“Bir düşün; senin için onca önemi olan insanların, yerlerin, hatıraların yok olduğunu, daha kötüsü aslında zaten hiç var olmadıklarını. Nasıl bir cehennem olurdu bu!”
“Oyun Teorisi”nin de aralarında olduğu pek çok alandaki çalışmaları ile Nobel ödülü kazanan ünlü matematikçi John Nash’in hayat hikâyesi.
Aralarında en iyi film ve yönetmen ödülünün de olduğu dört dalda Oscar kazanan, toplam sekiz dalda ödüle aday gösterilen, Hollywood usulü bir biyografi filmi. Premiere adlı sinema dergisinin tüm zamanların en çok abartılan yirmi filminden biri ilan ettiği çalışmanın bu ünvanı “hak ettiği” tartışılabilir belki ama Hollywood standartlarından nerede ise milim sapmayan, çekici bir gerçek hayat hikâyesini anlatırken özel bir sinemasal hava yaratamayan bir film var karşımızda. Başroldeki Russell Crowe’un Oscar’a giden yolun en önemli yardımcılarından biri olan “özürlü” rolünün içini belki de gereğinden fazla doldurduğu ve alamasa da Oscar’a aday olduğu film, John Nash’in hayatını bilmeyenler için içerdiği sürpriz ile dikkat çekebilecek, eli yüzü düzgün anlatılmış ve Nash’in eşi rolündeki Jennifer Connelly’in yardımcı oyuncu dalında Oscar alan performansı ile göz doldurduğu bir çalışma olarak yine de ilgiyi hak ediyor. Sonuçta karşımızdaki Amerikan sinemasının tüm teknik ve artistik becerisini kullanarak çektiği bir film ve tam da onlardan bekleneceği bir şekilde hayatını anlattığı karakterin gerçek hikâyesini hayli önemli ekleme ve çıkarmalarla altüst etmiş olmasını bir kenara koyarsanız, hikâyesinin gerçekliği ile de çekiciliği olan bir çalışma.
Filmin çekildiği tarihte hayatta olan -2015 yılında, eşi ile birlikte bir trafik kazasında ölen- ünlü bir kişinin hayatını anlatan bir çalışmanın gerçeklerden zorunluluklar dışında sapmamasını beklemek en doğal hakkımız olmalı, bu tür bir biyografi filmi için. Sylvia Nasar’ın aynı adlı biyografisinden sinemaya Akiva Goldsman’ın senaryosu ve Ron Howard’ın yönetmenliği ile uyarlanan film ise bu konuda oldukça pervasız bir tavır takınıyor. Gerçek hayatta tam bir sigara düşmanı olan Nash’i bunalım görüntüsü ile daha iyi uyuştuğunu düşündüklerinden olsa gerek sigara içerken göstermekten özel hayatında ciddi değişiklikler yapmaya kadar uzanıyor bu gerçeğe müdahale işi. Nash’in gerçekte evlilik dışı bir çocuğu olduğundan veya eşi ile evlenmeden önce de cinsel hayatı olduğundan hiç söz etmiyor hikâye. Herhalde bu da onun anti-sosyal yanını vurgulamak için yapılmış ama vahim bir saptırma. Eşinin kendisini boşadığını ve tekrar evlendiğine de hiç değinmiyor ve hiç yapılmamış bir Nobel konuşması uydurularak, bu konuşmadaki teşekkür cümleleri üzerinden kadının “kesintisiz” desteğine vurgu yapılıyor. Bir başka ifade ile, hem önemli bir gerçek gizleniyor hem de uydurulan yalanı desteklemek için yeni bir yalan daha yaratılıyor. Bunlara eklenebilecek başka çarpıtmalar da var ki birinin izahı daha da vahim. Nash’in sadece kadınlarla değil erkeklerle de ilişkisi olduğu ve hatta bu nedenle tutuklandığı gerçeğine hiç değinilmiyor ve filmin yaratıcıları bunun açıklaması olarak da 1950’lerde kimilerinin ileri sürdüğü üzere şizofreni ile eşcinsellik arasında yanlış bir bağlantı kurulmasını istemediklerini söylüyorlar. Evet, film 1950’lerde geçiyor ve o dönemde hastalık olarak kabul edilen eşcinsellik için bu safsataların uydurulduğu doğru ama 2001’de çekilen bir filmin elli yıl öncesinin seyircisine değil bugünün seyircisine hitap ettiğini unutuyor herhalde filmin yaratıcıları. Bir kişiyi -hele de Oscar hedefleyerek- anlatan bir filmin onu mümkün olduğunca “kabul edilebilir” ve olumlu kılma çabasının sonuçları bunlar ve ciddi bir eleştiriyi de hak ediyor kesinlikle.
Açılış jeneriğine eşlik eden bölümlerinde taşıdığı gerilim havası ile dikkat çeken James Horner imzalı müziği tam bir Hoolywood işi filme yakışır nitelikte. Ne zaman ne hissetmemiz gerektiğini bize hatırlatmayı hiç ihmal etmiyor ve gösterişten de hiç çekinmiyor: Bu durum da Oscar’a adaylığını izah ediyor bize! 1995 yılından bugüne tam on altı kez Oscar’a aday olup hiç kazanamayan Roger Deakins’in görüntü çalışmasının özellikle dış çekimlerdeki renk tonları ile hayli başarılı olduğu filmde doktorun “bir şizofrenin en büyük kâbusu neyin doğru olduğunu bilememesidir” cümlesi hikâyenin başarılı yanlarından birini de ortaya koyuyor. Bilmeyenler için hikâyenin sürprizi gerçekten önemli ve filme kesinlikle bir cazibe katıyor. Keşke senaryo gerçeği yitirme durumunu daha iyi işleyebilse ve nerede ise tüm yükü Russell Crowe’un oyunculuğuna bırakmasaymış. Kendi hastalığını üzerinde çalıştığı problemlerden biri gibi görüp çözmeye çalışan ünlü matematikçinin 1947’den 1994’e uzanan hikâyesinin sahip olduğu doğal çekicilik ile yetinmiş ve Oscar için ellerini oğuşturarak beklemeye karar vermiş görünüyor filmin yaratıcıları. Dönemin komünizm paranoyasını Nash’in paranoyası üzerinden okumaya da açık olan film bu yönü ile de ilgi çekebilir. Kapanış jeneriğine eşlik eden ve Charlotte Church tarafından seslendirilen “All Love Can Be” adlı şarkının filmin aşk, deha, trajedi ve hastalık gibi “büyük” temalar üzerine inşa edilen hikâyeye verilmek istenen havaya çok iyi uyduğunu ama işte tam da bu özellikleri ile filmin asıl sorununu da ortaya koyan iyi bir örnek olduğunu söylemek gerekiyor.
Geniş kitlelere uygun olması için sterilize edilmiş bir hikâye bu ve Hollywood’un zanaatkâr ustalığından epey nasiplenen havası ile ilgiyi hak ediyor kuşkusuz. Sonuçta ne olursa olsun, ortada gerçek bir deha, mücadele, tutku ve aşk hikâyesi var. Matematiğin güzelliğini gerektiği gibi karşımıza getirememiş olsa da, Crowe’un ve Connelly’in döktürdüğü film matematik düşkünlerinin ilgisini ayrıca çekecektir elbette.
(“Akıl Oyunları”)