Escape from New York – John Carpenter (1981)

“1988’de ABD’de suç oranı %400 arttı. Bir zamanların muhteşem şehri New York tüm ülkenin yüksek güvenlikli cezaevi hâline geldi. New Jersey kıyısı boyunca uzanıp, Harlem nehrinden geçerek Brooklyn kıyısını da kapsayan 15 metrelik bir duvar örüldü. Bu duvar Manhattan adasını çepeçevre sarıyor. Tüm köprüler ve su yolları mayınla kaplandı. ABD polisi bir ordu gibi adanın çevresinde konuşlanmış durumda. Cezaevinde gardiyan yok, sadece mahkûmlar ve yarattıkları dünyalar var. Kurallar basit: İçeri girdin mi dışarı çıkamazsın”

Uçağı kaçırılan ve yüksek güvenlikli bir cezaevine dönüşmüş olan Manhattan’da kaybolan ABD başkanınını oradan çıkarması karşılığında suçlarının affedileceği taahhüt edilen bir eski askerin hikâyesi.

Senaryosunu John Carpenter ve Nick Castle’ın yazdığı, yönetmenliğini Carpenter’ın yaptığı bir ABD filmi. 1981 tarihli film yakın gelecekte, sadece 16 yıl sonra gerçekleşecek bir distopik dünyayı anlatan bir çalışma ve yönetmeninin en bilinen ve beğenilen yapıtlarından biri oldu. Başroldeki Kurt Russell’a Lee Van Cleef, Ernest Borgnine, Harry Dean Stanton, Donald Pleasence, Isaac Hayes ve Adrienne Barbeau’nun eşlik ettiği film hemen tüm distopya yapıtları gibi, geleceğe yönelik gibi bir uyarı ve eleştiri de içeren ve bir bağımsız yapıt olarak nispeten düşük bütçesi ile etkileyici bir atmosfer ve görsellik yaratmayı başaran bir çalışma. Zorlama bir kompleks içerik peşine düşmeyen basitliği ve dikkat çeken kamera çalışması ile film teknik gösterilerden değil, basit ve doğrudan öyküsü ve Kurt Russell’ın karizmasından alıyor asıl çekiciliğini. Hollywood’un geleneksel şatafatından uzaklığı, aksiyon ve bilim kurgu düşkünlerini yeterince tatmin etmeyebilir ve bir parça kaba görünüyor bugün ama başta Carpenter’ı bilen ve sevenler olmak üzere, tüm sinemaseverler onun, Manhattan’ı bir vahşi orman olarak resmeden filmini kesinlikle görmeliler.

Carpenter film üzerindeki ilk çalışmalarına ülkeyi sarsan ve ABD Başkanı Nixon’ın 1974’te istifa etmesine neden olan Watergate skandalından etkilenerek başlamış ve 1976’da tamamlamış senaryoyu. ABD’nin politikacılarına ve politik düzenine karşı hayal kırıklığı ve öfke yaratan bu skandal, aslında isimden de bağımsız olarak, Amerikan Başkanı’nın imajına çok sert bir darbe vurmuştu. Bu kötü imajın sonucunu Carpenter hiç çekinmeden ve oldukça doğrudan yansıtmış filmine ve başkanı hem karakter olarak alaya almış hem de bu alaycılığının görsel olarak da altını çizmiş, “sarı peruk” sahnesinde olduğu gibi. Yönetmenin bir diğer esin kaynağı ise Michael Winner’ın 1974 tarihli “Death Wish” (Öldürme Arzusu) olmuş; ama, esinlendiği romanın (Brian Garfield’ın 1972 tarihli ve aynı isimli romanı) “kendi adaletini kendi sağlama” kavramına karşı duruşunu, tipik bir sağcı düşünce yapısı ile tersine çeviren Winner’ın yapıtının politik görüşünden değil, filmin New York’u bir cangıl olarak resmeden görselliği açısından olmuş bu etkilenme.

Bu yazının girişinde yer alan ve bir anlatıcının (Kathleen Blanchard adında birine ait olduğu söylenen bu sesin sahibinin aslında Jamie Lee Curtis olduğu söylentisi de var) sesinden duyduklarımız ve basit çizgisel animasyonlarla oluşturulan bir jenerikle başlıyor film. 1988’de Manhattan’ın tehlikeli suçluların hapsedildiği ve distopik bir dünya oluşturdukları bir yere dönüştüğünü öğreniyoruz ve 1997’de geçen öyküde, devletin buradakilere yaklaşımını ve koşulsuz tavrını, salla kaçmaya çalışan iki mahkûmun başına gelenlere tanık olarak anlıyoruz. Hikâyenin kahramanı, Snake (genital bölgesine uzanan bir “yılan” dövmesi var bedeninde) lakaplı Plissken (Kurt Russell) ile tanışıyoruz ardından. Madalyalı eski bir özel harekât üyesi olan Snake, Amerikan Merkez Bankası’nı soyma suçundan Manhattan’a getirildiği sırada, ABD’nin emperyalizmine ve ırkçı bir polis devletine dönüşmesine karşı eylem yapan sol bir örgüt (Amerikan Halk Kurtuluş Cephesi) ABD Başkanı’nın uçağını kaçırır. Uçak yere çakılmadan önce Başkan bileğine bağlı olan ve nükleer silahlarla ilgili gizli bilgiler içeren bir çanta ile birlikte fırlatma kapsülüne binerek Manhattan’a iner. Gönderilen kurtarma ekibi, Manhattan sakinlerinin tehdidi (“Bana dokunursan o ölür, otuz saniye içinde havalanmazsanız o ölür, geri gelirsen o ölür”) üzerine başkanın esir alındığını ama yapabilecekleri bir şey olmadığını anlar. Tek umut, ABD’de işlediği suçların affedilmesi taahhüdü ile Snake’i Manhattan’a göndermek ve onun 24 saat içinde (bu sürenin dış politika ile bağlantılı bir anlamı var) Başkan’ı kurtarmasını beklemektir. Snake’e “24 saat tüm enfeksiyonlara karşı koruyacak” bir aşı yapıldıktan sonra, ona vücuduna aslında minik bir patlayıcı yerleştirildiği ve zamanında Başkan ile birlikte geri dönemediği durumda vücudunu yok edecek bir patlama yaşayacağı söylenir devlet yetkilileri tarafından. Carpenter’ın devlete yönelik ilk eleştirisi işte bu ikiyüzlü oyun üzerinden karşımıza çıkıyor ve bundan sonrası, bekleneceği gibi, anti-kahraman Snake’in hem Manhattan sakinlerine hem de devletin/düzenin temsilcilerine karşı verdiği mücadele olarak ilerleyecektir.

Filmde Snake’in Leningrad’a uçağı ile girmeyi başardığından ve savaşta kazandığı madalyalardan söz ediliyor ve hatta karakterlerden biri “Şu anda savaştayız” cümlesini kuruyor. Filmin çekildiği yılın başında, Amerikan tarihinin en muhafazakâr ve anti-komünist liderlerinden biri olan Ronald Reagan’ın başkanlık döneminin başladığını düşününce, ABD ile Sovyetler arasındaki bir savaştan söz edildiğini düşünmek mümkün. Hikâyenin başından sonuna kadar hep “tek gözlü korsan” gibi bir gözü bantlı olarak karşımıza çıkan Snake’in de bu savaşta yaralandığını varsayabiliriz. Kendisini “otorite karşıtı” ve “bir tür liberal” olarak tanımlayan ve başkanlığı döneminde Trmup’ı sert bir şekilde eleştirenler arasında olan Carpenter’ın başta peruklu sahne olmak üzere farklı bölümlerde, hikâyedeki başkanı sinsi bir politikacı olarak sergilemesi anlaşılabilir bir durum. Uçağı kaçıran kadın militanın ABD’nin düzeni ile ilgili eleştirisi de yine onun, ülkesinin sistemine eleştirisinin bir uzantısı kuşkusuz. Bunlar yapıtı bir politik film kategorisine sokmaya yetmiyor elbette ama suçun ve yozlaşmanın başını alıp gittiği ve azılı suçluların, oldukça sembolik bir seçimle, sadece ABD’nin değil, tüm dünyanın finans, kültür, medya ve eğlence merkezi sayabileceğimiz Manhattan’a kapatılması filmin politik bir tavrı olduğunu gösteriyor bize.

Kaçırılan uçağın Manhattan’a çakılması sahnesinin, bir aksiyon filminden bekleneceğinin aksine, gösterilmemesi düşük bütçenin sonucu olsa gerek ama Manhattan’ı bir distopya mekânına, bir cehenneme çeviren set tasarımlarının başarısı bu eksikliği örtüyor başarılı bir şekilde. Dean Cundey’in özellikle orada geçen sahnelerde ışığı ve karanlığı ustaca kullanan ve şehrin tekinsiz atmosferini bizim de hissetmemizi sağlayan görüntü yönetimi bu tasarımları daha da etkileyici kılıyor. Diyaloglara da yansıyan çizgi roman havasını (filmin birkaç farklı çizgi roman uyarlaması da yapılmış farklı hikâyeler anlatan) keyifle tatmamızı sağlayan bu başarıya Kurt Russell’ın, tipik bir aksiyon kahramanı olarak sadece fiziksel becerisi ile değil, aklı ve cesareti ile kendisini gösteren Snake karakterindeki performansı da katkı sağlamış buna elbette. Çoğunlukla kısık bir sesle konuşan oyuncu sahip olması gereken karizmayı yaratarak filmin eğlencesini artırıyor. Öyle ki hikâyede pek de yeri olmayan “boks ringindeki dövüş” sahnesini çekici kılan da yine o oluyor. 1996’da yine Carpenter’ın yönetmenliğinde bir devam filmi çekilmesini anlamlı kılan unsurlardan biri de Russell’dı kuşkusuz. “Escape from L.A.” adını taşıyan bu yapıt büyük bir depremden sonra ABD’nin başına geçen dinci bir başkanın devreye soktuğu katı kanunlara uymayanların Los Angeles’a hapsedilmelerini anlatarak distopyayı daha ileri bir noktaya taşımış ama yapıt ilki kadar ilgi görmemişti.

Kostümlerin ve “Manhattan’ın kralı Dük”ün avizeli arabasının da aralarında olduğu dekor çalışmasının da başarılı olduğu yapıtın müziklerini hemen tüm filmlerinde olduğu gibi Carpenter kendisi hazırlamış yine ve 1980’lerin synthesizer modasını hatırlatan tanıdık Carpenter melodileri filme renk katmış. Başta New York sahneleri olmak üzere, önemli bir kısmı St. Louis’de çekilen, William Gibson’ın 1984 tarihli romanı “Neuromancer” (bizde önce orijinal adı ile, daha sonra tahmin edilebilecek nedenlerle “Matrix Avcısı” ismi ile yayımlanan bilim kurgu kitabı) ve Matt Reeves’in 2008 tarihli filmi “Cloverfield” (Canavar) gibi farklı yapıtlara da esin kaynağı olan film meraklısının keşfedeceği western havası ile de ilgi çekebilecek, keyifli bir yapıt özet olarak.

(“New York’tan Kaçış”)

The Thing – John Carpenter (1982)

“Karşımızda başka yaşam formlarını taklit eden bir organizma var, hem de mükemmel bir şekilde. Bu şey köpeklere saldırdığında onları sindirmeye ve soğurmaya çalışmış ama aynı zamanda onları taklit ederek kendi hücrelerini şekillendirmiş. Meselâ şu: Bu bir köpek değil, bir taklit”

Antarktika’da görev yapan bir araştırma ekibi ve uzaydan gelen, kurbanlarının bedenine bürünebilen bir yaratığın hikâyesi.

John W. Campbell Jr.’ın 1938 tarihli “Who Goes There?” adlı kısa romanından uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu Bil Lancaster’ın yazdığı filmin yönetmen koltuğunda oturan isim ise John Carpenter olmuş. Carpenter’ın en sevdiği filmlerinden biri olduğunu belirttiği çalışma zamanında seyirci ve eleştirmenler tarafından pek beğenilmemiş ama sonradan bilim kurgu sevenlerin favorilerinden biri olmayı başarmış. 1980’li yılların teknolojisi düşünüldüğünde hayli başarılı olan görsel efektleri (özellikle filmin en kritik ve sert anlarında karşımıza gelen, kurbanına dönüşme ve kurbanının bedeninden çıkma bölümleri hayli başarılı) ve gerilimi ile dikkat çeken filmin karakterlerin oldukça yüzeysel çizilmesi ve senaryonun olan biteni seyirciye gerçekçi ve doğal bir akışla anlatamaması gibi problemleri de var.

John W. Campbell Jr.’ın hikâyesi 1951 yılında da uyarlanmış sinemaya; Christian Nyby ve Howard Hawks’ın yönettiği ve “The Thing from Another World” adını taşıyan bu uyarlama romana daha az sadık kalan ve tamamen erkekler arasında geçen hikâyeye romantizm adına bir kadın karakter de katan bir uyarlama olurken, Carpenter’ın filmi kaynağına daha fazla sadık kalması ile biliniyor. 2011 yılında ise Carpenter’ın anlattığı hikâyenin öncesini konu edinen ve yine “The Thing” adını taşıyan bir film daha çekilmiş. Matthijs van Heijningen Jr.’ın yönettiği film pek beğenilmezken, gişede elde ettiği sonuç Carpenter’ın filmininkinden de kötü olmuş. Carpenter filmlerinin müziklerini genellikle kendisinin hazırlaması ile bilinir ama burada ünlü müzisyen Ennio Morricone üstlenmiş bu işi. Ortaya çıkan çalışma ise Morricone’den çok, Carpenter havasını taşıyor ilginç bir şekilde. “En kötü”lere verilen ve Oscar’ın karşıtı konumundaki Razzie ödülüne de aday gösterilen bu müzik çalışması da başlarda pek beğenilmese de sonradan bir klasik olmuş ama açıkçası hikâyenin atmosferine diğer Morricone eserleri kadar sağlam bir destek veremiyor.

Film dünyaya doğru ilerleyen bir uzay gemisinin hızla geçtiği yıldızlı bir uzay görüntüsü ile başlıyor ve bu geminin dünyada bir yere düşmesinden kaynaklanan bir patlama ile sona eriyor bu açılış. Patlamadan çıkan alevler filmin adına dönüşüyor ve 1982 kışında Antarktika’da olduğumuzu belirten yazı ile hikâyemiz başlıyor. Norveçlilere ait bir helikopterin neden karda koşmakta olan bir köpeği takip etmekte olduğunu ve helikopter içindeki bir adamın neden köpeği öldürmek için ateş edip durduğunu anlamıyoruz ama çok kısa bir süre sonra keşfedeceğiz ki gördüğümüz canlılar gerçek değil, bir taklit olabilirler aslında. Köpekle birlikte Amerikalıların araştırma istasyonuna gelen şey sadece oradakiler için değil, tüm dünya için büyük bir tehlike arz etmektedir; hatta istasyondaki bir bilim adamının bilgisayarına yaptırdığı hesaplamaya göre Antarktika’nın izole edilmiş bölgesinden dışarı çıkıp uygarlık ile ilk temasından sonra yaklaşık 27 bin saat içinde tüm dünya “enfekte” olacaktır.

Tümü erkek olan karakterlerle anlatılıyor hikâye ve sadece tek bir sahnede bilgisayarın bir kadın sesi ile konuştuğunu duyuyoruz. İstasyon içinde ve etrafında geçen hikâye onca karakteri ve onları dehşete düşüren uzaylı yaratığı ile çok yüksek bir gerilim ve korku potansiyeli taşıyor; bu potansiyelin ne ölçüde iyi değerlendirilebildiği ise bir tartışma konusu. Temel bir sıkıntısı var filmin bu konuda: Karakterlerin ve aralarındaki ilişkilerin ilginç ve sonradan doğan gerilimi daha da güçlü kılacak kadar derin işlenmemiş olması senaryo tarafından. Kurt Russell’ın canlandırdığı ve hikâyenin baş karakteri olan pilot da benzer aksiyon filmlerinde sıkça gördüklerimizden farklı kılınamamış; hatta fazlası ile klişe bir Amerikalı aksiyon kahramanı olarak çıkarılmış seyircinin karşısına. Başındaki kovboy şapkası, Norveçlilere sürekli olarak İsveçli diyerek Amerikalıların kendilerinden başkalarını pek umursamamasının sembolü olması ve satrançta kendisini yenen bilgisayara sinirlenip disk bölümüne viski boşaltması gibi öğelerle tipik aksiyon karakterlerinden birini yaratmış film. Karakterlerin birbirlerinden şüphe ettiği ve kimin gerçek kimin taklit olduğunu bilmedikleri bir hikâyede bu temanın yarattığı gerilim, eğer karakterleri daha iyi tanıyabilsek ve şüphenin oluşumu ve büyümesi daha doğal işlenebilmiş olsa çok daha etkileyici olurdu kuşkusuz.

Zamanında bir parça eleştirilmiş olan ve hatta gişe gelirinin düşüklüğünün nedenlerinden biri olarak gösterilmiş olan sert sahneleri hayli etkileyici filmin. Yaratığın her iki yöndeki (kurbanına veya kurbanından kendisine) dönüşümleri etkileyici, sert ve hatta zaman zaman mide bulandırıcı görüntülerle gösteriliyor ki kayıtsız kalmak çok zor tanık olduklarımıza. Günümüz CGI teknolojisinin henüz ortalıkta olmadığı bir zamanda elde edilen bu görsel efektler ve makyaj çalışması kesinlikle etkileyici bir düzeyde kullanılıyor ve Carpenter tarafından zaman zaman hayli doğrudan ve hatta kaba bir şekilde kullanılmalarına karşın filme ciddi bir katkı sağlıyorlar. Bir sahnede tanık olduğumuz bilgisayar animasyonu (yaratığın hücrelerinin bir köpeğin hücrelerine dönüşmesi) ise o kadar basit ki güldürebilir bugünün seyircisini.

Kimsenin bir diğerine güven(e)mediği hikâyede seyirci olarak bizim de kimin gerçek kimin taklit olduğu bilgisine sahip olmamamız karakterlerin “Peki, ya yanılıyorsak?” ikileminizi bizim de hissetmemizi sağlıyor ve hikâyeye ilgiyi ayakta tutuyor. Kalp krizi geçiren birine müdahale edenin başına gelenler veya “kan testi” ve sonrasında yaşananlar gibi bazı sahneleri hayli sert olan bir film çekmiş Carpenter ve daha güçlü olabilme fırsatını kaçırmış olsa da ilgiyi hak eden bir sonuç koymuş ortaya. Karakterlerin -başlarına ne geleceğini bizim bile tahmin etmemize rağmen- tek başlarına etrafta dolanıp kurban olmaları gibi inandırıcılık problemleri olsa da, sonunu bir şekilde açık bırakarak cesur bir tercihte bulunan bu Carpenter filmini görmekte yarar var.

(“Şey”)

Christine – John Carpenter (1983)

“Bunun gibi arabası olan birini tanıyordum; kendini arabasının içinde öldürmüştü”

Arkadaşları tarafından ezilen ve özgüveni olmayan genç bir adamın ilk görüşte tutulduğu ve kötü bir ruhu olan araba ile birlikte değişen hayatının hikâyesi.

Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlanan bu ABD yapımı filmin senaryosunu Bill Phillips yazarken yönetmenliğini John Carpenter üstlenmiş. King’in eserlerinin hayli popüler olduğu bir döneme ait olan filmin çekimleri romanın ilk kez yayımlanmasından da önce başlamış. Arabanın kötücül ve saplantılı ruhunun kaynağı gibi temel bir konuda romandan farklılaşan film korku ve gerilim türlerinden hoşlananların zevk alacağı; hikâyenin ana kötü karakterinin bir araba olmasından çok, diğer karakterlerin resmedilme şeklinden kaynaklanan bir gerçekçilik problemi olan ve bu nedenle zaman zaman saçma da görünen ama eğlendirmeyi de kesinlikle başaran bir çalışma.

Film 1957 yılında bir otomotiv fabrikasının üretim hattından görüntülerle başlıyor. Hattaki diğer tüm arabaların aynı olan renginden farklı bir renk taşıyan kırmızı arabayı ilk kez orada görüyoruz. Araba ilk cinayet teşebbüsünü gerçekleştiriyor ve ilk cinayetini de bu açılış sahnesinde işliyor. Romanda arabanın kötü ruhunu şeytan ruhlu bir sahibinden aldığını söylenirken, film bu konuda ayrışıyor romandan ve arabanın kötü ruhu ile birlikte doğduğunu öne sürüyor. Bu değişiklik açıkçası pek de doğru olmamış gibi görünüyor ve romandaki “mantıklı” açıklama burada yerini gerçekçilik sıkıntısı olan bir izaha bırakıyor. ABD’de 1982 ile 1986 arasında yayımlanan “Knight Rider” (bizde gösterildiği adıyla “Kara Şimşek”) dizisindeki araç, sürücüsünün (ve sahibinin) dostu olurken; burada Christine adındaki araba, sürücüsünün aşığı, hem de epey tutkulu ve sahiplenici bir aşığı oluyor. Çift taraflı bu aşk genç adama özgüven kazandırırken, onu bir yandan da kibirli ve öfkeli birisine dönüştürüyor. Bu hikâye elbette gerçekçilik açısından bir iddia taşımıyor ama sonuç bu alandaki asgarî beklentiyi de karşılayamıyor.

1978’de geçen hikâyede, aracın sahibi olan Arnie (Keith Gordon) ile en yakın arkadaşı ve onu geçmişte hep korumuş olan Dennis (John Stockwell) arasındaki ilişkinin, araç ilkinin hayatına girdikten sonra anlamını ve gerekçesini ytirmesine ve bu ilişkiyi besleyecek hiçbir kaynak kalmamasına rağmen sürmesini anlamak pek mümkün değil açıkçası. Arnie’nin -izah edilemez bir şekilde birdenbire hayatına giren- kız arkadaşı Leigh (Alexandra Paul) ile olan ilişkisi de benzer şekilde pek inandırıcı değil. Hikâye boyunca bu karakterlerin gerek kendisi gerekse davranış ve düşünce biçimleri açıklama gerektirecek tutarsızlıkta. Senaryodan kaynaklanan tüm bu problemler, “kötü ruhlu araba” gibi cüretkâr bir tercihi olan hikâyede bu tercihin dengelenmesi gerekirken, tam aksi yönde ilerlenmesinin sonucu ve filme önemli ölçüde zarar veriyor.

Stephen King’in romanı Amerikan toplumundaki mülkiyetçi yaklaşımı ve genel olarak da tüketim toplumunu eleştiren bir eser. Arabanın kutsal bir değere sahip olduğu bu toplumun bireylerinin eleştirisi olan romanda arabanın bir kadın adı taşıması da, reklâm sektörünün satış ve pazarlamada cinselliğe sık sık başvurmasının (ürüne sahip olmak ile kadına sahip olmayı özdeşleştirmesinin örneğin) ve erkeklere arabaları pazarlarken kadın cinselliğini kullanmasının (otomotiv fuarlarında araçların üzerinde şuh bir şekilde poz veren kadın mankenleri düşünün) bir sembolü oarak değerlendirilebilir. Filmde Arnie’nin düşmanlarının ona güç ve özgüven kaynağı olan arabaya saldırmalarını da bu kapsamda bir tecavüz sahnesi olarak görmek mümkün; adamların aldıkları zevki yüzlerinde rahatça görebileceğimiz bu sahne nerede ise bir karı-koca ilişkisinin taraflarından birine (otomobile, ailenin taraflarından biri olan kadına, bir başka ifade ile söylersek) saldırı olarak yerleştirilmiş hikâyeye.

Öldürülemeyen, yok edilemeyen bir araba ve ona sahip olarak kibirli bir güce ulaşan bir karakter var karşımızda. Film, yukarıda belirtilen önemli problemlere sahip olsa da bu iki karakterin yaşadıklarını ve yaşattıklarını eğlenceli bir biçimde anlatmayı başarıyor. Bu eğlence zaman zaman istemeden bir komik havaya da bürünüyor olsa da, kendisini seyrettirmeyi başarıyor film. Elbette Steven Spielberg’in 1971 tarihlli TV filmi “Duel”deki kamyon kadar sağlam bir karakter değil Christine ve Carpenter’ın buradaki yönetmenliği Spielberg’in ustalığının epey gerisinde. Yine de ilginç hikâyesi, Christine’in kendi kendini onarması ve adeta yeniden yaratması başta olmak üzere etkileyici ve başarılı sahneleri, heyecan ve gerilimini tamamen efektlere dayandırmayan doğallığı, “1957 doğumlu” Christine’in favorisi rock’n roll şarkıları ve belki de en önemli unsur olarak hikâyenin satın aldığımız/tükettiğimiz metaların tutsağı olduğumuzu hatırlatması ile ilgiyi hak ediyor bu film.

(“Katil Otomobil”)

They Live – John Carpenter (1988)

“Seni aldatmak için dillerini kullanıyorlar. Zehir dudaklarının üzerinde. Ağızları acı ve lanetlerle dolu. Bu değişimde sefalet ve harap olmaktan başka bir şey yok. Onların gözlerinde Tanrı korkusundan eser yok. Liderlerimizin kalplerini ve beyinlerini kazandılar. Zengini ve güçlüyü yanlarına aldılar. Gerçeği görmememiz için bizi kör ettiler. İnsan ruhu baştan çıkarıldı. Neden açgözlülüğe tapınıyoruz? Çünkü görüş sınırlarımızın dışında bizi onlar besliyor. En yüksektekilere kadar, doğumdan ölüme kadar onlar bizim sahibimiz. Sahibimiz! Bize sahipler. Bizi kontrol ediyorlar. Onlar bizim efendilerimiz. Uyanın, onları hepsi yanınızda, etrafınızda!”

İnsan görünümüne bürünerek dünyayı kolonileştirmeye soyunan uzaylılarla savaşan bir adamın hikâyesi.

Ray Nelson’ın 1963 tarihli “Eight O’Clock in the Morning” adlı kısa hikâyesinden uyarlanan bir ABD yapımı. John Carpenter’ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği çalışma zamanında belirli bir ilgi görse de, kült statüsüne sonradan ulaşan bir bilim kurgu ve korku filmi. Uzaylıların etkileyici tasarımları dışında pek efekt kullanmayan film türünün düzeyli örneklerinden biri ama gereksiz uzatılmış bir kavga sahnesi ve yine hiç gerekmediği halde sık sık bir aksiyon filmi olmaya soyunması ile bir klasik olacak noktaya da erişemiyor. Başroldeki Roddy Piper’ın (bizde “Amerikan Güreşi” adı ile bilinen tuhaf “spor”un önemli isimlerinden biri kendisi) filmin havasına uygun olsa da donuk bir performans sergilediği film hikâyesi ile Ronald Reagan dönemini ve kapitalizmi eleştirmesi ile dikkat çeken ve kusurlarına rağmen bir derdi olması ve bunu geniş kitlelere aktarabilmesi ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

Etrafında olan biten tuhaf olaylardan işkillenen bir adam araştırmaları sırasında bulduğu bir güneş gözlüğünü taktığında korkunç bir gerçeği keşfeder: Uzaylılar aramızda yaşamaktadır ve özellikle reklamlar üzerinden verdikleri bilinçaltı (subliminal) mesajlar aracılığı ile dünyamızı sömürgelerine dönüştürmüşlerdir. Ray Nelson’ın daha sonra Bill Wray ile birlikte bir çizgi romana da dönüştürdüğü hikâyesinin ana teması John G. Ballard’ın 1961 tarihli “The Subliminal Man” adlı kısa hikâyesi ile yakın benzerlikler taşıyor, insanların daha fazla tüketmesi, bir başka ifade ile söylersek sadece tüketici olarak konumlandırılmaları üzerinden. “İtaat et”, “Evlen ve çoğal”, “Tüket”, “Satın al”, “TV izle”, “Bağımsız düşünce yok”, “Boyun eğ” ve bir dolar banknotunun üzerinde yazan “Bu senin tanrın” gibi ifadeler veya trafik ışıklarından duyulan “Uyu, uyu, uyu” sesleri insanların bilinçaltına sızmakta ve onları sadece tüketen ve hiç düşünmeyen insanlara dönüştürmektedir. Kahramanımız dünyamızı bu şekilde ele geçiren ve kendi kolonileri olarak kullanan uzaylılara karşı savaşan bir grupla karşılaşır tesadüfen ve sonra da yanına aldığı bir başka adam ile birlikte onlara karşı savaşa girişir dünyayı kurtarmak için.

ABD’deki cumhuriyetçiler sonraları filmdeki uzaylıların dünya sermayesini eline geçirmiş olan yahudilerin sembolü olduğunu söylese de John Carpenter bunu şiddetle ret ediyor ve dünyayı bir koloniye çeviren uzaylılar üzerinden kapitalizm eleştirisi yaptığını söylüyor filminin. Sırtındaki uyku tulumu ve sırt çantası ile iş arayan ve iş bulma kurumunda -daha önce de aldığını anladığımız- “Sana göre iş yok şu anda” cevabı ile karşılaşan adamın durumu veya onun bir inşaat işçisi ile sohbetleri de Carpenter’ın söylemini destekliyor. Fabrikaların kapandığı, insanların işsiz olduğu bir dönemdeyiz ve insanların bir birey olarak değeri ve önemi ne kadar tüketebildiği ile ölçülüyor. Kahramanımız sıradan bir Amerikan vatandaşı, kendi işsizliğine karşın, “Amerika’ya inanıyorum. Kurallara uyuyorum” düşüncesine sahip ve bu iyimserliği ile ülkesi ve sistemi ile ilgili bir şikâyeti de bulunmuyor. Tanıştığı bir inşaat işçisinin düzenle ilgili şikâyetlerini ve “Altın kural: Altını olan kuralı koyar” sözlerini de gülümseme ile geçiştiriyor. Filmin bu sıradan vatansever Amerikalıyı hikâyenin kahramanı yapması doğru bir tercih çünkü bu tercih bir bakıma sıradan insanların gözünün açılmasının sembolü ve bir umudun da işareti oluyor. Uzaylıların dünyayı “kendi üçüncü dünyaları” olarak görmelerini de emperyalizme gönderme yapılan bir sistem eleştirisi olarak değerlendirmeliyiz kuşkusuz.

Çalışmalarının çoğunda olduğu gibi Carpenter’ın burada da müziklerine -Alan Howarth ile birlikte- imza attığı film güçlü, cesur ve esprili bir kahraman getiriyor karşımıza ama adamın bu aksiyon kahramanlığının kökeni ile ilgili bir bilgi vermiyor film. Sıradan bir adam dünyayı kurtarırken mi bu savaşın cesur bir kahramanına dönüşüyor yoksa geçmişinde bu cesaretini destekleyecek bir unsur var mıydı? Öylesine değinilen “geçmişteki baba travması” ise durumu karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Film kahramanımızın parmağındaki evlilik yüzüğünü de açıklamıyor çünkü ortada bu yüzüğü destekleyecek bir gerekçe de yok (o sıralarda evli olan oyuncu Roddy Piper’ın çekimler sırasında yüzüğünü çıkarmayı ret etmesi neden olmuş bu duruma ama bu, filmin bir açıklama bulmayı hiç dert etmemesini izah edemiyor elbette).

Fimin bugün -nedense- bir kült olan dövüş sahnesi en dikkat çeken anlarından biri ama beş dakikayı aşan bu sahnenin sinema veya an azından hikâye açısından bir değeri olduğunu söylemek pek olası değil. Roddy Piper ve uzaylılara karşı savaşında partneri olan Keith David’in bayağı ciddi ciddi dövüştükleri bu sahne başta çok kısa düşünülmüş olsa da Piper’ın ısrarı ve Carpenter’ın da sonucu çok beğenmesi üzerine bu denli uzun tutulmuş ve bugün kimileri için epery eğlenceli olmuş. Kavganın bu kadar uzun sürmesinin nedeni olarak gösterilen, kahramanımızın arkadaşına “gözlüğü bir kez olsun takması ve gerçeği görmesi” çağrısının neden karşılık bulmadığını ise hiç de ikna edici bir biçimde yanıtlamıyor senaryo. Dünyayı kolonileştiren uzaylılar ve onlara para ve güç uğruna katılan gönüllü dünyalıları anlatarak “emperyalistlere ve onların gönüllü hüzmetkârları”na göndermede bulunan filmin gerçekçiliği göz ardı ettiği bir diğer sahne ise sonlara doğru karşımıza çıkan “yer altındaki tur” sahnesi. Hayli zorlama görünen bu “açıklama” sahnesinin yerine sinema havasını taşıyan bir başka çözüm bulmalıymış John Carpenter.

Filmin özellikle ikinci yarısında 1980’lerin tipik aksiyon filmlerini hatırlatan bir havaya bürünmesi doğru bir seçim olmamış ve hikâyenin içeriğine de zarar vermiş açıkçası. Oyunculukların vasat bir düzeyde kalması filmin dikkat çeken bir diğer problemi. O ünlü beş dakikalık kavga sahnesi için belki iki baş oyuncu (Piper ve Ketih) doğru seçim olmuşlar ama aksiyon sahneleri dışında pek de başarılı değiller ne yazık ki. Göndermeleri ile televizyonun uyuşturucu ve reklâmcılığın manipülatif doğasını gündemine alan bu film kusurlarına rağmen ve bugün bir kült olmasından bağımsız olarak, görülmesi gerekli ilginç bir çalışma yine de.

(“Yaşıyorlar”)