“Oğlum Sebastian ve ben günlerimizi inşa ederdik. Her bir günü bir heykel yapar gibi oyardık, günlerin izini arkamızda bir heykel galerisi gibi bırakarak… ta ki geçen yaz birdenbire…”
Tek çocuğu tatilde ölen zengin bir dul kadın, ölüm sırasında tatilde onun yanında olan ve tanık oldukları nedeni ile travma geçiren kuzeni genç kadın ve onu beyin ameliyatı yaparak iyileştirmesi için çağrılan doktorun hikâyesi.
Senaryosunu Tennessee Williams’ın aynı adlı oyunundan Williams ve Gore Vidal’ın yazdığı, Joseph L. Mankiewicz’in yönettiği bir klasik. Sadece yönetmen ve senarist koltuklarında değil, oyuncu kadrosunda da güçlü isimler var bu filmin: Zengin dulu oynayan Katharine Hepburn, doktor rolündeki Montgomery Clift ve genç kadını oynayan Elizabeth Taylor. Hepburn ve Taylor’ın Oscar’a aday olduğu film, sanat yönetmenliği dalında da aynı ödüle aday gösterilmişti. İlginç bir şekilde Williams, Vidal ve Mankiewicz’in üçü de ortaya çıkan film ve/veya kaynağı olan oyunla ilgili ciddi serzenişlerde bulunmuşlar ve çekimler de sorunlu geçmiş. Sonuç ise kesinlikle ilginç, tuhaf (hem iyi hem kötü anlamda), Hollywood kalıpları içinde kalan ama o kalıpların epey dışında bir şeyler anlatan ve ilgiye kesinlikle değen bir yapım. Senaryonun verdiği imkânları bolca kullanan Taylor ve Hepburn’ün birer oyunculuk gösterisi sergilediği film, orijinal oyunun içeriğinden epey farklılıklar taşısa da ve genellikle “uzun ve az sayıda sahne” ile çekilmiş olması nedeni ile yeterince sinema havasına bürünemese de hikâyenin “gücü” ve oyuncuların performansı bunu unutturuyor çoğunlukla.
İki baş kadın oyuncusunun (ve onlarla birlikte, genç kadının annesini oynayan Mercedes McCambridge’in de) döktürdüğü bir film bu. Tutku ile bağlı olduğu oğlunu yitirmiş olmanın trajik acısını taşıyan ve onun ölümü ile ilgili tuhaf bir hikâye anlatan genç kadının delirdiği için “tedavi edilmesini” isteyen dul kadın rolünde Katharine Hepburn ve anlattığı hikâyeyi hatırlamak istemeyecek kadar travmatik bir olayın tanığı olan genç kadın rolündeki Elizabeth Taylor klasik Hollywood oyunculuğunun güçlü izlerini getiriyorlar karşımıza hikâye boyunca. Senaryonun -adeta onların oyunculuk gösterisine imkân verecek şekilde düşünülmüş- kurgusu da çok yardımcı oluyor iki oyuncuya: Tennessee Williams’ın, adının jenerikte sadece kaynak oyunun yazarı olarak değil, senaristlerden biri olarak da geçmesine rağmen herhangi bir katkısının olmadığını söylediği hikâyede uzun tutulmuş sahneler yer alıyor ve oyuncuların, bazıları uzun süreli tek çekimle gerçekleştirilmiş bu sahnelerde sıkı bir performans göstermeleri gerekiyor ve bu gereklilik doğal olarak güçlü oyuncular için de bir fırsat oluyor. İşte bu fırsatı iki oyuncu da çok iyi değerlendirmişler. Örneğin Taylor final sahnesinde hikâyeyi herkese anlatırken adeta Oscar ödülü için bağırıyor! Sahnenin sonunda gözyaşlarına boğulan oyuncu bu performansı sırasında -kendi ifadesine göre- bir süre önce kaybettiği eşinin acısını düşünerek oynamış ve ortaya gerçekten de “Oscarlık” bir performans çıkmış. Sinema tarihinin en güçlü oyuncularından biri olan Hepburn de benzer bir başarı gösteriyor filmde ve içinde fırtınalar kopan “güçlü” kadının davranışlarını ve duygularını vücut diline ve mimiklerine de yansıttığı, olağanüstü detaylı bir şekilde getiriyor karşımıza.
Taylor ve Hepburn’e eşlik eden Montgomery Clift ise ikilinin gölgesinde kalıyor bir parça. Bunun bir nedeni elbette senaryo; çünkü senaryo, onca sahnesine rağmen doktor karakterini daha çok gerçeklerin ve diğer karakterlerin duygularının ortaya çıkması için aracı olarak (bir çeşit katalizör de diyebiliriz) kullanıyor. Buna ek olarak, Clift’in o dönemdeki alkol ve uyuşturucu sorununun neden olduğu rahatsızlığı ve bunun sonucu olarak oyununa da yansıyan bitkinliği de var dikkat çeken bir şekilde. Belki onun her zamanki kırılgan (çekici bir kırılganlık olmuştur bu her zaman) performansı ile birleştiğinde bu yorgunluğun bir avantaja dönüştüğü bile söylenebilir ama adeta yaylanarak yürüyen oyuncu sonuç olarak iki kadın oyuncunun gerisinde kalıyor rolünde. Clift filmdeki rolünü Elizabeth Taylor’ın yapımcılara ısrarı ve diretmesi üzerine alabilmiş ve çekimler sırasında yapımcı Sam Spiegel ve yönetmen Mankiewicz oyuncuya o denli kötü davranmış ki bundan çok rahatsız olan Hepburn son çekilen sahnesinden sonra Mankiewicz’in yüzüne tükürerek seti terk etmiş!
Williams’ın senaryonun oyundan “midesini bulandıracak kadar uzaklaşması”ndan rahatsızlığını ifade ettiği, Mankiewicz’in filme kaynak olan oyunun kötü kurgusundan şikayet ettiği ve Vidal’ın da finali değiştirmesi nedeni ile Mankiewicz’e öfkelendiği filmden rahatsız olan bir isim daha var: Filmin müziğini yapan Malcolm Arnold. Besteci hikâyeyi o denli rahatsız edici bulmuş ki ana temayı besteledikten sonra filmden çekilmiş ve yerini bir başka besteci, Buxton Orr almış. Peki nedir hikâyedeki bu rahatsız edici öğeler diye sorarsak, ilk cevap filmde hiç yüzü görünmeyen, trajik sonuna tanık olduğumuz sahnede sadece sırtından görebildiğimiz ama hikâyenin odağında yer alan Sebastian karakterinin eşçinsel olması ve buna “yamyamlık” temasını eklememiz gerekiyor ardından. Dönemin sansür kuralları nedeni ile Sebastian’ın eşcinselliği adı ile hiç söylenmiyor ama çok açık bir durum bu ve filmin senaryosunun sansürden geçebilmesinin nedeni de temel olarak filmin eşcinselliğin “sefilliğini ve olumsuz sonucunu” göstermesi olmuş söylenene göre. İspanya’daki sahnelerde Sebastian’ın “arkadaş” edinebilmek ve genç erkeklere yaklaşabilmek için yaptıklarını yönetmen Mankiewicz etkileyici bir şekilde anlatmış, filmin pek çok bölümünde aynı katkıyı göstermemiş olsa da. Hikâyenin gerilimine ciddi bir katkı sağlayan bu bölümlere ek olarak, senaryodaki (ve aslında oyundaki) kimi diyaloglar da tedirgin havanın sürekli olarak canlı kalmasını sağlıyor. Örneğin Hepburn’ün, yumurtalarından çıkıp denize ulaşmaya çalışan yavru kaplumbağaların ve onların peşindeki vahşi kuşların hikâyesini anlattığı anlar oyuncunun da müthiş performansı ile adeta bir korku filmi sahnesini andırıyor. Taylor’ın akıl hastanesinde yanlışlıkla girdiği erkekler koğuşunda yaşadıkları ve elbette Sebastian’ın sonuna tanık olduğumuz “yamyamlık” sahnesi de yine bu gerilim/korku havasını destekliyor filmin.
Senaryonun gerçeklerin adını malum nedenlerle koyamamasından kaynaklanan ciddi problemleri olan film (örneğin İspanya’da olan şeyin sadece genç erkeklerin ve çocukların “açlığı” ile izah edilemeyeceği açık), zaman zaman tüm o klasik Hollywood kalıpları içinde kalmaya çalışması nedeni ile absürt bir görüntü de veriyor. Bu, beraberinde doğal olarak, bir zıtlık da yaratıyor kendisini özellikle oyuncuların performansı ve filmin mizanseni üzerinden gösteren. Bu nedenle arada şu hisse kapılıyorsunuz: “Bir B Filmi için yola çıkılmış ama ana akım sinemanın kuralları ile ilerlenmiş.” Kimileri epey başarılı yazılmış, oldukça bol diyaloglu bu filme zaman zaman yakışan zaman zamansa sırıtan bir ucuzluk havası katmış bu çelişki ama belki de filmin özellikle de zamanında eleştirmenler nezdinde pek tutulmamasına neden olmuş. Başta Sebastian’ın bahçesi olmak üzere set tasarımlarının dikkat çektiği film, odağındaki bu karakter üzerinden özellikle eşcinsel ağırlıklı bir okumayı da hak ediyor. Michael D. Klemm’in 2008 tarihli yazısı (http://www.cinemaqueer.com/review%20pages%202/suddenlylastsummer.html) başta lobotomi olmak üzere, filmin pek çok unsurunu Clift, Williams ve Vidal’ın eşcinselliğini de dikkate alan bir şekilde ilgi çekici bir biçimde inceliyor. Başta oyunculukları olmak üzere her öğesi ile yoğun, tuhaf bir film bu ve sesli çekilmiş bir sessiz film gibi olması ile de ilgiyi hak ediyor kesinlikle. Görülmeli!
(“Bir Yaz Tatili”)