Oslo, 31. August – Joachim Trier (2011)

“Hayatıma bak. Otuz dört yaşındayım. Hiçbir şeyim yok. Sıfırdan başlamak istemiyorum”

Uyuşturucu bağımlılığı yüzünden rehabilitasyon merkezinde tedavi gören bir adamın iş görüşmesi için aldığı kısa izin boyunca yaşadıklarının hikâyesi.

Fransız yazar Pierre Drieu La Rochelle’in 1931 tarihli “Le Feu Follet” adlı romanından serbestçe uyarlanan, senaryosunu Joachim Trier ve Eskil Vogt’un yazdığı ve yönetmenliğini Trier’in üstlendiği bir Norveç, Danimarka ve İsveç ortak yapımı. La Rochelle’in henüz otuz yaşındayken intihar eden Fransız sürrealist şair Jacques Rigaut’nun hayatından yola çıkarak yazdığı roman 1963 yılında da Louis Malle’in kitap ile aynı adı taşıyan filmine ilham kaynağı olmuş. Trier’in her zamanki zarif sinema dili ile çektiği, sessizliğin içinden yüksek bir ses üretebildiği ve kaba bir duygusallıktan uzak durarak yüreklere dokunabildiği film, başrolde yer alan Anders Danielsen Lie’nin Trier’in yarattığı atmosfere çok uygun, yalın ama dokunaklı da olmayı başaran oyunculuğu ile de değer kazanan, alçak gönüllü ama güçlü bir yapıt.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerle işbirliği yapan, Paris’in kurtarılmasından sonra bir süre saklanan ve 1945’teki ikinci intihar teşebbüsü ölümle sonuçlanan bir yazar Pierre Drieu La Rochelle. Yazarın ve yarattığı karakterin intihar teması etrafında buluştuğu romanın adında yer alan 31 Ağustos, hikâyenin geçtiği Oslo’da halka açık olan havuzların suyunun boşaltıldığı tarih ve bu açıdan bir dönemin bittiğini, yeni bir dönemin de başladığını gösteriyor. Hikâye de iki ayrı “suya girme / girmeme” sahnesinde suyu bir sembol olarak kullandığı gibi, kahramanımızın da eski hayatını geride bırakıp yeni bir hayata başlayıp başlayamayacağını anlatıyor temel olarak. Film Oslo sokakları ve dışarıdaki insanların görüntülerine eşlik eden ve farklı insanlara ait olan seslerle başlıyor. Kısa sürede bu insanların grup terapisinde konuşanlar olduğunu anlıyoruz ve Anders de onlardan biridir. Ardından bir odadaki genç adamı ve yataktan ona bakan bir genç kadını görüyoruz. Aralarında bir konuşma geçmiyor; sonra erkeğin tek başına evden çıkışını ve bir su kenarına gidişini görüyoruz. Cebine taşlar dolduruyor, kucağına büyük bir taş parçası alıyor ve kendisini suya bırakıyor ama başarısız olan bir girişimdir bu.

Grup terapisinde diğerleri kadar çok da istekli konuşmadığını gördüğümüz Anders’e bir gün izin verilmiştir bir iş görüşmesine gitmesi için. O da bu günü arkadaşları ve akrabaları ile görüşmek ve iş görüşmesine gitmek için kullanacaktır. Joachim Trier bu ziyaretleri ve kahramanımızın tüm kontaktlarını tam da kendisinden beklenecek doğal, gerçekçi ve samimi bir dille ve sade doğallığı ile dikkat çeken diyaloglarla anlatıyor bize. Her bir ziyareti, her bir iletişimi Anders’i içinde bulunduğu ruh hâli, geçmişi ve geleceği ile ilgili düşünceleri, seyirciyi özellikle bir düşünceye yöneltmeye çalışmadan ve genç adamı yargılamadan anlatmak için kullanıyor Trier. Bu ziyaretlerin ilkinde Anders evli ve iki çocuklu olan eski bir yakın arkadaşının evine gidiyor ve bu çok başarılı bölüm zarif, tarafsız ve bir belgesel gerçekçiliğine sahip olan havası, çok iyi yazılmış diyalogları ve oyuncuların yalın performansları ile tüm filmin biçimsel ve içerik olarak çok iyi bir özeti. Anders ile hep yanında olup, anlamak isteyeceğiniz ve yardımcı olmayı arzulayacağınız bir karakter yaratıyor film ve nerede ise bir doğaçlama duygusu veren diyalogları ve el kamerası kullanımının sağladığı “orada olma hissi” ile bir sahicilik yaratmayı başarıyor. Bu ilk iletişim ile birlikte Anders için bizde oluşmaya başlayan fikir ve ona karşı hissettiğimiz yakınlık her bir ziyaretle birlikte artıyor ve senaryo önceki bölümlerde oluşan birikimin üzerine her bir yeni bölümde yenisini ekliyor. “Kokain, ekstazi, alkol, ne varsa… eroin… Ama artık temizim. 10 aydır ağzıma bira bile koymadım. Tamamen temizim” sözleri ile kendisini ifade eden adamın geleceği ile ilgili kararının ne olacağını bu soruyu özellikle bize empoze etmeden ama farkına varmadan hep içimizde hissetmemizi sağlayarak anlatıyor film ve bizi başarılı ve gerçekçi finale hazırlıyor.

Entelektüel bir adam Anders; beğenilen makaleler yazmıştır ve iş görüşmesi de bir derginin yardımcı editörlüğü içindir. Kendisi gibi aydın bir kişi olan arkadaşı Thomas’ın iki çocuklu evli bir erkek olmasından sonra değişen hayatının kendisine uygun olmadığını net bir şekilde ifade eder Anders ama bunun yerine tam olarak ne koymak istediğini de anlat(a)maz. Eski “parti, alkol ve uyuşturucu” günlerinin niteliğine tanık olduğumuz sahnede yaşadıkları da mutlu etmiyor Anders’i. Bir kafede tek başına oturduğu sahnede diğer müşterilerin konuşmalarına kulak misafiri olduğunda duydukları da benzer bir etki yaratıyor üzerinde. Trier’in filmin gerçekçi havasına hoş ve doğru bir çekicilik yaratacak şekilde, kendisinde uzakta oturanların bile konuşmalarını Anders’in ve bizim duymamızı sağladığı bu sahneyi ve eski kız arkadaşa ulaşma çabasını da film bize adamın “tek başınalığı”nı anlatmak için çarpıcı bir şekilde kullanıyor. Baş karakteri bir anlatıcı rolüne büründürdüğü sahnede de etkileyici bir metinle bize tanıtmayı sürdürüyor Trier ve hikâyenin kahramanını bir iyi veya kötü insan olarak konumlandırmaktan çok farklı bir yaklaşımla sergiliyor.

Genç adamı finalde, doğduğu ve büyüdüğü eve geri götürüyor film; anne ve babasının satmaya karar verdiği evde eşyaların bir kısmı toplanmış, koliler ortalıkta durmaktadır. Bu tercih ile bir eski hayat / yeni hayat veya doğum / yeniden doğum iması ile kahramanımızın yapacağı (ya da yapamayacağı) seçimin sembolünü oluşturuyor yönetmen. Trier’in yönetmen olarak -gece kulübündeki bir sahne dışında- hiç müdahale etmeden anlatmış göründüğü ve tam da bu nedenle çok önemli bir katkı sağladığı film, onun ustası olduğu türden bir çalışma olarak zarif dili, dozunda ve doğal hüznü, iz bırakan karakteri ve seyirci üzerindeki etkisini sona erdikten sonra da koruyan bir sinema eseri. Bir bağımlının ayağa kalkma, depresyon, sorgulama ve anlam bul(ama)ma gibi temalar üzerinden bir gününü anlatan ve başroldeki Anders Danielsen Lie’nin karakterine mükemmel bir uyum sağlayarak onun savunmasızlığını, çabasını ve depresyonunu çok iyi yansıttığı film dürüst bir sinemanın doğal etkileyiciliğine sahip önemli bir çalışma.

(“Oslo, August 31st” – “Oslo, 31 Ağustos”)

Louder Than Bombs – Joachim Trier (2015)

“Bazı günler görünmez oluyorum ve o zaman ne istersem yapabilirim. Bu yeteneğimi kaybetmemeye dikkat etmeliyim”

Ünlü bir savaş fotoğrafçısı olan kadının ölümünden sonra kocasının ve iki oğlunun duygularıyla ve anılarıyla yüzleşmelerinin hikâyesi.

Norveçli sinemacı Joachim Trier’in yönettiği, senaryosunu bugüne kadarki tüm filmlerinde olduğu gibi Eskil Vogt ile birlikte yazdığı ve Norveç, Fransa, Danimarka ve ABD ortak yapımı olarak çekilen bir film. Hikâyesi ABD’de geçen filmin oyuncu kadrosunun büyük kısmı da bu ülkeden ama teknik kadronun önemli bir kısmında İskandinav sinemacılar yer alıyor. Avrupalı sanatçıların ABD’de geçen bir hikâye anlatma tercihleri üzerinde durmaya değer bir tartışma konusu ama bu film Amerikan bağımsız sinemasından izler taşısa da Avrupa sinemasına daha yakın duran ve Trier’in özellikle ilk filmi olan “Reprise”ın dokunaklı atmosferine paralel bir havası olan mizanseni ile kesinlikle bir “Amerikan filmi” değil. Hikâyesinin özetinin de göstereceği gibi yeni şeyler söylemiyor ve sinemanın “sevilen bir insanın kaybının ardından kalanların duyguları ve birbirleri ile yüzleşmeleri” örneklerinden bir diğeri gibi duruyor ama filmi farklı kılan, Trier’in “karanlık bir zarafet” ifadesi ile tanımlayabileceğimiz yönetmenliği ve onun yarattığı bu havaya çok uyumlu oyunculuklar sunan kadrosu çok farklı bir yere taşıyor bu eseri. Görüntü (Jakob Ihre) ve kurgu (Olivier Bugge Coutté)nun da desteklediği kırılganlığı ile önemli ve görülmesi gerekli bir çalışma bu.

Açılış sahnesi; sessiz havası, kamera kullanımı ve oyunculukları ile seyredeceğimiz filmi çok güzel bir şekilde özetliyor bize. Yeni doğan bebeğinin parmağından tuttuğu bir baba, hafif tedirgin bir mutluluk, bir parça düşsel havası olan bir görüntü çalışması ve el kamerası kullanımı ile bu sahne seyredeceğimizin içeriği ve biçimi hakkında epey fikir veriyor bize ve bu vaadini de tutuyor film.Tüm bu öğeler hikâye boyunca tekrarlanırken kaybetmenin hüznü, uzlaşmanın imkân(sızlığ)ı, duygularla yüzleş(eme)mek ve sırlarla yaşayabilmek gibi temalar birbiri ardına karşımıza çıkıyorlar. Sonradan aslında intihar olduğunu öğrendiğimiz bir trafik kazasında hayatını kaybeden bir kadın ve geride kalan üç erkeğin hikâyesi bu. Bir başka ifade ile söylersek, annenin bıraktığı boşlukla baş etmeye çalışan bir baba ve iki genç oğlunun hikâyesi. Baba ve büyük oğlu hayatlarını düzene sokabilmiş görünürken, babasını ve ağabeyini endişelendirecek şekilde içine kapanan küçük oğlan sessizce yaşıyor hayatını ve iletişime pek olanak vermiyor.

Karakterlerine çok yaklaşan ama yine de mesafesini koruyabilen senaryo, erkeklerin en küçüğünün -henüz- yitirilmemiş masumiyetinin karşısına diğer ikisinin küçük/büyük yalanlarını koyuyor ve bu teması ile de ilgi topluyor. “Bir kız arkadaşım olsaydı, ona asla yalan söylemezdim” diyen oğlan, babasının ve ağabeyinin yalanlarına (ve annesinin bilmediği sırlarına) bilinçli/bilinçsiz göndermede bulunurken gerçek ve sağlıklı bir yüzleşmenin ancak dürüstlükle sağlanabileceğini söylüyor sanki. Gördüğü düşler, kronolojik olarak akmayan ve geriye dönüşlerin farklı bir zaman dilimine geçildiği vurgulanmadan kullanıldığı hikâye boyunca birkaç kez karşımıza gelirken, çocuğun masumiyetini de sergileme fırsatı sunuyor filme. Yazdığı hayli özel bir yazıyı sınıfındaki kıza vermeyi düşünen çocuğa abisinin aksi yönde öğüt vermesi de yine büyüdükçe uzaklaşılan açıklık ve dürüstlüğün sembolü olarak görülebilir bu bağlamda. Annesinin yatakta kendisine sarıldığını veya hoşlandığı kızı ormanda yerde yatarken müzik dinlerken gördüğü bu düşler çocuğun özlemlerini ve arzularını dile getirme fırsatı olurken, yönetmen Trier’in bir tercihinin doğruluğunun da kanıtına dönüşüyor. Trier biçimsel oyunlara başvurmadan hafif düşsel bir hava yaratmayı seçmiş ve kahramanımızın gördüğü düşlerle gerçek sahneler arasında bu bakımdan hiçbir fark yok. Kameranın kullanımımdan görüntü çalışmasına ve oyunculuklara bu sahneler birbiri ile eş özellikler taşıyorlar ki bu durum da filmin hem görsel temposunu korumasını sağlıyor hem de gerçekçiliğine katkı sunuyor. Okunan bir günlükteki satırlara eşlik eden görüntülerde bu düşsel hava bir adım ileri taşınıyor ama çok başarılı çekilen bu sahnelerde bu açıdan herhangi bir uyumsuzluk hissetmiyorsunuz filmin geneli ile. Aynı sahneyi önce babanın sonra küçük oğlanın gözünden göstermek gibi tercihleri de olmuş Trier’in ama bu bile bir biçimsel oyun gibi görünmüyor; aksine filme -bu sahne özelinde- küçük bir mizah katan ve hikâyenin doğal akışı içinde tanık olmamız gereken bir unsur gibi görünüyor.

Babayı oynayan Gabriel Bryne karakterini doğal kılan sade oyunu ile dikkat çekerken, filmin oyunculuk performansları açısından asıl yıldızları oğullarını canlandıran Devin Druid ve Jesse Eisenberg ile anneyi oynayan Isabelle Huppert oluyor. Usta oyuncu Huppert’i zaman zaman yakın yüz çekimleri ile getiriyor karşımıza Trier ve onun o anlamlı yüzü içerdiği duygular ile dramatik bir rolün nasıl ekonomik ama güçlü biçimde oynanabileceğinin çarpıcı bir örneği oluyor. Eisenberg ve Druid’in oyunculukları için söylenebilecek tek bir şey var, mükemmel oldukları. İlki rolüne kırılgan bir sıcaklık katarken, ikincisi bu kırılganlığı hüzünlü yalnızlığı ile birleştiriyor ve sonuçta her iki oyuncu da sadece performansları ile bile filmi görmeye değer kılıyorlar.

Üç ana karakterine de (ve aslında anne karakterine de) yeterli zamanı ayıran ve her birinin anılarını kendi geri dönüşleri ile sergileyen film çok fazla yan tema barındırıyor gibi görünüyor ama senaryo bunları hep olması gerektiği düzeyde tutuyor ve -kimi eleştirilerin aksine- hikâyenin karmaşıklaşmasına fırsat vermiyor. Ola Fløttum imzalı müziğin de desteklediği havası ile film girişte de belirttiğimiz gibi yeni çok şey söylemiyor belki ama söylediklerini etkileyici bir estetikle getiriyor önümüze. Filme getirilebilecek iki eleştiriden birincisi savaş fotoğrafları ve bu fotoğrafların sıkça kullanılması; orada gördüğümüz dehşet ve acı o denli büyük ki karakterlerimizin hikâyesini zaman zaman önemsiz kılma tehlikesini doğuruyor bu fotoğraflar. Bir ikincisi ise -bu, filmi beğenme düzeyiniz yükseldikçe artan bir eleştiri olacaktır- adını koyamadığınız bir yarıda kalmışlık hissettiriyor size hikâye. Evet, yeteri kadar derine inmiyor film sanki. Karakterlere ne kadar çok ısındıysanız o kadar dozu artacaktır bu eleştirinin açıkçası.

Joachim Trier ve Eskil Vogt’un senaryosu hikâyeyi bugün ve geçmiş arasında ustalıkla kurgularken, ortalama bir ticarî filmin çözüm önerme/gösterme hatasına düşmemesi ile de takdiri hak ediyor. Evet, kesinlikle görülmesi gereken bir film bu ve mezarlık sahnesinde Alfred Hitchcock’un “Vertigo – Ölüm Korkusu” adlı başyapıtına göndermesini de özellikle sinefillerin atlamaması gereken bir çalışma.

(“Sessiz Çığlık”)

Reprise – Joachim Trier (2006)

“Kızlar için sıkı kelimesi kullanılamaz. Onlar sadece güzel veya hoş olabilirler. Sen hiç sana daha önce dinlemediğin bir müzik öneren bir kız gördün mü?”

Yazar olmaya çalışan iki genç erkeğin arkadaşlık, aşk ve melankoli dolu hikâyesi.

Zarif, uçarı, kırılgan, melankolik ve entelektüel bir film. İdealler, hayaller, gerçekler, aşk, dostluk, sanat ve dürüstlük üzerine özgür ruhlu bu çalışma Oslo’da geçen bir Fransız filmi havasında ve Yeni Dalga’dan 2000’li yıllara başarılı bir iz düşümü gibi.

Beş genç erkeğin ve özellikle Phillip ve Erik karakterlerinin üzerinden hemcinsler arasındaki dostluğu ve karşı cinsle olan aşkı sık sık karşı karşıya getiren bu film, bu bağlamda belki de gençlerin olgunluğa giden yolun başında durma inatlarını da anlatmaya çalışıyor. Ingmar Bergman’ın anı kitabı “Büyülü Fener” de ifade ettiği gibi “dostlukta içtenliğin belirgin olduğuna, sadakatin kırılgan olmadığına ve çatışmaların doğal kabul edilip bulaşıcı olmadığına” inanan bu gençlerin dostluğun o önyargısız sezgilerini kaybetmeme çabaları söz konusu.

Oyunculukların profesyonel ve gösterişli bir havanın çok ötesinde sergilendiği ve sanki yönetmen gerçekten bir arkadaş grubu arasına kamerasını yerleştirmiş havasında aktarıldığı filmde tüm oyuncular doğallıkları ve gerçekçilikleri ile göz dolduruyorlar ama seyredene yansıyan bu sıcak görüntüde en büyük pay tercihleri ile yönetmene ait aslında. Özellikle Erik rolündeki Espen Klouman-Høiner, Philip rolündeki Anders Danielsen Lie ve Kari rolündeki Viktoria Winge bu gençlik hikâyesinin yaşamın o döneminin tüm unsurları ile birlikte seyirciye geçmesine keyifli bir şekilde katkıda bulunuyorlar. Yönetmen Trier, film boyunca zaman zaman hayal ile gerçeği karıştıran bir dış sesi de çok başarılı bir biçimde kullanarak görüntüyü donduruyor, görüntü ve sesin farklı anlara ait olduğu kısa sahneler üretiyor, geri dönüşlerde bulunuyor ve çoğunlukla kısa tutulmuş planlarla sanki olağanüstü bir hikâyeden seçtiği küçük parçaları bize aktarıyor.

Filmin kırılgan havasını çok iyi yansıtan bir müzik eşliğinde anlatılan ve çok yakın arkadaşlar arasındaki o tatlı ve dışa kapalı mizahın havasını da taşıyan hikâye filmin adını da çok iyi taşıyor. Bu bakımdan içerik ile filmin isminin çok başarılı bir biçimde örtüştüğünü de belirtmek gerekiyor. Phillip kız arkadaşı ile Paris’teki olağanüstü günlerini tekrar hayata geçirmeye çalışıyor, Phillip ve Erik hayranı oldukları bir yazarın hayat hikâyesini tekrar ve kendi bedenleri ile yaşamaya çalışıyorlar ama sanırım en önemlisi çok daha başka bir tekrarlama çabası; yavaş yavaş kaybetmeye başladıkları ilk gençliklerini her gün yeniden başlatarak o büyülü günleri ve saf dostluklarını sürekli tekrarlamaya çalışıyorlar. Tüm bu tekrarlama çabaları böylece aslında hikâyeye ilk bakışta farkedilmeyecek sıcak bir nostalji havasını katıyor.

Oslo’nun “zengin” çevrelerinde geçen bu hikâyede kahramanlarımız dünyanın büyük bir kısmının yaşadığı herhangi bir sıkıntıdan çok uzak gibiler ve bu nedenle yaşadıkları sıkıntılar “zengin ve entelektüel olanlara ait lüks duygular” gibi görünebilir. Bu küçük eleştiri bir yana bırakılırsa büyüme, sanat ve sanatçı, aşk, yitirme duygusu üzerine ama en çok da ve özellikle ilk gençlik günlerindeki ve aşkın erotik çekişmesinden uzak dostluklar üzerine ve dozunda bir mizah duygusu ile anlatılan bir ağıt bu film. Kederden ve çekişmeden uzak, gün ışığının yüzümüzü daha bir sevecen aydınlattığı o geri gel(e)meyecek günler için.

(“Tekrar”)