi olmamış. Kalabalık oyuncu kadrosu içinde öne çıkan isimler ise Kate Hudson, Glen Close ve İngiliz sanat uzmanı rolündeki Stephen Fry oluyor. Diğer isimler bir süre sonra “bu da varmış filmde” cümleleri arasında kaybolup gidiyorlar.

Başarılı diyalogları, kimi çarpıcı gözlemleri ve özellikle kimi Fransız karakterlerinin “Fransızlığı” ile yine de ilginç bir film bu James Ivory çalışması. Bir başka yönetmenin elinde seyre değer bir romantik komediye dönüşebilecek filmi usta yönetmen “şık” bir romantik komediye çeviriyor ve cazibesini de artırıyor özetle. Evet, yönetmenin 80’li ve 90’lı yıllardaki baş yapıtlarının kesinlikle gerisinde ama ilgiyi hak eden bir çalışma yine de.

(“Le Boşanma”)