“İyi bir kız olmaya çalış; tembel adamlardan ve sarhoşlardan uzak dur”
Annesi ölümcül hasta olan, babasının ilgilenmediği ve etrafındaki herkesin ya görmezden geldiği ya da aşağıladığı yoksul bir kızın hikâyesi.
Fransız yazar Georges Bernanos’un 1937’de yayımlanan “Nouvelle Histoire de Mouchette” adlı romanından uyarlanan, senaryoyu yazan Robert Bresson’un yönetmenliğini de gerçekleştirdiği bir Fransız filmi. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan film Bresson’a has yalın ve zaman zaman minimal bir sinema dili ve yine yönetmenin genel tercihi olarak amatör oyuncularla (ya da yıldız olarak tanınmayan isimlerle) çekilmiş. Bu kadro içinde ilk ve tek oyunculuğunda Nadine Nortier’in yüreğe işleleyen bir performans sunduğu ve film tüm o alçak gönüllü yapısı içinde, bireyi ezen ve ruhunu kemiren bir toplumsal yapının resmini etkileyici bir biçimde çizmiş. Sight and Sound’un on yılda bir eleştirmenler ve yönetmenler arasında düzenlediği, tüm zamanların en iyi filmi anketinin 2022’deki sonuncusunda 243. sırada yer alan yapıt kötülük, sevgisizlik, kabalık, acı ve onun dile getirilememesi üzerine olan hikâyesi ve yönetmenin bu hikâyeye uygun çalışması ile, Bresson’un ustalığına bir kez daha tanık olmamızı sağlayan bir başyapıt.
Georges Bernanos’un filme kaynaklık eden romanı için yazdığı eleştirisinde Harry T. Moore “… bu güçlü roman… kötülüğün iyiliğin (ya da Tanrı’nın) yokluğu demek olduğunu gösteriyor” diye yazmış. Katolik kimliği öne çıkan bir yazar olan Bernanos’un kitabında çizdiği, işte bu yokluğun eseri olan acı ve eziyetle dolu bir dünya ve Bresson bu dünyayı süslemeden, gösterdiklerinin altını çizmeden ve “olduğu gibi” gösteriyor bize. Yönetmen daha önce de bir Bernanos romanını uyarlamış sinemaya: Yazarın 1936 tarihli romanı “Journal d’un Curé de Campagne” 1951’de Bresson tarafından aynı isimle uyarlanmış beyazperdeye ve sonuç yine parlak bir sinema yapıtı olmuştu. Bernanos’un bir diğer romanı olan, “Sous le Soleil de Satan”ı sinemaya aktaran bir başka Fransız yönetmen Maurice Pialat’nın bu yapıtının da 1987’de Cannes’da Altın Palmiye kazandığını hatırlarsak, yazarın sinemada karşılığını parlak bir şekilde bulduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla.
“Bensiz ne yapacaklar? Göğsüm öyle ağrıyor ki sanki içimde kocaman bir kaya var” diyor gözü yaşlı, yorgun ve hasta görünümlü bir kadın jenerikten önce karşımıza gelen sahnede. Hikâyenin kahramanı olan Mouchette’in annesidir kadın ve cepheden görüntülendiği için, bize konuşur gibidir. Oturduğu sandalyeden kalkar ve bulunduğu mekândan (bir kilisenin içidir burası) ayrılır; kamera ise hiç kıpırdamaz ve adeta kadının şikâyetinde ve korkusunda yalnız olduğunu, acısının paylaşılmadığını söyler bize onu takip etmeyerek. Jenerik boyunca devam eden ve Monteverdi’nin farklı sahnelerde de dinleyeceğimiz Magnificat’ının eşlik ettiği bu sabit görüntü ile daha filmin açılışında bir yalnızlık ve acı duygusunu bize geçirmeyi başarıyor Bresson ve bunu işte bu kadar sade ve basit seçimlerle yapıyor üstelik. Jenerikten sonraki ilk sahnede ise kurduğu tuzaklarla kuşları yakalayan bir adamı ve onu gözetleyen bir başkasını izliyoruz bir süre (bu sahnelerde kuşların ve daha sonra izleyeceğimiz bir başka av sahnesinde ise tavşanların gerçekten eziyet çektiğine veya öldüğüne tanık oluyoruz ki bugün bu sahnelerin çekilmesi söz konusu bile olamaz elbette). Böylece Bresson acılı bir insanın görüntüsünden bir eziyet sahnesine taşıyor bizi ve hikâye boyunca yoksulluğa eşlik edecek bir sefaletin resmini hep gözümüzün önünde tutacağı konusunda uyarıyor bizi adeta.
Mouchette’in annesi ağır hastadır ve öleceğinin farkındadır; kaba ve duyarsız babası kızdan büyük olan oğlu ile kaçak içki üretmekte ve satmaktadır. Bir de henüz bebek olan bir kardeşi vardır genç kızın ve bir yandan okula giderken bir yandan da evi çekip çevirmektedir. Okulda da hayatı kolay değildir Mouchette’in; arkadaşları küçümsemektedir onu ve hep yalnızdır. Müzik dersinde, adeta bir isyanın uzantısı olarak, şarkı söyleyen arkadaşlarına katılmaz sözleri bildiği halde. Öğretmenin kendisini hırpalamasına neden olan inadı kızın, daha sonra başka örneklerini de göreceğimiz, otoriteye karşı durma kararlılığının (ya da kendisine sefaletten başka bir şey sunmayan dünyadan intikam alma çabasının) sonucudur. Okul çıkışı arkadaşlarından intikam alması veya pazar ayini için killiseye giderken ayakkabılarını özellikle çamur içinde bırakması gibi farklı örnekleri de var bu tepkilerin. Filmin onu “acı çeken sevimli bir genç kız” olarak sunmama tercihi Bresson’un yapıtını kolaylıkla düşülebilecek bir tuzaktan, seyirciye empatiyi dikte etmekten uzak tutuyor ve hikâyeyi daha sağlam ve gerçek kılıyor. Bu gerçekçilikte en büyük pay ise yönetmenin filmografisine de hâkim olan yalınlık ve hatta minimal tutum. Her şeyi adeta olduğu gibi gösteriyor film bize ve sahneleri yapay bir dinamizm uğruna kısa tutmaktan ya da tersi bir yönde uzatmaktan kaçınıyor. Örneğin kızın, ona acıyan bir kadının eline tutuşturduğu para ile kilise sonrasındaki panayırda çarpışan arabalara bindiği ve eğlendiği sahneyi uzun uzun gösteriyor Bresson ve bu sayede, sahnenin yüze atılan bir tokatla bitmesi çok daha güçlü bir etkinin yakalanmasını sağlıyor.
Mouchette’in annesi veya sevdiğini iddia ettiği (ya da kendisini buna zorladığı) saralı adama olan yaklaşımı ve ilgisi (sınıfta söylemeyi ret ettiği şarkıyı burada, uyuyan adama söylemesi onun sevme/sevilme arzusunun yanında, kararlarını kendisinin alma isteğinin ve meydan okumasının bir göstergesi) onun daha iyi ve güzel bir dünyada olabilecek hâlini işaret ediyor sanki. Oysa sevginin, şefkâtin ve saygının olmadığı bir dünyada yaşıyor genç kız ve iyiliğini kötülüğünün önüne geçiremiyor bu nedenle. Bu da aslında epey karanlık bir resim kuşkusuz ve finalde, kızın çalılara takılarak yırtılan bir elbiseye sarınarak defalarca suya doğru kendisini yuvarlaması da bu karanlıkla bitiriyor hikâyeyi. Tarkovsky’nin en sevdiği on filmden biri olduğunu söylediği, Bergman’ın hayranlığını belirttiği bir yapıt olan “Mouchette”in kahramanı genç kız için şöyle demiş Bresson: ”Bize ıstırabın ve zulmün delilini sunuyor. Her yerde bulabiliriz onu: Savaş günlerinde, toplama kamplarında, işkencelerde…”. Yönetmenin bu sözleri filminin içeriğini çok iyi özetliyor aslında. Sevmek ve sevilmekten başka bir arzusu yok görünen genç bir kızın zulmün insan ilişkilerine egemen olduğu bir dünyada cehennemi yaşamasını izliyoruz, tıpkı yönetmenin örnek verdiği kötü zamanlar ve koşullarda olduğu gibi.
Mouchette’i canlandıran Nadine Nortier’in performansı kariyerinin tek bir filmle sınırlı olmasına üzülmemize neden olacak bir düzeye ulaşmış. Bir azize olmayan bir kahramanı kendisi kılmış Nortier ve bizi karakteri le birlikte dolaştırmış bu sefil dünyada. İkinci Dünya Savaşı sırasında esirlerin tutulduğu bir kampta bir yıl kalan ve oradaki tecrübelerini 1956’da çektiği “Un Condamné à Mort S’est Échappé ou Le Vent Souffle où Il Veut” (Bir İdam Mahkûmu Kaçtı) adlı yapıtına yansıtan Bresson, belki de acının ve insanın insanı düşürdüğü sefaletin birinci elden tanığı olduğu için bu yapıtında ve diğerlerinde bu denli dürüst ve güçlü bir sonuç elde edebilmiş. Mutlaka görülmesi gereken bir başyapıt.