Casino Royale – Martin Campbell (2006)

“Egon yüzünden kaybettin, aynı egon yüzünden de bunu kaldıramıyorsun”

“Öldürme yetkisi”ni alan James Bond’un ilk görevinde, teröristlerin bankerliğini yapan bir adamın peşine düşmesinin hikâyesi.

Şimdilik son Bond olan Daniel Craig’in bu rolde ilk kez karşımıza çıktığı film Ian Fleming’in aynı adı taşıyan ve ajanımızı anlatan ilk romanından uyarlanmış sinemaya. Neal Purvis, Robert Wade ve Paul Haggis tarafından yazılan senaryoyu beyazperdeye taşıyan isimse 1995 tarihli “GoldenEye – AltınGöz”den sonra ikinci ve şimdilik son kez bir Bond filminin yönetmenliğini üstlenen Martin Campbell. Fleming’in aynı romanı hayli serbest bir biçimde ve üstelik bir komedi olarak 1967 yılında da filme çekilmiş ve Bond rolünde David Niven yer almıştı. Sadece Craig’in ilk Bond filmi olarak değil, aynı zamanda seriyi yeniden çok popüler kılan çalışma olarak da bilinen eser, ustalıkla çekilmiş sahneleri, romantizmin çok iyi oturtulamadığı havasına rağmen hikâyesi ve Bond’u insan olarak da ele alması ile ilgiyi hak ediyor. Kimi sinemaseverler için serideki en iyi örneklerden biri olan filmde Craig’in oyunculuk performansı da ayrıca dikkat çekiyor.

Prag’da geçen bir siyah-beyaz sahne ile açılıyor film ve Bond’un “00” ajanları arasına alınmasını sağlayan “iki infaz gerçekleştirme” koşulunu karşılamasını anlatıyor bize. Bond filmlerinden alıştığımızdan daha sert bir sahne bu ve Craig’in karakterine nerede ise “hayvanî” bir sertlik kattığının da ilk göstergesi oluyor. Bu sahnenin bağlandığı, klasik “bir silah namlusunun içinden çekilen ve görüntüye sağdan giren Bond’un birden dönerek kameraya doğru ateş etmesi” sahnesinin modernleştirilmiş havası bize yeni bir Bond ile karşı karşıya olduğumuzu söylüyor sanki. Kimi görsel değişikliklerin yanısıra, belki de bu sahnedeki en önemli değişiklik bu kez Bond’u sırtından görürken birden dönüp bize ateş etmesi. Ardından Bond filmlerinde her zaman önemli bir unsur olan jenerik geliyor ve tasarımı üstlenen Daniel Kleinman çok başarılı çalışması ile bir yandan eskilere saygıyı ihmal etmeyen, bir yandan da yüksek estetiği ile göz dolduran modern bir sonuç koyuyor önümüze. “Bond’un aşık olmasını da anlatan hikâyenin ruhuna uymadığı için” jenerikte çıplak kadın siluetleri kullanma geleneğine uymayan Kleinman, ağırlığı Bond’a ve hikâyenin önemli bir unsuru olan kumar oyununa veriyor. Çok şık ve zarif bir jenerik çalışması bu ve yine siluetler eşliğinde rulet masası ve tabancanın namlusundan çıkan oyun kağıtları gibi animasyonlarla epey keyif sağlıyor seyircisine. Jeneriğe eşlik eden Chris Cornell şarkısı ise kendi başına çekici olmakla birlikte bir Bond şarkısı sınıfına sokulabilecek düzeyde gerilim ve güç içermiyor açıkçası.

Çekimleri Çek Cumuriyeti, Bahamalar, İngiltere ve İtalya’da gerçekleştirilen, hikâyesi ise Çek Cumhuriyeti, Uganda, Madagaskar, İngiltere, İtalya ve Karadağ’da geçen bu Bond Filmi de diğerleri gibi hayli iyi kotarılmış pek çok heyecanlı sahneye sahip. Örneğin başlarda yer alan Madagaskar bölümünde hayvanların dövüştürüldüğü bir açık alanda başlayıp bir elçilik binasının avlusunda sona eren ve arada bir binanın içinde ve bir inşaat alanında devam eden sahne özellikle inşaat vinçlerinin tepesinde geçen anları ile hayli başarılı teknik açıdan. Bond’un onlarca silahlı insanı atlattığı, hem zekâsını hem bedenini etkileyici biçimde kullandığı ve adeta bir Rambo filminden alınmışa benzeyen (ve bu bağlamda bir parça fazla ileri gidilmiş gibi görünen) bu bölüm dinamizmi ile göz alırken, Bond’un filmdeki aksiyon kahramanı özelliğinin de altını çiziyor. Tıpkı burada olduğu gibi bir parça uzatılmış (anlaşılan filmi yapanlar hem kendilerinin hem de seyircinin tadını çıkarmasını istemişler buradaki teknik becerinin) görünen havaalanındaki aksiyon sahnesi de göz kamaştırıyor. Tüm bu aksiyonun tam karşı tarafında ise hikâyenin “romantizm”i duruyor. Bond’un aşkının objesi olan kadınla birlikte olduğu sahneler bir yandan hikâyenin gücüne katkı sağlarken diğer yandan bir parça zorlama (veya ucuz) görünüyor. Örneğin diyaloglar iki karakterin ilk kez karşılaştıkları ve trende geçen sahnede hayli parlak yazılmış (sözler üzerinden karşılıklı güç gösterisi kesinlikle etkileyici ve Bond’un karşısına onunla eş düzeyde bir kadın karakteri koyması ile de önemli ayrıca; elbette bu eşitlik bir yere kadar geçerli, sonraki bir sahnede kadın Bond’a sığınmak durumunda kalıyor çünkü!); buna karşılık ikilinin hikâyenin ilerleyen anlarındaki diyalogları bu düzeyin oldukça altında kalıyor ilginç bir şekilde.

Bond’un bu kez poker ve içki konusundaki ustalığına (doğaçlama olarak ve bir anda tarif ettirip yaptırdığı bir kokteyl müthiş beğeni topluyor) tanık olduğumuz hikâyenin yukarıda da belirttiğimiz gibi sertliği dikkat çekici. Örneğin otelin merdivenlerindeki oldukça uzun süren dövüş sahnesi hayli sert ve vahşi bir Bond karakteri çiziyor. İçki ile zehirlenen Bond’un kalp krizi geçirdiği sahne de benzer bir sertliğe sahip görünürken, Venedik’teki çöken bina sahnesi başarılı CGI efektleri ile ilgi topluyor. Kuşkusuz sertlikten söz ettiğimizde, Bond’un kötü adamların eline geçtiğinde (bu da bir Bond geleneği kuşkusuz; bir şekilde en az bir kez kahramanımız ellerine düşer kötü adamların) uğradığı işkenceden bahsetmemek olmaz. Bu kötü muamelede ajanımıza oldukça “hassas” bir yerinden işkence yapılırken, kameranın gösterdiği kadarı bile etkiliyor seyredeni sertliği ile.

İlginç bir şekilde Bond’un hemen tüm görevlerinde başarısızlığa uğradığı bir hikâye anlatan film serinin önceki filmlerinde olduğu gibi Fleming’in farklı romanlarından (veya hikâyelerinden) parçaları bir araya getiriyor yine. Örneğin Bond’un pokerde yendiği rakibinden kazandığı Aston Martin’in anahtarını alması sahnesi bu filme kaynak olan “Casino Royale” romanında değil, “Goldfinger”da yer alıyor. Craig’in kendi Bond’unu yaratabilecek yetenekte olduğunu kanıtladığı filmde, Judi Dench, Vera Green, Mads Mikkelsen ve Giancarlo Giannini de rollerinin içini çok iyi dolduruyorlar ve bir Bond filminin olmazsa olmazı olan “Bond Kızı”, “kötü adam” ve “M”yi keyifle canlandırıyorlar hikâye boyunca. Elli yılı aşkın bir süredir sinema perdelerinde görünen bir kahramana nasıl yeni bir ruh verilebileceğinin ve bir serinin nasıl tazelenebileceğinin parlak bir örneği olarak bile görülmesi gerekli bir çalışma bu aslında. Sébastien Foucan’ın Madagaskar’da geçen bölümdeki “freerunning – serbest koşu” olarak bilinen “spor”un örneklerini sergilediği müthiş becerisi ve hayal kırıklığına uğradığı bir sahnede kendisine martinisini “çalkalanmış mı karıştırılmış mı” istediğini soran barmene “umurumda mı sence” demesi gibi büyüleyici anları ise filmin seyir zevkini arttıran “bonus”ları olarak görülmeli.

GoldenEye – Martin Campbell (1995)

“Beni sevmiyorsun, Bond, yöntemlerimi de. Sana göre ben bir muhasebeciyim, içgüdülerinden çok sayılara kafasını takan bir masabaşı çalışanı. Güzel; çünkü bence sen cinsiyetçi, kadın düşmanı bir dinozorsun, soğuk savaştan kalma bir andaç. Beni etkilemeyen caziben, anlaşılan seni değerlendirmesi için gönderdiğim o kadında işe yaramış!”

Bir nükleer uzay silahını kaçıranlara karşı dünyayı korumaya çalışan Bond’un hikâyesi.

Toplam dört kez sinemanın en tanınan ajanını oynayan Pierce Brosnan’ın ve bugüne kadar iki kez bu ajanın hikâyelerini yöneten Martin Campbell’ın ilk Bond filmleri. Ian Fleming’in herhangi bir roman veya hikâyesinden uyarlanmayan (ve ilham da almayan) ve bu anlamda orijinal olan bu ilk Bond filminin senaryosunu Michael France’ın hikâyesinden Jeffrey Caine ve Bruce Feirstein yazmış. Bond’un bir kez daha dünyayı yok olmanın eşiğindeyken kurtardığı film, seri içinde aksiyonu hikâyesinin önüne çıkanlarından. M rolünde ilk kez bir kadının yer aldığı ve Judi Dench’in de MI6’nın bu şefini ilk kez oynadığı yapımın bir başka ilki de bugüne kadar yedi Bond filminde üstlendiği görevin ilk örneği olarak jeneriklerinin Daniel Kleinman tarafından tasarlanmış olması. Yüksek bir gişe geliri getiren filmin tüm seri içinde en çekici olanlarından biri olmadığı açık ama aynı şekilde bir Bond filminden ne bekliyorsanız, zaman zaman fazlası ile üstelik, verdiği de rahatlıkla söylenebilir. Filmin temel orijinalliği ise değişen dünyada Bond’un yerini ve kendisini sorgulamaya açmış olması. Bu sorgulamadan ajanımız elbette yüzünün akı ile çıkıyor (iyi ki de çıkıyor ve böylece onu hâlâ sinemada izlemeye devam edebiliyoruz) ve varlığının gerekliliğini kanıtlıyor bir kez daha. Bir de elbette bu kez hikâyenin kötü adamının “00” serisinden bir ajan olmasının yarattığı yenilik var ki bu da hikâyeye keyif katıyor.

Hikâye boyunca tam 47 kişiyi öldürüyor Bond ve film bittikten sonra aklınızda en çok kalan görüntülerden biri bu nedenle, muhtemelen Bond’un “elinden” ölümünü bulan kötülere ait olanlar olacaktır. Ajanımız kimileri epey “inandırıcılık ötesi” olan sahnelerde göstermediği beceri bırakmazken, ortalığı tam anlamı ile temizliyor. Porto Riko, Monaco, İngiltere, Fransa, Rusya ve İsviçre’de çekilen ve SSCB’nin çökmesinden sonra çekilen ilk Bond filmi olmasının da etkisi ile politik göndermeleri dikkat çeken hikâyede Bond sadece fiziksel becerilerini göstermiyor elbette; kahramanımız yine soğukkanlılığını, en zor koşullar altında bile bizden esirgemediği mizah yeteneğini ve zekâsını film boyunca sergileyip duruyor. Sonsuz bilgisinin örneklerini de paylaşmayı ihmal etmiyor bizimle kuşkusuz: Bir arabanın plakasının sahteliğini anlayabiliyor bir bakışta; çünkü o yıl Paris’te yeni verilen plakaların numarasının ne olduğunu da biliyor ajanımız. Kısacası yine dört dörtlük bir Bond var karşımızda diyebiliriz ama film akıllıca bir tercihle onu kimi duygusal anların da parçası yaparak ek bir boyut da katıyor hikâyeye.

Kesinlikle etkileyici bir aksiyon sahnesi ile açılan film, Maurice Binder’dan görevi devralan Daniel Kleinman’ın ustasının stilini devam ettirdiği parlak bir açılış jeneriği ile devam ediyor. Sarı ve kırmızı renklerin ağırlıkta olduğu, çıplak kadın siluetlerinin, Lenin heykelleri ve büstlerinin, orak, çekiç, silah ve SSCB bayrağı görüntülerinin yer aldığı jenerik, Bond serisinin bu alandaki parlak örneklerinden biri. Bono ve The Edge tarafından bestelenen ve Tina Turner’ın seslendirdiği ve film ile aynı ismi taşıyan şarkıdan sonra hikâye, açılış sahnesinin dokuz yıl sonrasına gidiyor ve anlatmaya devam ediyor olan biteni. Her kadını kolayca baştan çıkarabilen Bond’un bunu pek çok kez gösterdiği hikâye içerik olarak çok etkileyici değil açıkçası ve bu açığını bir Bond filmi olmanın sağladığı doğal avantaj ve aksiyonu ile kapatıyor; bunu yaparken de uçmakta olan uçağın üzerine ajanımızı atlatmak gibi epey uç noktalara da gidiyor ve onu yine tek başına tümü silahlı pek çok adamla kapıştığı sahnelerin parçası yapıyor. Bu sahnelerin bir kısmı fazlası ile gerçeklik sorunu yaşıyor aslında ama sonuçta ajanımız ne de olsa 007 ve çok da şaşırmamız gerekmiyor belki de becerdiklerine.

Izabella Scorupco’nun canlandırdığı karakterin senaryodan kaynaklanan nedenlerle fazlası ile itici olduğunu ve hikâyeyi zedelediğini söylemek gerekiyor; özellikle o tuhaf seks ve kavga karışımı sahne ve kadının her kötülüğünde yüzünde beliren orgazm ifadesi çok yanlış bir seçim olmuş. Rus karakterlerin kendi aralarında nedense İngilizce konuşurken birdenbire “Nyet!” demeleri ise -eğer amaçlanan bu ise- pek komik değil kesinlikle. SSCB’nin henüz yeni yıkıldığı ve yeni Rusya’nın oluştuğu dönemde çekilen film, Lenin ve Stalin’in heykel ve büstleri, ortalığı kaplayan mafya benzeri örgütler, ihanetler ve serbest piyasa sözleri ile hikâyenin önemli bir bölümünün geçtiği yerin dönüşmekte/değişmekte olan bir ülke olduğunu söylüyor bize; ne var ki bu potansiyeli çok iyi değerlendirmiş görünmüyor senaryo. Buna karşılık iki farklı sahnede (birinde “M” ile, diğerinde “006” ile yüzleşiyor kahramanımız) senaryo, Bond’un yeni dünya düzenindeki yerini seyircide de benzer soruları üretecek şekilde sorguluyor ve hikâyeye farklı bir boyut katıyor. Bond rolünde ilk sınavını veren Pierce Brosnan, Sean Connery kadar karizmatik görünmüyor (diğer Bond oyuncularının da aşamadığı bir durum bu) ama değişen dünyaya uygun olarak onun “maço” yanlarını da nispeten üzerinden atmış görünüyor karakterinin ve sinemanın bu en ünlü ajanının hakkını veriyor. Bir eleştirmenin dediği gibi, kendinden önceki Bond oyuncularının her birinden izler taşırken (“Sean Connery’nin canlılığı, Roger Moore’un arsız mizahı ve Timothy Dalton’ın ciddi metanetini” diyor bu eleştirmen), Brosnan’ın kendi Bond’unu yaratmayı başardığı film –tüm Bond filmleri gibi- görülmeyi hak ediyor; Moskova sokaklarında geçen (ama aslında İngiltere’de stüdyoda çekilen) sahnede kullandığı tankı ile ortalığı yıkıp geçen Bond’un iyi kötü ayrımı yapmadan bir katliama neden olmasına rağmen üstelik.

(“AltınGöz”)

Criminal Law – Martin Campbell (1988)

“Canavarlarla savaşırken kendinizin de bir canavara dönüşmesinden sakının”

Beraat ettirdiği bir adamın suçlu olduğunu anlayan bir avukatın hikâyesi.

Friedrich Nietzsche’den alıntı ile açılan film pek de o kadar derinlere in(e)meden ve o sözün de hakkını veremeden adalet arayışındaki bir adamın intikam hikâyesine dönüşen ve en iyi anında orta karar seviyesine çıkabilen bir çalışma. İşini çok iyi yapan, adalet duygusundan çok kazanma hırsı ile hareket eden ve kazandığı davalardan sonra ifadenin her anlamı ile zafer sarhoşu olan avukatın kapıldığı intikam hırsı da ihmal ettiği adalet duygusundan dolayı duyduğu vicdan azabından çok kandırılmış olmaktan kaynaklanıyor gibi görünüyor.

Amerikan filmlerinin olmazsa olmazı duruşma sahneleri ile başlayan film, stres atmak için squash oynayan beyaz yakalılardan kahramanın akıl hocası yaşlı adamlara kadar pek çok klişenin peşinde geziniyor film boyunca. Avukatın gece vakti ve yağmur altında çağrıldığı ıssız bir parka neden gittiği, yeni tanıştığı bir kıza odasından çıkmaması ve kendini anlatabilmek için gösterdiği ve hani nerede ise erotik bir hava taşıyan sertliğin ne zaman ve nasıl oluştuğu gibi cevaplanamayacak kimi açıkları da barındıran senaryo da pek matah bir yerde durmuyor açıkçası. Filmin Reagan döneminin iyice muhafazakârlaştırdığı 1988 ABD’sinde çekildiği düşünülünce kötü adamımızın motivasyonunun kürtaj olması da döneme gayet uygun bir tutucu yaklaşım gibi görünüyor. Kahramanımızın ve kız arkadaşının daha doğru ve garantili yollar varken iki amatör dedektif olmaya soyunması da senaryo aksini söylemeye çalışsa da pek inandırıcı değil.

Paranın satın alabileceği en iyi avukat olma hedefi ile yaşayan bir adamın kötü adamın peşine intikam duygusu ile düşmesi gibi bir hikâye yerine, kahramanımız adalet mekanizmasının doğru işleyişi ve en kutsal haklardan biri olan adil yargılanma hakkının değil de ün ve para koşan bir avukat olmanın peşinde neden koştuğu üzerine bir parça zihin jimnastiği yapsa veya tipik bir Amerikan yaklaşımı olan düzendeki problemleri düzeni sorgulama(tma)dan çözen kahraman rolünü üstlenmese daha seyredilebilir bir film olurmuş diyelim özetle. Klinikte kötü adam ile kahramanımızın sevgilisi arasındaki kavga sahnesi ile “Scary Movie” tarzı parodi filmlerine yakışır düzeydeki ama istenmeden oluşan komikliğin daha da aşağıya çektiği filmden elde kalan en anlamlı şey Gary Oldman’ın oyunu. Onun dışındaki kadro ya vasat oyunculukları ile ya da Kevin Bacon örneğinde olduğu gibi soğuk bir tarz benimseyerek vakit geçirmişler gibi görünüyor. Keşke film hemen açılışındaki karanlık ve yüksek grenli görüntüler ve el kamerası ile çekilmiş parktaki sahnenin havasını tüm filme yayabilseymiş ve en azından teknik açıdan daha çekici olabilseymiş diye düşünmemek elde değil.

(“Suç Kanunu”)