“Gece düşündüm. Tanrı inancı, evreni cennete uzanan bir merdivene dönüştürüyor… ama Morin’le konuşmalarımız bende huzursuzluk yaratıyor. Bir boğa gibi ileri atılıyorum ama hedefim birden gözden kayboluyor. Bir boşluktayım ve adeta düşüyorum. Yolun sonunda ne var, bilmiyorum. Kayboluyorum, bir başıma kalıp. Morin bana kusursuzmuş gibi görünüyor”
İkinci Dünya Savaşı sırasında, işgal altındaki bir bölgede küçük kızı ile yaşayan, kocasını kaybetmiş, inançsız ve komünist bir kadının kasabanın rahibine âşık olmasının hikâyesi.
Belçika asıllı Fransız yazar Béatrix Beck’in 1952’de prestijli Prix-Goncourt ödülünü kazanan ve otobiyografik ögeler de içeren aynı adlı romanından uyarlanan bir Fransa ve İtalya ortak yapımı. Jean-Pierre Melville’in senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini üstlendiği film Venedik’te yarışmış ve yan ödüllerden birini kazanmıştı. Martial Solal’ın hikâyeye yakışan ve dram kadar, savaş atmosferini de yansıtan müziği ile dikkat çeken film kadın ile rahip arasındaki ikili sahnelerin ve inanç, Tanrı, günah ve sevgi gibi konular üzerinde konuşmaların içeriği ile önemli, saf bir sinema duygusunu her karesine yansıtan, iki başrol oyuncusunun (Emmanuelle Riva ve Jean-Paul Belmondo) etkileyici performanslar sunduğu ve cinsel gerilimi tüm hikâyesine çarpıcı bir şekilde yayan bir klasik.
Jenerik yazılarına birbirini kesen bir dikey ve bir yatay çizgi eşlik ediyor; kuşkusuz ki bir haçın sembolü olan bu çizgiler hikâyenin etrafında döndüğü dinsel temaların bir göstergesi. Biri Tanrı’ya inanmayan bir komünist, diğeri kendisini Tanrı’ya ve onun yoluna adamış bir rahip olan iki ana karakter arasında geçen ve ilkinin kilise ile dalga geçmek için girdiği günah çıkarma kabininde başlayan konuşmalar tüm hikâyeye yayılırken, diyaloglar temel olarak inanmak kavramı etrafında dönüyor. Ne var ki bu konuşmalar filmi bir dinsel film kategorisine koymuyor; aksine senaryo bu kavramları kendisine bir çıkış noktası alarak alıp çok daha başka yerlere ulaşıyor. Üstelik, din kadar aşk ve cinsellik de hikâyenin tam göbeğinde. Yakışıklılığı ve karakteri ile başta Emmanuelle Riva’nın canlandırdığı Barny adlı kadın olmak üzere, rahip (Jean-Paul Belmondo) kasabadaki pek çok kadını bu yönde hiçbir çaba içinde olmamasına ve hatta sağlam bir karşı duruş göstermesine rağmen kendisine âşık ediyor. İşgal altındaki bir kasabada ve savaş ortamında geçen hikâye aşkın ve cinselliğin zaman ve mekândan bağımsızlığını da gösteriyor bir bakıma. Filmin din ve cinsellik gibi -doğal olarak- farklı yerlerde duran iki kavramı hiçbir kabalığa, zorlamaya veya rahatsız edici unsura başvurmadan bir araya getirebilmesi ve aynı hikâyenin parçası yapabilmesi en büyük başarılarından biri.
Hikâye başladığında bölge İtalyan askerlerinin işgali altındadır ve zaman zaman anlatıcı rolü de üstlenen Barny’nin dile getirdiği gibi “Bir tek yasaklar, uzaktaki bir savaşın sertliğini hatırlatmaktadır”. İtalyanlar kasabanın doğal bir parçası olmuşlar ve halkı hiç rahatsız etmemektedirler. Bu nedenle kasabanın pek de ciddiye almadığı işgal İtalyanların yerini Almanlar aldıktan sonra kendisini daha sert hissettirecektir. Bu değişiklik yahudi ya da ateist oldukları için kilisede vaftiz edilmemiş olanların panik içinde kiliseye gitmelerine ve vaftiz belgesi almalarına neden olacaktır. Bu ortamda Barny’nin kilise ile eğlenmek için girdiği günah çıkarma kabini onunla rahip arasında uzun sohbetlere, arkadaşlığa ve ilkinin tarafında yavaş yavaş oluşan aşka ve cinsel arzulara giden yolun başlangıç noktası olacaktır. Bir ateist ile bir din adamı arasında gerçekleşen ve hikâyede hem süre hem içerik olarak oldukça önemli bir yer tutan sohbetlerin akıllıca yazılmış metinleri ve Jean-Pierre Melville’in sade sinema dili ile herhangi bir teknik gösteriye soyunmadan sahnelerin ruhuna çok uygun bir yönetmenlik çalışması çıkarması bu uzun konuşmalı bölümleri filmin en keyifli ve çekici anları arasına yerleştiriyor. Günah çıkarma kabinine girer girmez ilk sözü “Din halkın afyonudur” olan kadın fiziksel olarak da etkilendiği rahip ile yaptığı bu sohbetlerin sonucunda din ve inanmak konusunda yumuşuyor ve hikâyenin belirsiz bıraktığı bir şekilde -belki de içinde bulunduğu zor koşullar altında bir yerlere dayanabilmek adına- toptan ret duygusundan uzaklaşıyor. Burada rahibin, karşısındaki kim olursa olsun ve hangi amacı taşırsa taşısın, hep aynı soğukkanlı duruşunu koruması, sabrı, kışkırtmalara kapılmaması ve yönlendiriciliği ile tam bir cazibe merkezi olmasının da büyük bir rolü var elbette.
Bir Fransız filminden bekleneceği üzere burjuva, servet, işçi sınıfı vb. ifadelerin sıklıkla yer aldığı konuşmalar bir bireyin (burada kadının) meselelerine değil, bir toplumunkilere uzanıyor kuşkusuz ve ilk “günah çıkarma”dan ayrılan kadının şu sözleri evrensel bir kefaretin de işareti oluyor: “Neşe içinde yürüdüm. Kendimi tasasız, değerli ve kırılgan hissediyordum; ama neşemin kaynağı düşüncemin kavuştuğu mutlak özgürlük müydü yoksa günahlarımın affedilmesi mi?”. Film bir din veya komünizm propagandasına yanaşmıyor; bunun yerine, rahibin temsil ettiği dinin vaaz ettikleri ile kadının komünist inançlarının örtüşmesini altını çizmeden sürekli olarak gösteriyor seyirciye. Örneğin kadının, evine sığınan çocuklu bir çifte yaklaşımı ile rahibin kiliseye sığınan ve kimliklerini bile sormadığı kişilere tavrı birbirinin aynı; her ikisi de kendi hayatlarını tehlikeye atma pahasına doğru olduğuna inandıklarını yapmaktan çekinmiyor. İki farklı sahnede kadının gözünün rahibin kıyafetindeki yamaya takılması ve adamın birkaç kişisel eşya dışında mülkiyetsizliğinin gösterilmesi de ilgili farklı inançların buluşması olarak yorumlanabilir. Bu açıdan filmin, kaynağından ve kimliğinden bağımsız olarak doğru olanın yanında durduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla.
Barny’nin çalıştığı yerdeki güzel bir kadına karşı duyduğu ve açıkça dile getirdiği, hatta rahibe de itiraf ettiği ilgisi ve Almanların komünistleri ve yahudileri vurmasından rahatsız olmayan kadına attığı tokadın ilgi olarak geri dönmesi hikâyenin cinsellikle ilgili bir başka yönünü gösteriyor bize. Bir başka kadına gösterdiği ilgiyi “Yani onunla yatmak istiyorsun” cümlesi ile yorumlayan arkadaşına, bu ilgisini önce genç kadının genç bir erkeğe benzemesi, zarif ve kadınsı bir erkeğin çekiciliğine sahip olması ile açıklayan kadının sonradan bu konuda daha açık konuşmasını hem onun cinsellikle ilgili itirafı olarak görmek hem de rahiple olan arkadaşlığının onu dürüst olmaya zorlaması ile açıklamak mümkün şüphesiz. Kadının gördüğü erotik düş, finalde onun ağzından duyduğumuz “Ruhum bir geneleve dönüşmüştü” cümlesi ve bir başka kadının rahibi baştan çıkartmak için yaptıkları hikâyenin cinsellikle ilgili yanının diğer örnekleri olarak gösterilebilir.
Henri Decaë’nin siyah-beyazın estetiğini başarı ile kullanan, kelimenin her anlamı ile güzel görüntülerinin zenginleştirdiği filmin savaşın taraflarını mutlak iyi ve kötü olarak sınıflandırmaması bir diğer olumlu yönü. Örneğin Alman işgalcilerin sertlikleri gösterilirken, bir Alman subayın küçük bir kıza sevecen davranışı da getiriliyor karşımıza veya müttefik Amerikan askerlerinden birinin kadını rahatsız ve hatta taciz etmesi de açıkça gösteriliyor. Filmin bir diğer çekici yanı, iki başrol oyuncusunun performansları: Emmanuelle Riva savaşın ve bastırdığı duyguların travması ile yaşayan ama bir yandan da güçlü bir profil çizen karakterini seyircinin üzerinde derin bir iz bırakacak bir güç ve sadelikle canlandırıyor. Belmondo ise fiziksel çekiciliğini karakterinin dinsel kimliği ile çekici bir çelişki yaratacak biçimde özenle kullanıyor ve sadece kasabadaki kadınları değil, bizi de etki alanına alıyor. Öyle ki onun söylemlerine, yol göstericiliğine ve fikirlerine sadece Barny değil, biz de kayıtsız kalamıyoruz. Vücut diline belli belirsiz yansısa da (ki bundan bile emin olmak güç), onun karakterinin de içindeki arzuların canlı olduğunu anlayabiliyoruz. Onların da önemli katkısı ile, bu din ve arzu hikâyesi sinemanın önemli klasiklerinden biri, özetle söylemek gerekirse.
(“Léon Morin, Priest” – “The Forgiven Sinner”)