Scorpio – Michael Winner (1973)

“Kurallar belli değilse, oyunu oynama”

Artık ortadan kaldırılmak istenen bir CIA ajanının peşine CIA’nin ajanın birlikte çalıştığı bir suikastçiyi takması ile gelişen olayların hikâyesi.

Charles Bronson’un oynadığı türden macera ve aksiyon filmleri ile tanınan yönetmen Michael Winner’dan içine istihbarat örgütlerinin de karıştığı ve bugün hem olumlu hem olumsuz anlamda bir parça eski usul görünen bir çalışma. Alain Delon’un varlığının herhangi bir Fransız havası katmadığı çalışma 70’lerin soğuk savaş ve paranoya dönemi filmlerinden izler taşıyan ama soğuk savaş filmlerinin klasik zıt taraflarını benzerlerinden farklı kullanan bir filme dönüşmüş.

Kısmen senaryonun gereği olsa da altmış yaşındaki Burt Lancaster’ın otuz sekiz yaşındaki Alain Delon’u enerjisi ile geride bıraktığı bir film bu. Sanki filmin aksiyon adamı Lancaster olurken, Delon daha “cool” havalı bir karaktere bürünmüş. Bu ayrımdan kârlı çıkan ise Lancaster oluyor ve Delon karakterinin alaycı havasını yansıtmakta başarılı olurken “cool” havasında aksıyor arada. 60 ve 70’li yılların yakışıklılığı hayli öne çıkan yıldız oyuncusunun “güzelliği” bu filmde de esirgenmiyor seyirciden ve hatta bir sahnede çekim açısı adeta onun bu parlak fiziğine bir saygı duruşu aracı oluyor nerede ise. Filmin ikinci yarısında çatışmaya dönüşen ilk yarıdaki iş birlikleri sırasında Lancaster ile Delon arasında filmin göstermeye çalıştığının aksine bir karizmatik birlikteliğin hissedilemediğini de belirtmek gerek. KGB ajanı rolündeki Paul Scofield ise karakterinin biraz fazla klişe çizilmiş olması nedeni ile her zamanki performansından uzak düşmüş bu filmde.

Paris’te başlayıp oradan Washington’a ve sonra da büyük kısmının geçtiği Viyana’ya uzanan filmde zaman zaman kısa tuttuğu planları ile yönetmen Winner filmine bir üslupçu hava da kazandırmaya çalışmış ama bu amacında ne kadar başarılı olduğu tartışılır. Çünkü ortaya çıkan görüntü daha çok senaryoda eksik olan hızın bu anlatım ile filme kazandırılmaya çalışıldığı ama bunun da yeterli olmadığı şeklinde. Günümüzün benzer konulu filmlerinin tempo, aksiyon ve gürültüsünden hayli uzak görünen film bu anlamda bugün hayli eskimiş durabilir kimi seyircilere ama çağdaş ticari sinemanın patırtısından uzak bu eski usul filmlerin bir cazibesi olduğu da açık. Örneğin Viyana sokaklarında karanlıktaki düşman ajanı ile buluşmaya gitme sahnesi tam da bu eski tatları çağrıştıran havası ile oldukça başarılı. Delon’un Lancaster’ı öldürmek için uzun süre kovaladığı sahne Winner’ın diğer aksiyon filmlerinde olduğu gibi ustalıkla kotardığı anlara bir örnek olması ile dikkat çekiyor.

Lancaster’ın kaybolmakta olan eskiyi, Delon’un ise bir süre sonra eskiyeceğinin farkında olmayan yeniyi canlandırdığı film klasik soğuk savaş filmlerindeki Amerikan-Rus veya Batı-Doğu çekişmesinin yerine Batının kendi içindeki bir mücadeleyi aktarması ve tamamı ile farklı amaçlara hizmet ettikleri durumlarda bile eski tüfekler arasındaki mücadelenin daha onurlu ve saygın olduğunu vurgulaması ile de dikkat çekiyor. Sinema tarihinde iz bırakan filmlerden değil şüphesiz ama “eski” havası ve Lancaster’ın şaşırtan fiziksel performansı ile bu çalışma günümüz aksiyon örneklerinin gürültüsünden bunalanlar için rahatlatıcı bir seçim olabilir. Hikâyenin o sırada geçtiği coğrafyaya göre şekillenen müzik de belki biraz fazla öne çıkıyor bazen ama bu yerelleşme özelliği ile ilgiyi toplamayı başarıyor.

(“Akrep”)

Lawman – Michael Winner (1971)

“Onları ya alıp götüreceğim ya da gördüğüm yerde öldüreceğim”

Yargının önüne çıkarmak için yedi adamın peşine düşen bir kanun adamının hikâyesi.

Aralarında Charles Bronson ile yaptıkları da dahil olmak üzere daha çok polisiye, aksiyon ve kovboy filmleri ile tanınan Michael Winner’dan western türünün klasik kalıpları içinde kalan vasat bir film. Kahramanımızı oynayan Burt Lancaster’ın acemice tuttuğu yan flütü çalıyor olması da tek başına filmi farklı bir yere götürmeye yetecek bir çaba değil.

Tüm bir kasabanın huzurunu bozacak olsa da yedi adamı kanun önüne çıkarmaya kararlı olan usta silahşörün görevine ve kanunlara bağlılığını mı sorgulamamız bekleniyor bilmiyorum ama sonuçta ortada bir suç ve hayatını kaybeden masum bir adam var ve şüphelilerin yargılanmasından daha doğal bir şey olmasa gerek. Ne bu yedi kişinin yargılanacağı kasabanın yargıcının kolayca satın alınabilecek biri olması ne de şüphelilerin içindeki en zengin ve en güçlü kişinin aslında olaydan dolayı gerçekten üzüntü duyup uzlaşmak istemesi bu doğal süreci etkileyecek şeyler değil ama senaryo aksini düşünmemizi bekliyor. Kanunlar bir defa bozulursa bunun devamının geleceğine inanan bir kahraman kaldı ki bizim gibi anayasanın bir kere delinmesinden bir şey olmaz diyen kişiler tarafından yönetilmiş bir ülkenin vatandaşlarına çok da şey ifade etmiyor.

Michael Winner filmin ilk karesinden sonuna kadar hızlı veya yavaş, ileri veya geri zum yapıp duruyor kamerası ile. Tamam 70’lerin modası idi bu zumlama işi ama burada işin dozu epey kaçmış. Sürekli bir şeylerin altını çizince, her şeyi vurgulayınca vurgunun herhangi bir esprisi kalmıyor sonuç olarak. Bunun dışında Winner’ın filme yönetmen olarak ekstra bir katkısı olmamış ve hikâye kendi doğal ama pek de çekici olmayan akışı içinde ilerlemiş gibi görünüyor.

Çoğu western filmi gibi erkek bakış açısının egemen olduğu ve tek ana kadın karakterin de finaldeki anlamsız sırtından vurma sahnesi ile cezalandırıldığı film insanı sarıp sarmalayan, hikâyesine ortak eden filmlerden değil. Evet hikâye kanun kavramının güçlü ile güçsüze farklı anlamlar ifade ettiğini, kendi huzurları için kanunsuzluğa göz yumanları gündeme getiriyor gibi ama tüm bunlar pek de başarılı bir şekilde işlenmiyor filmde. Burt Lancaster’ın epey alçak bir tonda seyreden vasat oyununun yanında filmin tek başarılı performansı yılgın şerif rolündeki Robert Ryan’dan geliyor.

(“Kanun Adamı”)