“Hayatıma bak. Otuz dört yaşındayım. Hiçbir şeyim yok. Sıfırdan başlamak istemiyorum”
Uyuşturucu bağımlılığı yüzünden rehabilitasyon merkezinde tedavi gören bir adamın iş görüşmesi için aldığı kısa izin boyunca yaşadıklarının hikâyesi.
Fransız yazar Pierre Drieu La Rochelle’in 1931 tarihli “Le Feu Follet” adlı romanından serbestçe uyarlanan, senaryosunu Joachim Trier ve Eskil Vogt’un yazdığı ve yönetmenliğini Trier’in üstlendiği bir Norveç, Danimarka ve İsveç ortak yapımı. La Rochelle’in henüz otuz yaşındayken intihar eden Fransız sürrealist şair Jacques Rigaut’nun hayatından yola çıkarak yazdığı roman 1963 yılında da Louis Malle’in kitap ile aynı adı taşıyan filmine ilham kaynağı olmuş. Trier’in her zamanki zarif sinema dili ile çektiği, sessizliğin içinden yüksek bir ses üretebildiği ve kaba bir duygusallıktan uzak durarak yüreklere dokunabildiği film, başrolde yer alan Anders Danielsen Lie’nin Trier’in yarattığı atmosfere çok uygun, yalın ama dokunaklı da olmayı başaran oyunculuğu ile de değer kazanan, alçak gönüllü ama güçlü bir yapıt.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerle işbirliği yapan, Paris’in kurtarılmasından sonra bir süre saklanan ve 1945’teki ikinci intihar teşebbüsü ölümle sonuçlanan bir yazar Pierre Drieu La Rochelle. Yazarın ve yarattığı karakterin intihar teması etrafında buluştuğu romanın adında yer alan 31 Ağustos, hikâyenin geçtiği Oslo’da halka açık olan havuzların suyunun boşaltıldığı tarih ve bu açıdan bir dönemin bittiğini, yeni bir dönemin de başladığını gösteriyor. Hikâye de iki ayrı “suya girme / girmeme” sahnesinde suyu bir sembol olarak kullandığı gibi, kahramanımızın da eski hayatını geride bırakıp yeni bir hayata başlayıp başlayamayacağını anlatıyor temel olarak. Film Oslo sokakları ve dışarıdaki insanların görüntülerine eşlik eden ve farklı insanlara ait olan seslerle başlıyor. Kısa sürede bu insanların grup terapisinde konuşanlar olduğunu anlıyoruz ve Anders de onlardan biridir. Ardından bir odadaki genç adamı ve yataktan ona bakan bir genç kadını görüyoruz. Aralarında bir konuşma geçmiyor; sonra erkeğin tek başına evden çıkışını ve bir su kenarına gidişini görüyoruz. Cebine taşlar dolduruyor, kucağına büyük bir taş parçası alıyor ve kendisini suya bırakıyor ama başarısız olan bir girişimdir bu.
Grup terapisinde diğerleri kadar çok da istekli konuşmadığını gördüğümüz Anders’e bir gün izin verilmiştir bir iş görüşmesine gitmesi için. O da bu günü arkadaşları ve akrabaları ile görüşmek ve iş görüşmesine gitmek için kullanacaktır. Joachim Trier bu ziyaretleri ve kahramanımızın tüm kontaktlarını tam da kendisinden beklenecek doğal, gerçekçi ve samimi bir dille ve sade doğallığı ile dikkat çeken diyaloglarla anlatıyor bize. Her bir ziyareti, her bir iletişimi Anders’i içinde bulunduğu ruh hâli, geçmişi ve geleceği ile ilgili düşünceleri, seyirciyi özellikle bir düşünceye yöneltmeye çalışmadan ve genç adamı yargılamadan anlatmak için kullanıyor Trier. Bu ziyaretlerin ilkinde Anders evli ve iki çocuklu olan eski bir yakın arkadaşının evine gidiyor ve bu çok başarılı bölüm zarif, tarafsız ve bir belgesel gerçekçiliğine sahip olan havası, çok iyi yazılmış diyalogları ve oyuncuların yalın performansları ile tüm filmin biçimsel ve içerik olarak çok iyi bir özeti. Anders ile hep yanında olup, anlamak isteyeceğiniz ve yardımcı olmayı arzulayacağınız bir karakter yaratıyor film ve nerede ise bir doğaçlama duygusu veren diyalogları ve el kamerası kullanımının sağladığı “orada olma hissi” ile bir sahicilik yaratmayı başarıyor. Bu ilk iletişim ile birlikte Anders için bizde oluşmaya başlayan fikir ve ona karşı hissettiğimiz yakınlık her bir ziyaretle birlikte artıyor ve senaryo önceki bölümlerde oluşan birikimin üzerine her bir yeni bölümde yenisini ekliyor. “Kokain, ekstazi, alkol, ne varsa… eroin… Ama artık temizim. 10 aydır ağzıma bira bile koymadım. Tamamen temizim” sözleri ile kendisini ifade eden adamın geleceği ile ilgili kararının ne olacağını bu soruyu özellikle bize empoze etmeden ama farkına varmadan hep içimizde hissetmemizi sağlayarak anlatıyor film ve bizi başarılı ve gerçekçi finale hazırlıyor.
Entelektüel bir adam Anders; beğenilen makaleler yazmıştır ve iş görüşmesi de bir derginin yardımcı editörlüğü içindir. Kendisi gibi aydın bir kişi olan arkadaşı Thomas’ın iki çocuklu evli bir erkek olmasından sonra değişen hayatının kendisine uygun olmadığını net bir şekilde ifade eder Anders ama bunun yerine tam olarak ne koymak istediğini de anlat(a)maz. Eski “parti, alkol ve uyuşturucu” günlerinin niteliğine tanık olduğumuz sahnede yaşadıkları da mutlu etmiyor Anders’i. Bir kafede tek başına oturduğu sahnede diğer müşterilerin konuşmalarına kulak misafiri olduğunda duydukları da benzer bir etki yaratıyor üzerinde. Trier’in filmin gerçekçi havasına hoş ve doğru bir çekicilik yaratacak şekilde, kendisinde uzakta oturanların bile konuşmalarını Anders’in ve bizim duymamızı sağladığı bu sahneyi ve eski kız arkadaşa ulaşma çabasını da film bize adamın “tek başınalığı”nı anlatmak için çarpıcı bir şekilde kullanıyor. Baş karakteri bir anlatıcı rolüne büründürdüğü sahnede de etkileyici bir metinle bize tanıtmayı sürdürüyor Trier ve hikâyenin kahramanını bir iyi veya kötü insan olarak konumlandırmaktan çok farklı bir yaklaşımla sergiliyor.
Genç adamı finalde, doğduğu ve büyüdüğü eve geri götürüyor film; anne ve babasının satmaya karar verdiği evde eşyaların bir kısmı toplanmış, koliler ortalıkta durmaktadır. Bu tercih ile bir eski hayat / yeni hayat veya doğum / yeniden doğum iması ile kahramanımızın yapacağı (ya da yapamayacağı) seçimin sembolünü oluşturuyor yönetmen. Trier’in yönetmen olarak -gece kulübündeki bir sahne dışında- hiç müdahale etmeden anlatmış göründüğü ve tam da bu nedenle çok önemli bir katkı sağladığı film, onun ustası olduğu türden bir çalışma olarak zarif dili, dozunda ve doğal hüznü, iz bırakan karakteri ve seyirci üzerindeki etkisini sona erdikten sonra da koruyan bir sinema eseri. Bir bağımlının ayağa kalkma, depresyon, sorgulama ve anlam bul(ama)ma gibi temalar üzerinden bir gününü anlatan ve başroldeki Anders Danielsen Lie’nin karakterine mükemmel bir uyum sağlayarak onun savunmasızlığını, çabasını ve depresyonunu çok iyi yansıttığı film dürüst bir sinemanın doğal etkileyiciliğine sahip önemli bir çalışma.
(“Oslo, August 31st” – “Oslo, 31 Ağustos”)