The Day of the Locust – John Schlesinger (1975)

“Seni üzmeme izin verme. Çok iyi ve akıllı birisin; ama ben sadece zengin bir erkeğin beni sevmesine izin verebilirim. Sadece aşırı yakışıklı birini sevebilirim. Lütfen anlamaya çalış, ben böyleyim. Üzgünüm”

1930’lu yıllarda ünlü olmaya çalışan bir kadın figüran ve bir sanat yönetmeninin çakışan yaşamları üzerinden anlatılan bir “Hollywood’un gerçek yüzü” hikâyesi.

1975 yılında gösterime girdiğinde seyirciden pek ilgi görmeyen bu film Nathanael West’in 1939 tarihli ve aynı isimli romanından uyarlanmış. Senaryosunu Waldo Salt’ın yazdığı filmin yönetmeni İngiliz John Schlesinger. Görüntü ve Yardımcı Erkek Oyuncu dallarında Oscar’a aday olan film seyirci ilgisizliğinin yanında eleştirmenlerden de yeterince ilgi görmemiş zamanında. “Korku filmi olmayan bir korku filmi” olarak tanımlanan film finaldeki görkemli kaosuna kadar, Hollywood’da başarılı olmaya çalışanların hikâyesi havasında ilerliyor daha çok ve ünü ve ünlü olmayı satan Hollywood’un çekici tuzağına kapılanların öyküsü gibi görünüyor. Buna karşılık, film seyirciyi yavaş yavaş finaline doğru ustaca hazırlıyor aslında; ama defalarca görülmüş bir “yıldız olmaya çalışan kadının trajedisi” hikâyesinin uzun süre öne çıkması filmin gücünü azaltıyor. Conrad Hall’un çarpıcı görüntü çalışmasının önemli bir avantaj sağladığı film kesinlikle daha yakın bir ilgiyi ve gösterilenin arkasındakileri görmeyi hak eden ve finalinin de kanıtladığı gibi çok farklı bir çalışma. Hollywood’un ve geniş kitleleri “oyalayarak” varlığını sürdüren ve yükselen tüm diğerlerinin sert bir eleştirisi bu ve dikkatli bir bakışla ele alınması gerekiyor.

Hikâye İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde geçiyor. Sinemanın halkın hayatına bir çılgınlık derecesinde hâkim olduğu, yıldızların ulaşılamaz bir kutsallığa büründüğü bir dönemdeyiz. Filmlerin galalarının çılgınlık derecesine varan düzeyde ilgi gördüğü bu dönemde Faye (Karen Black) figüranlıktan öteye gidemeyen, bir zamanlar tiyatro oyuncusu olup şimdi gezgin satıcılık yapan alkolik babası ile birlikte yaşayan bir genç kadın; Tod (William Atherton) ise filmlerin sanat yönetmenliğinde çalışan genç ve yetenekli bir erkek. Tod’un Faye’in yaşadığı “bungalow court”a (aynı avluya bakan bungalovların bir arada olduğu yerlere verilen ad bu ve 1930’lu yıllarda oldukça yaygınmış ABD’de) taşınması ile tanışıyorlar. Kadının sadece güvenilir bir arkadaş olarak görmeyi tercih ettiği genç adam Faye’e âşık olur ve hikâye her ikisinin yaşadıkları üzerinden 1930’ların Hollywood’unun eleştirisine dönüşür.

Daha açılış sahnesinden başlayarak görüntü yönetmeni Conrad Hall’un Oscar’a aday olan çalışması kendisini gösteriyor: Emlakçının gezdirdiği dairesine bakan Tod’un gözü avludaki bahçeye takılır. Bir kadın fıskiyenin yanında yere oturmuş, ayak parmaklarını boyamaktadır. Bu sahnede olduğu gibi, güneşin parlaklığını ve nesneler üzerindeki yansımasını kullanan Hall hikâye boyunca farklı filtreler aracılığı ile adeta Hollywood’un parıltılı dünyasını hatırlatıyor seyirciye. Yeşilçam’ın şarkıcılı filmlerinde kabaca kullanılan bu parıltılı hava orada o dünyanın şıklığını vurgulamak için tercih edilirken, burada Hall o parıltının sahteliğini ve yapaylığını anlatmak için başvuruyor bu seçime. Bir yakın plan yüz çekiminde Karen Black’in göz bebeklerindeki parıltıyı görebiliyorsunuz örneğin; ama bu çekim bazen oldukça trajik bir sahnede de çıkıyor karşımıza. Böylece Schlesinger ve Hall’un bu görsel tercihi karşımızdaki dünyanın seyirci (tüketici) için özellikle parlatılmış bir sahtelikten ibaret olduğunu çekici bir şekilde belirtmiş oluyor. Bu sahtelik kendisini, Tod’un çekimlerinde görev aldığı filmlerin görkemli setlerinde de gösteriyor: Waterloo Savaşı’nı anlatan bir film için iskeleler üzerinde oluşturulan çayırlık örneğin, çekimler sırasında yaşanan trajik olayın da güçlü katkısı ile sinemanın “yalan dünya”sının tipik bir sembolü oluyor. Kendisi de oldukça etkileyici olan set, Hollywood’un gerçeği kendine göre yeniden yaratması ve tanımlamasının çarpıcı bir örneği.

Hikâyedeki romantizm, daha doğrusu ilişkiler iki farklı örnekle çıkıyor karşımıza: Homer (Donald Sutherland) adındaki tuhaf bir karakter ile Faye arasındaki ve Faye ile Tod arasındaki. İlki filmin ruhuna ne kadar uygunsa ve hikâyeyi besliyorsa, ikincisi o derece aksıyor ne yazık ki. Bir entelektüel olan Tod’un Faye’e karşı hissettikleri inandırıcı değil ve daha ilk sahnelerinde “Isn’t It Romantic” şarkısı eşliğindeki araba gezisi oldukça zorlama görünüyor. Bu bağlamda hikâyenin Tod karakterini konumlandırması da bir parça sorunlu. İçine girdiği dünyanın kötülüğünü ve pisliğini pek çok örneği ile görüyor genç adam ve zaman zaman eleştiriyor da açıkça bunu ama hevesli bir parçası olmaya da devam ediyor o dünyanın. Bunu o karakteri eleştirmek için kullandığını hissettirmiyor film, eğer amacı gerçekten bu ise. Bunun yerine karakteri sadece bizi o dünyanın içinde gezdirmek için kullanıyor gibi görünüyor. Yıldız olma heveslisi genç kadınların kendilerini fuhuş dünyasının parçası olarak bulabildikleri, toplu olarak porno film seyretmek için partilerin düzenlendiği, sette meydana gelen kazanın sorumluluklarının üzerinin örtüldüğü ve yıldız oyuncular aracılığı ile kitleleri uyutan bu dünyanın içinde Tod’un konumunun adını nedense bir türlü tam koymuyor film. Örneğin etik ve ahlâk anlayışı genç adamın içeriğinin ne olduğunu bildiği partilere gitmesine engel olmazken, bir yandan set kazası ile ilgili cüretkâr bir çıkışta da bulunabiliyor.

Hikâyenin bazı unsurlarının varlığı da tartışmalı: Örneğin gerçek bir karakterden esinlenen ve hastaları, sakatları ve yaşlıları dua ile mucizevî bir biçimde iyileştiren vaiz karakteri çekici ve eğlenceli anların karşımıza gelmesini sağlıyor ama tüm öykü içinde nereye oturtabileceğimizi bulmak zor. Homer’ın karakterini açıklayıcı özelliği ile ilginç ve Faye’in babasının “son performans”ı olarak sembolik değeri yüksek olan bu kilise sahnesini belki de Hollywood’un sahteliğinin bir başka alandaki karşılığı olarak görmek ve değerlendirmek gerekiyor. Aslında bu ve Homer karakteri gibi benzeri tartışmalı yanları genel olarak sinema dili için de geçerli filmin. Schlesinger Amerikan sineması ile Avrupa sineması arasında gidip gelmiş görünüyor filmde; bu durumu ille de olumsuz bir puan olarak görmemek gerekiyor; çünkü yönetmen bu şekilde iki sinemanın da çekici yanlarını katabilmiş filmine. Günümüzde anaakım bir sinema filminde asla müsaade edilmeyecek horoz dövüşü sahneleri ise yanlış ve rahatsız edici bir seçim.

Bir çocuğun (annesinin filmlerde oynatmaya çalıştığı bu çocuğun epey sinir bozucu olduğunu söylemek gerekiyor!) Homer’i rahatsız etmesi ile başlayan ve “The Buccaneer” (Kara Korsan – Cecil B. DeMille, 1938) filminin galasının görkemli kaosunun bir kıyamete dönüştüğü final sahnesi ile, başından beri yavaş yavaş hissettirdiği korku türüne sert bir geçiş yapan filmin bu bölümü ustalıkla çekilmiş sahnelerle dolu. Başarılamasa kolayca absürtlüğe kayabilecek bu final filme çok etkileyici ve parlak bir kapanış sağlıyor ve Schlesinger’ın takdiri hak etmesinin temel nedenlerinden de biri oluyor. Dönemin şarkılarından oluşan sağlam bir soundtrack’i olan ve John Barry imzalı orijinal müziğinin de hikâyeye uygunluğu ile dikkati çeken filmde Lübnan asıllı Amerikalı müzisyen Paul Jabbara’nın “Hot Voodoo” şarkısını seslendirdiği sahne de çok başarılı. Josef Von Sternberg’in 1932 tarihli “Blonde Venus” (Sarışın Venüs) filmi için yazılan ve orada Marlene Dietrich’in seslendirdiği şarkıda 44 yaşındayken AIDS’ten hayatını kaybeden Jabbara güçlü bir performans sunarken, karakteri ile de Schlesinger’ın anlattığı Hollywood tekinsizliğini destekliyor. Filmin oyunculuk açısından en başarılı ismi Oscar’a aday olan Burgess Meredith kuşkusuz. Alkolik, kalbi tekleyen ve oyunculuk hayalleri geride kalmış adam rolünde vurgulu, eğlenceli ve gücünü hep gösteren bir oyunculuk sunuyor Meredith. Başta Karen Black ve zor bir roldeki Donald Sutherland (Homer karakterini absürtlüğüne rağmen gerçek kılabilmek kolay bir iş olmasa gerek) olmak üzere diğer oyuncuların da üzerlerine düşeni yaptığı film Hollywood’un ve onun temsilcilerinden biri olduğu “Amerikan Rüyası”nın gerçek yüzünü karşımıza getirmesi ve bu rüyayı gerçekleştiren birkaç kişinin yanında binlercesinin öğütülüp bir kenara atıldığını göstermesi ile de önem taşıyor. Kusurları var, evet; ama yine de epikten korkuya romantizmden gizeme farklı duraklara uğrayan film harcanan bu küçük insanların (filmin adındaki ifade ile “çekirgeler”in) bir gün “isyan” edebileceğini göstererek çok önemli bir iş başarıyor. Filmin hiçbir karakterini (Faye ve Tod da dahil olmak üzere) seyirci için çekici kılmayarak önemli bir risk aldığını ama hikâyenin ele aldığı mesele düşündüldüğünde bunun doğru bir seçim olduğunu da ekleyelim son bir not olarak.

(“Çekirgenin Günü”)

(Visited 46 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir