The Lighthouse – Robert Eggers (2019)

“Kendine bir bak; bir hanımefendininki gibi parlayan gözleri olan yakışıklı bir delikanlı. Bu kayalığa gelip, sert adamı oynuyorsun. Sahte huysuzluğunla beni güldürüyorsun. Sessizliğinde bir gizem varmış taklidi yapıyorsun; ama ortada hiçbir gizem yok. Açık bir kitapsın sen, açık bir resim bence. Sahne ışıkları altında çığlıklar atan bir aktris; sadece doğduğu için imrenilmek isteyen, doğuştan sahip olması gerektiğini düşündüğü zenginlik ve rahatlık için ağlayan bir kaltak. Şuna bak, nasıl da ağlıyor. Ne yapacaksın? Öldürecek misin beni; söyle, öldürecek misin? O martıya yaptığın gibi beni de öldürecek misin?”

1890’larda New England’da büyük bir kayalıktan ibaret ıssız bir adadaki fenerde çalışan biri genç, diğeri tecrübeli iki adam arasındaki gerilimin hikâyesi.

Orijinal senaryosunu Robert ve Max Eggers kardeşlerin birlikte yazdığı, yönetmenliğini Robert Eggers’in yaptığı bir ABD ve Kanada ortak yapımı. Jarin Blaschke imzalı görüntüleri Oscar’a aday olan ve diğer pek çok ödül adaylığı ve sahipliğinin yanında Cannes’da “Yönetmenlerin On Beş Günü” bölümünde FIPRESCI (Sinema Yazarları) ödülünü de alan film, çok kısa bir iki sahne dışında sadece iki oyuncusu olan; görsel atmosferi, Willem Dafoe ve Robert Pattinson’ın güçlü performansları, baştan sona koruduğu gerilimi ve gizemi, zaman zaman barok bir korku filmini hatırlatan içeriği ve biçimi, ilham kaynakları ve göndermeleri ile hayli ilginç bir çalışma. İlk filmi “The Witch”de olduğu gibi New England yöresinde geçen bir hikâye anlatan Eggers yine halkın inançlarını ve efsanelerini de katıyor öyküsüne ve ilgiyi kesinlikle hak eden bir sonuç elde ediyor.

Mark Korven’in imzasını taşıyan müzik çalışmasının filmin tarzının çok iyi bir örneği olduğu bir yapıt bu; klasik anlamda bir film müziği değil dinlediğimiz, Korven daha çok, kendine has notaları ile hikâyenin iniş çıkışlarını yakalayan, filmin başarılı ses tasarımı ile çok iyi bir uyum içinde olan ve diyaloglar ve görsellik kadar hikâyenin ana parçalarından biri olan bir çalışma çıkarmış. Onun müziğindeki alışılanın dışına çıkma hedefi, filmi oluşturan diğer unsurlarda da kendisini gösteriyor. Robert Eggers bu siyah-beyaz filmde sinemada özellikle sessizden sesliye geçiş döneminde (kabaca 1926 ile 1932 arasında) kullanılan çerçeve oranı olan 1.19:1’i tercih ederek hikâyesine eski filmlerin havasını katmış ve Alman sinemacı F. W. Murnau’yu hatırlatan bir ekspresyonizmin modern karşılığı denebilecek bir biçimsellikle de yine eskiye dönmüş yüzünü. Filmin gotik havasını, eski dönemlerde geçen bir hikâye anlatmasını ve klasik sinemanın küçük ve sağlam hikâyelerini hatırlatmasını da buna eklersek, Eggers’in bir yandan eski bir yandan da hayli yeni ve modern görünen sinemasının çekici bir düzeye ulaştığını rahatlıkla söylemek mümkün.

Filmin senaristlerinden Max Eggers aslında başta Poe’nun yarım kalmış bir hikâyesi olan “The Light-House”u uyarlamayı düşünmüş ama tıpkı Amerikalı yazarın öyküsü gibi bu düşünce de bir sonuca ulaşamadan kalmış. Sonuçta orijinal bir hikâye ile ilerlemiş Eggers kardeşler ama yine de bilinen iki esin kaynağı var filmin: Bunların ilki Chris Crow’un 2016 tarihli “The Lighthouse” adlı filminin de esinlendiği ve Galler’deki Smalls fenerinde 1801’de yaşananan ve fenercilerden birinin diğerini öldürmesi ile sonuçlanan trajedi (o tarihten sonra fenerlerde iki değil, üç kişinin olmasına karar vermiş yetkililer). Bunun dışında, film farklı sahnelerinde mitolojiden kimi öyküleri ve denizci efsanelerini de hikâyeye yedirmiş ama sonuç yaratıcılarının kesinlikle orijinal sözcüğünü kullanabileceği bir içeriğe sahip. Eggers hikâyeyi daha çok genç karakteri (Robert Pattinson) öne çıkararak anlatsa da ve onun çalışma arkadaşları hakkındaki endişelerine ağırlık verse de, senaryo seyirci için şaşırtıcı denebilecek şekilde ilerliyor ve film her iki karakter ve aralarındaki ilişki için sinema eserlerinde semboller, referanslar ve imalar keşfetmeyi seven sinemaseverlere hayli çekici anlar sunuyor ilham kaynaklarını hayli zengin tutarak.

Filmin zengin esin kaynakları ve göndermeleri “film okumayı” sevenler için hayli sıkı bir eğlence kaynağı olabilir. Örneğin bir düş sahnesinde çıplak haldeki bir karakterin gözlerinden çıkan ışığın (fenerin ışığı bir bakıma) diğerinin yüzüne vurduğu kare Alman resam ve heykeltraş Sascha Schneider’ın “Hypnose” (Hipnoz) adlı tablosundan birebir alınmış. Schneider’ın eşcinsel kimliğinin yansıdığı bu eseri Eggers’in filminde vurgulanmayan ama sık sık ima edilen homoerotizmin de kaynaklarından biri. Yönetmen karakterlerinin cinsel kimliği konusunda belli bir cevaba işaret etmiyor ama farklı ögelerle birden fazla cevabı da düşündürüyor seyircisine. Aslında filmin eril bir iktidarın niteliğini ve bu iktidar için verilen mücadeleyi de gündemine aldığını düşünürsek, hikâyenin cinsel kimlikleri yorumlamayı teşvik ettiğini ve cinsel gerilimi de dikkat çekecek şekilde karakterlerin eylem ve düşüncelerinin parçası yapabildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Aynı bağlamda, fenerin kendisinin de -karakterler tarafından- bir fallik obje olarak görüldüğü söylenebilir. Yaşlı olanın fenerin ışığının yönetimini paylaşmaya kesinlikle yanaşmaması ve hikâye boyunca genç adamın fenerin ışık kaynağına ulaşma arzusu duyarak bunun için yaptıkları, cinselliğe ve cinsel iktidarın kaynağına yönelik bir iktidar savaşının göstergesi olsa gerek. İki karakter arasındaki ilişkinin hem nefretin hem hayranlığın izlerini taşıyan içeriği veya pek çok eleştirmen tarafından dile getirilen ve aralarında H.P. Lovecraft, Herman Melville ve Robert Louis Stevenson gibi sanatçıların eserlerinin olduğu ilham kaynakları da bu kapsamda hatırlanabilecek örneklerden sadece bir kaçını oluşturuyor.

Bir filmi sinema sanatı açısından değerli kılan ana unsur referanslarının zenginliği olamaz elbette; önemli olan tüm referansların ve ilham kaynaklarının hikâyenin doğal bir parçası olabilmesi ve filme ek bir zenginlik katarken, hikâye ile bağlantıları açısından hiçbir zaman boşa düşmemeleri. Bu açıdan bakıldığında Eggers’in yapıtı sınıfını geçiyor; çünkü tüm bu göndermeleri bir kenara bıraksanız ve hatta farkında bile olmasanız, film görsel atmosferi ve hikâyesi ile bir bütünlük oluşturabilmiş kesinlikle. Bir diğer çekicilik kaynağı ise karakterlerin birbirleri hakkındaki düşünce, endişe ve (ön)yargıları üzerinden seyirci ile de oynanması bir parça. Hikâye ilerledikçe öğrendiklerimiz onları daha iyi tanımamızı sağlarken, öte yandan bir parça da belirsizleştiriyor profillerini ve bu da tanık olduklarımız ile ilgili merak duygusunun canlı kalmasını sağlıyor. Çok önemli bir kısmı sadece iki karakter arasında geçen bir filmde oyuncuların performansları şüphesiz ki filmin başarısını belirleyen bir diğer önemli faktör; Willem Dafoe ve Robert Pattinson fiziksel yanı da önemli olan performanslarda karakterlerini ve yaptıklarını inandırıcı ve çekici kılıyorlar tüm hikâye süresince. Uzun repliklerinde iki adamın öfkesini, saçtıkları laneti, coşkularını, hırslarını ve meraklarını sergilemekte gösterdikleri başarı hayli önemli; çünkü sadece iki karakter üzerine kurulu bir hikâye onların bu başarısı olmasa bir süre sonra yorucu olabilir ve / veya tekrara düşebilirdi.

Amerikalı şair Lydia Sigourney’in “Sailor’s Hymn, At Parting” şiirinden esinlenerek yazılmış görünen “Tiz dehşetiyle ölümün soluk yüzü / Yatağımız yapar koca okyanusu / Dalgaların sesini duyan yüce Tanrı / Yalvaran ruhlarımıza uzatır bir yardım eli” dizelerinin sıkça dile getirildiği film bu mısraları, karakterlerinden birinin denizci geçmişi, denizci efsanelerinin (örneğin martılarla ilgili tüm konuşmalar ve görüntüler) kullanımı ve elbette denizcilerin yol göstereni olan feneri ile bir denizci filmi kuşkusuz. Kapanış jeneriğinde İngiliz folk şarkıcısı A. L. Loyd’un sesinden dinlediğimiz “Doodle Let Me Go (Yaller Girls)” adındaki denizci türküsü de bu içeriğe uygun bir bitiş sağlıyor filme. Arada korku türüne göz kırpan bu psikolojik boyutlu gerilim filmi fenerin gemicileri uyaran sesi dışında, daha başka pek çok kaynaktan doğan seslerin kullanımı konusunda da göz dolduruyor. İlk filmi olan “The Witch” ile kadın odaklı bir hikâye anlatırken, burada erkeklerin dünyasına giren Eggers’in bu yapıtı sinemanın iki karakter arasında geçen gerilim dolu hikâyelerin,n en parlak örnekleri arasında olmayacak belki; çünkü hikâye yeterince güçlü değil ve seyirciyi sarsmıyor, ve zaman zaman bir mekanik bakış kendisini hissettiryor. Yine de bu problemler, Eggers’in yapıtının verdiği heyecan ve gerilimin tadını pek de azaltmıyor ve film iyi bir gerilim arayanlara kendisini sevdirecek bir düzeye ulaşmaktan geri kalmıyor.

The Witch – Robert Eggers (2015)

“Şeytan! Ellerin onların kanına bulandı. Sen yaptın, sen yaptın! İçine şeytan girdi ve sana hükmetti. Onun günahıyla kirlendin. İçinden kötülük taşıyor senin. Ölümle anlaşma yaptın”

1630’lu yıllarda ABD’nin New England bölgesinde evlerinin yakınındaki ormanda yaşayan kötü güçlerin etkisi altında kalan dindar bir ailenin hikâyesi.

Robert Eggers’in yazıp yönettiği bir ABD ve Kanada ortak yapımı. Kendi çocukluğu da New England’da geçmiş olan Eggers’in bu ilk uzun metrajlı filmi doğaüstü güçlerin varlığı üzerine kurulu olsa da bir gizem ve korku hikâyesi olarak farklı okumalara oldukça açık bir çalışma. Yavaş ilerleyen akışı ve korkutmaktan çok, gizem uyandırmayı ve yorumlamayı teşvik eden anlayışı ile klasik korku filmlerinin meraklılarını belki çok cezbetmeyebilir ama bir sonraki filmi “The Lighthouse”un da gösterdiği gibi yetenekli bir sinemacı olan Eggers’in bu çalışması oldukça ilginç ve gösterdiklerinin çok ötesinde çağrışımlara da götüren içeriği ile ilgiyi hak eden bir sinema yapıtı.

Film bir yargılama sahnesi ile başlıyor. Püriten bir cemaat dört çocuklu bir ailenin, dinsel konulardaki derin anlaşmazlık nedeni ile koloniden ayrılmasını istiyor. İsa’nın gerçek öğretisini takip ettiğini iddia eden baba düşüncelerinden taviz vermeyerek, tüm ailesini alarak terk ediyor cemaati ve bir ormanın hemen yanında yeni bir ev inşa ederek, oraya yerleşiyor. Burada beşinci bir çocuk dünyaya geliyor ve işte bu bebeğin başına gelen tuhaf olayla, aile içinden çıkamadığı tuhaf olayların içinde dağılmaya başlıyor. Bu hikâyeyi anlatırken film, kötü güçlerin (daha doğrusu cadıların) varlığı konusunda seyircide en ufak bir tereddüt bırakmayacak şekilde hareket ediyor. Dolayısı ile film, sadece bu bakış ile ele alınıp bir cadı hikâyesi olarak değerlendirilebilir ve o gözle izlenebilir. Buna karşılık hikâye dinsel olanın da dahil olduğu her tür baskı, feminizm, ataerkil bir toplum yapısı ve uygarlık ile doğanın ve iyi ile kötünün çatışması gibi farklı başlıklar açısından da ele alınmayı hak eden bir içeriğe sahip ve bu bakımdan da oldukça ilginç olacaktır pek çok seyirci için.

Sert anları her zaman doğrudan göstermiyor film ama gösterdiğinde de epey güçlü bir etki yaratıyor seyreden üzerinde. Hikâyenin hemen başlarında bebeğin başına gelenleri ima eden görüntüler ve sonrası oldukça sert örneğin ve babanın kara bir keçi ile yaşadığı da -beklenmedik bir şekilde gelişmesinin de etkisi ile- bir yumruk etkisi yaratabilir hazırlıksız yakalanan bir seyirci üzerinde. Yavaş gelişen bir hikâyenin seyirciyi sarsması için gerekli anlar bunlar ve Eggers dozunu kaçırmadığı bu türden sahneler ile seyirciyi elinde tutmaya devam ederken ona aslında çok faklı şeyler de anlatabiliyor bu sayede. Bir filmde gösterilenler (ya da gösterilmeyenler) doğal olarak her seyirci tarafından sadece ona özel bir biçimde algılanır kuşkusuz; dolayısı ile bazen yönetmenin aklından bile geçmeyen semboller bulabilir örneğin bir seyirci ve filmi de bunların üzerinden değerlendirebilir. Eggers’in filmi bu durumu doğrulayacak bir hikâyeye sahip kesinlikle ve her bir karakter (ve her bir gelişme) seyirciden “okuma” bekleyecek unsurlarla zenginleştirilmiş.

Püritenler 16 ve 17. yüzyıllarda İngiliz Kilisesi’ni katolik uygulamalardan tamamen koparmaya çalışan İngiliz protestanlarına verilen isim ve hikâyelerini seyrettiğimiz aile de 1630’lu yıllarda ABD’ye göç eden püritenlerden. Oldukça dindar bir aile bu ve tüm konuşmalar şeytan ve Tanrı, cennet ve cehennem, iyilik ve kötülük arasında gidip gelirken, günah ve cezalandırma çocukların beyinlerine kazınıyor sürekli olarak. Hikâyenin başındaki yargılamada baba ile cemaat arasında dinsel konularda ne tür bir farklılık olduğunu anlamıyoruz ama babanın -sonradan kendisinin de itiraf edeceği üzere- gururuna ve kibire yenik düşerek cemaati terk etme kararını vermesi hem onun hem de tüm ailenin başına büyük bir felaket getirecektir. Ailenin çiftçilik işleri hiç iyi gitmemektedir ve baba da farklı sahnelerde gösterildiği üzere -ve çocuklardan birinin ifadesi ile- odun kesmekten başka bir şey becerememektedir. Aileyi toplumun bir örnek parçası olarak kabul edersek, lideri başarısız ve yetkinlikleri çok kısıtlı olan bir toplum var karşımızda. Yasakladıklarını (örneğin yalan söylemek, ormana gitmek) kendisi yapmak zorunda kalan bu liderin dinsel boyutu yüksek baskısı tüm çocukların ruhsal gelişimlerini kısıtlamaktadır doğal olarak. Ailenin en büyük çocuğu olan Thomasin ergenlik çağına girmekte olan bir genç kız olarak bu baskıların en yoğununu yaşamaktadır ve bu baskı hem anneden hem babadan gelmektedir. Ailenin karşılaşmaya başladığı kötü olayların sorumlusu olarak da o gösterilecektir çoğunlukla. Film finalini onun bu baskıya karşı bir seçimi gibi konumlandırıyor adeta ve bir aşırı uçtan gelen baskının ona maruz kalan bir bireyi bir başka aşırı uca, üstelik tam ters yönde duran bir uca itebileceğini gösteriyor. Thomasin’in bir genç kız olarak yaşadıklarını, baskıcı toplumların ve dinsel bir fanatizmin özellikle kadınlara yarattığı “cehennem”in sembolleri olarak görmek mümkün bu bağlamda.

Çeşitli toplumlarda şeytanın sembolü veya büründüğü bir biçim olan kara keçiden ailenin büyük oğlunun şeytan tarafından ele geçirilmiş göründüğü anlara veya ikiz çocukların bir duayı “hatırlayamaması”na film hristiyan kültürlerin farklı sembollerini bolca kullanıyor ve günlük hayata da rüyalara da hep dinin egemen olduğu bir aileyi anlatıyor. Çocukların birbirlerini cadı olmakla itham etmeleri, annenin bebeğin başından gelenden ve sonraki olaylardan genç kızı sorumlu tutması, baba ile anne arasındaki çatışmalar ailenin adım adım dağılıp gitmesine neden olurken, film kendi fanatizminin kurbanı olan bir toplumu getiriyor karşımıza sanki.

Ailenin iki büyük çocuğunu canlandıran (Thomasin rolündeki Anya-Taylor Joy ve Caleb’i oynayan Harvey Scrimshaw) oyuncuların çok güçlü performanslarına ikizleri oynayan minik oyuncuların başarısını da (Mercy’i oynayan Ellie Grainger ve Jonas rolündeki Lucas Dawson) katınca, yönetmenin başarı hanesine onlardan aldığı performansı da eklememiz gerekiyor. Baba ve anneyi oynayan tecrübeli oyuncuların (Ralph Ineson ve Kate Dickie) olgun performanslarına çocuklarınkini katarak, temel olarak bu altı karakter arasında geçen hikâyede sağlam bir takım performansı yaratmış Eggers ve doğaüstü olayların yaşandığı bir hikâyenin inandırıcılık açısından herhangi bir probleminin olmamasını sağlamış. Eggers’in senaryoyu yazarken 1630’lu yılların gerçek kayıtlarından (diyalogların önemli bir kısmı bu kayıtlara dayanılarak yazılmış) ve dönemin halk masallarından ve efsanelerinden yararlanması da bu inandırıcılığı güçlendirmiş görünüyor. Seyrettiğimiz hikâyeyi “gerçek” kılan bir diğer unsur ise görüntü yönetmeni Jarin Blaschke’nin istisna anlar dışında doğal ışık kullanmayı tercih etmiş olması. Özelikle iç mekân çekimlerde hikâyenin karanlık havasına uygun görüntüler elde edilmesini sağlamış bu tercih ve gerilim ile gizemin önemli anlarda hep canlı olmasına önemli bir katkı sunmuş.

Robert Eggers’in özellikle bir parça soğuk tutulmuş görünen yönetmenlik çalışması ve sakin sineması bir korku filminde bunların aksini bekleyenleri özellikle başlarda bir parça hayal kırıklığına uğratabilir belki ama filmi farklı ve önemli kılan ögelerden biri de bu. Böylece evdeki altı karakterin arasına seyirci olarak biz de karışabiliyor ve dürtülerini, korkularını ve bunların sonucu olan eylemlerini daha iyi anlayabiliyoruz. Açıkçası yeterince ürküttüğünü söyleyemeyeceğimiz ve zaman zaman diyalogların arasında yolunu kaybetmiş gibi görünen bir film için gerekli bir başarı bu.