Tot Altijd – Nic Balthazar (2012)

“Sokrat’ın zehiri içmeden önce söylediği gibi: “İşte yollarımız ayrılıyor. Ben öleceğim, siz yaşayacaksınız. Hangisinin daha hayırlı olduğunu Tanrı bilir”

MS hastalığına yakalanan ve ötanazi hakkı için mücadele eden genç bir adamın hikâyesi.

Sinemaya 2007 yılında çektiği ödüllü “Ben X” ile giriş yapan Nick Balthazar’ın beş yıl aradan sonra yönettiği ikinci uzun metrajlı filmi. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan film, Hollanda’dan sonra ötanazi hakkını tanıyan ikinci ülke olan Belçika’da bu hak için mücadele eden bir adamın yaşadıklarını anlatıyor. Duygu sömürüsüne oldukça açık bir konuyu bu sömürüden uzak durarak işleyen film belki tam da bu nedenle finalinde seyircisini hayli etkilemeyi başarıyor. Hasta adamı canlandıran Koen De Graeve’nin başarılı oyunu ile de dikkat çeken film, buna karşılık güçlü bir sinema diline sahip olmaması ile yönetmenin ilk filminin gerisinde kalıyor açıkçası.

Ötanazi çok netameli bir konu kuşkusuz. Bir tarafta ne zaman gerçekleşeceği bilinmeyen “doğal ölüm” anına kadar acı çekmek, diğer yanda bir insanın sahip olduğu en değerli şeye, hayata kendi iradesi ile son vermesi var. Konuya Hipokrat yemini açısından yaklaşmak, dini inançlar üzerinden veya suç olarak bakmak mümkün ve hangi tarafta duracağınızı belirlemek de gerçekten çok zor. Hikâyemiz “Haysiyetimle yaşayamıyorsam, haysiyetimle ölmek isterim” diyerek durduğu tarafı net bir şekilde belirleyen bir adamı anlatıyor; anlatırken de çoğunlukla vasatın üzerinde bir düzeyde seyrediyor. Ne var ki -belki finali hariç- çok da güçlü bir sinema diline sahip olamıyor bir türlü. Filmin ortaya koyduğu sonucu sanırım en iyi şu şekilde ifade edebiliriz: Karşımızdaki “popüler olmanın çok da peşine düşmeyen ve sömürüden çoğunlukla uzak duran bir televizyon filmi havasında daha çok.

Hikâyesini 1985’de başlatan ve 2002’de sonlandıran film kahramanımızın enerjisini, zekasını, mücadeleci yapısını ve filmde nerede ise asıl hikâyenin de ötesine geçen dostluklarını anlatma hedefi ile biraz yorucu bir giriş yapıyor aslında. Yorucu çünkü kısa bir süre içinde hastalık öncesi dönemin özetini yaparken hayli hızlı ve bol konuşmalı sahnelerle ilerliyor. Odağında ötanazi olmasına rağmen, film nerede ise asıl zamanını kahramanımızı çevreleyen dostluklara, özellikle de kendisi politikaya atılırken doktor olmayı seçen gençlik arkadaşı ile olan dostluğa ayırıyor. Gerek bu dostundan gerek diğerlerinden ve tüm ailesinden sabır, sevgi ve saygı dolu bir yakınlık görüyor hastalığı boyunca. Herkese nasip olmayacak bir destek kendisine sağlanan ve bu durum hem filme zaman zaman ihtiyaç duyduğu duygusallığı kazandırıyor hem de kahramanımızın acılarına son verme kararındaki karanlığın karşısına sevginin aydınlığını koyarak, kararın zorluğunun altını çiziyor. Ne var ki senaryonun dostluğa bu kadar yer vermesi ve altını çizmesi zaman zaman hikâyenin odağının kaymasına da neden oluyor ne yazık ki. Öte yandan şunu da eklemeli ki iki erkek arasında -her şeyi paylaşmaya kadar uzanan- bu dostluk belki finaldeki o yüreğe dokunan anın da baş yaratıcısı aslında.

Hastanın hem fizik gücü hem beyin faaliyetleri açısından zayıflamasına ve bakıma muhtaç hale gelmesine neden olan modern çağın bu önemli hastalığının pençesindeki kahramanımızın hikâyesi insanı ne olursa olsun hayatta tutmanın doğru olduğuna inananlardan çok ötanazi yanlılarının tarafında duruyor gibi görünüyor. Zaman zaman karşımıza gelen yaşlı ve elden ayaktan düşmüş hasta görüntüleri, kahramanımızın deyimi ile hayattan “kovulacağına istifa etmeyi” doğru bulduğunu söylüyor filmin sanki. Acı çeken ve bu acısı yaşadığı sürece devam edecek bir insanı kendi iradesine karşı hayatta tutmak belki de faşizan bir anlayıştır, kim bilir. Diğer yandan da hayatın sadece iyi koşullara sahip olanlarca yaşanması gereken bir süreç olduğuna inanmak da benzer bir faşizan anlayışın uzantısı olarak değerlendirilebilir. Filmimiz basit anlatımı ve duyguların özellikle üzerine gitmeyen yapısı ile bu çelişkiler üzerinde düşündürmeyi başarıyor seyircisini ve Koen De Graeve’in oyunu, hikâye boyunca sık sık duyduğumuz klasik müzik eserleri ve finalin yanısıra intihar etme/edememe sahnesinde olduğu gibi hem hayat hem de dostluk üzerine hissettirdikleri ile ilgiyi hak ediyor. Bir de kahramanımızın çocuğu ile çalan klasik müzik üzerine konuştukları iki ayrı sahne var ki hayat ve dostluğun üzerine bir de baba -oğul ilişkisini ekliyor ve bunu çok ama çok incelikli bir şekilde yapıyor.

(“Time of My Life” – “Hayatımın Kararı”)