Frost/Nixon – Ron Howard (2008)

“Size kök söktüreceğim. Varımı yoğumu ortaya koyacağım; çünkü sahne yalnızca birimizin olabilir. Diğerimizse kurda kuşa yem olacak. Her şeyini kaybedecek, yanında kimse kalmayacak. Kafasının içinde yankılanan seslerle kalakalacak”

Watergate Skandalı’nın sonucunda görevini bırakmak zorunda kalan ve ABD tarihinde istifa eden ilk (ve şimdilik tek) başkan olan Richard Nixon ile İngiliz televizyoncu David Frost’un yaptığı ve ilk bölümü Amerikan televizyonlarında bugüne kadar en çok izlenen politik röportaj olan programın hikâyesi.

İngiliz senarist ve oyun yazarı Peter Morgan’ın 2006 tarihli aynı isimli tiyatro oyunundan uyarlanan, senaryosunu yine Morgan’ın yazdığı, yönetmenliğini Ron Howard’ın yaptığı bir ABD, Birleşik Krallık ve Fransa ortak yapımı. 5 dalda Oscar’a (Film, Erkek Oyuncu, Yönetmen, Uyarlama Senaryo ve Kurgu), 6 dalda Altın Küre’ye ve 5 dalda BAFTA’ya aday olan ama bu adaylıklarının hiçbirini ödüle dönüştüremeyen film, Hollywood’un ustalıklı hikâye anlatma becerisini taşıyan ve Nixon rolünde Frank Langella’nın döktürdüğü bir çalışma. Langella’nın ve Frost rolündeki Michael Sheen’in oyunun tiyatrodaki ilk sahnelenişinde de oynadıkları rolleri beyazperdeye taşıdıkları yapıt Nixon’ın bir düello olarak tanımladığı röportajın hazırlık dönemini bir gerilim filmine yakışır bir çekicilikle anlatırken, röportajın kendisi için de bu havayı koruması ile dikkat çekiyor. Tek bir konuya ve temel olarak ik ana karaktere odaklanan bu küçük hikâyeyi Hollywood zanaatkârlığı ile karşımıza getiriyor yönetmen Howard ama film temel olarak, hiç de bunu hedefliyor görünmese de, Nixon’dan bir kurban yaratıyor neredeyse ve kendi değerini olumsuz yönde önemli ölçüde etkiliyor. Sinema dilinde bir yenilik olmasa da, derli toplu bir anlatım ve mizansenle ilgi görmeyi hak eden bir yapıt bu ama içerik açısından, özellikle son bölümlerinde yanlış yollara sapmaktan kurtulamıyor; daha doğrusu bir aanakım sinema örneği olarak bu yanlış yolu özellikle tercih ediyor.

1972’de başlayan ve 1974’te Nixon’ın istifa etmesi ile sonuçlanan Watergate Skandalı’nı, Cumhuriyetçi Parti ile resmi ilişkisi olan kişilerin Demokrat Parti’nin genel merkezine dinleme cihazlarının yerleştirdiğinin ortaya çıkması ve başkanın bu suçu örtbas etmesi olarak özetlemek mümkün. Görevden alınma durumu ile karşı karşıya kalan Nixon istifa etmek zorunda kalmış ama yerine başkan olan yardımcısı Gerald Ford’un onu koşulsuz olarak tüm suçlarından affetmesi nedeni ile herhangi bir ceza almamıştı. Demokrat Parti merkezine yasadışı olarak giren ve dinleme cihazı yerleştirenler arasında CIA tarafından Küba’nın lideri Castro’yu devirmek için planlanan pek çok operasyonun bazılarında kullanılanların da olduğunu ve bunun Amerikan sağının kötücüllüğünün tipik örneklerinden biri olduğunu da hatırlatmakta yarar var. Nixon ile yaptığı röportajla televizyonculuk tarihine geçmeyi başaran David Frost ise filmde gösterildiğinin ve apolitikliğinin ima edilmesinin aksine ABD Başkanı’ndan önce başka politikacılarla da röportaj yapmış olan bir televizyoncuydu ve ilk ününe BBC’de 1962 – 1963 arasında yayınlanan “That Was the Week That Was” adlı satirik komedi programı ile kavuşmuştu; kariyeri boyunca pek çok ünlü isimle yaptığı söyleşilerle de başarısını sürdürmüştü. Filmin Frost’u tamamen apolitik bir televizyoncu olarak göstererek, onun herkesin ne söyleyeceğini merak ettiği bir politikacı ile olan düellosuna ek bir çekicilik katma çabası ise tarihsel gerçeklik ile uyuşmayan, Hollywood usulü bir numara kuşkusuz.

Filmin gerçeklerle uyuşmayan başka yönleri de var; örneğin Nixon ile Frost arasında bir gece vaktinde gerçekleşen telefon konuşması asla yaşanmamış ve yönetmenin bunu, “Evet, böyle bir şey olmadı ama Nixon’ın bu şekilde sarhoşken yaptığı ama sonra hatırlamadığı başka konuşmaları vardı” sözleri ile açıklaması belki bir başka filmde kabul edilebilir bir tercih olurdu ama öykünün ana odağının bir gazetecilik olayı olduğu bir filmde, gerçeklere çok daha fazla sadık kalınması gerekirdi kesinlikle. Nixon’ın röportajda “suçunu kabul etmesi” ile ilgili olanı başta olmak üzere, gerçekten sapılan başka olaylar da var öyküde ve bunların bir kısmı, örneğin Frost’un sevgilisi ile tanışma zamanlaması gibi (filmde gösterilenden çok önce tanışmışlar ve Frost röportaj ile çalışmaya başladığında beş yıldır arkadaşmışlar) olanlardan daha önemliler. Senaryonun “unuttukları” arasında en dikkate değenlerden biri, film hiç bunu anmasa da, Frost’un aslında daha önce de, 1968’te Nixon ile onun başkanlık kampanyası sırasında bir röportaj yapmış olması! Bu ve diğer sapmaların bir kısmı kaynak tiyatro oyunundan kaynaklanıyor ve sanatın, özellikle de sinemanın ticarî bakışa kaydıkça, gerçeği nasıl kolayca değiştirebildiğini hatırlatıyor bize. Bu filmdeki sapmaların daha da önemli olması, sadece konunun gazetecilik etrafında dönüyor olmasından kaynaklanmıyor: hem bu röportajın bir gazetecilik işi hem de Watergate Skandalı’nı ortaya ilk çıkaranların iki gazeteci (Washington Post’tan Carl Bernstein ve Bob Woodward) olması değil tek neden. Öykü boyunca, tıpkı bir belgeselde olduğu gibi, gerçek karakterlerin (aslında onları oynayan oyuncuların) seyrettiklerimiz ile ilgili yorum yapması filme bir gerçeklik duygusu katmak için kullanılırken, senaryonun gerçekler konusunda zaman zaman serbest hareket etmesi doğru bir seçim olmuyor elbette. Belki yukarıdaki ve benzer diğerleri bir ölçüde anlaşılabilir ama filmin sonlara doğru Nixon’ı neredeyse bir kurban gibi konumlandıran sahneleri karşımıza getirmesini kabul etmek mümkün değil. Sonuçta sadece Watergate gibi bir iç skandalın değil, Vietnam’da Amerikan ordusunun işlediği suçların da faillerinden biriydi Nixon.

Skandalın ortaya çıkışının ilk günlerinden gerçek haber görüntüleri ile açılıyor film. Ardından öncelikle Frost (Michael Sheen) ile tanışıyoruz; başarılı talk shov programları ile İngiltere’de ve Avustralya’da hayli popüler bir televizyoncudur Frost ve öyküdeki karakterlerden birine göre “apolitik ve hayatında muhtemelen hiç oy kullanmamış”tır. Nixon’ın (Frank Langella) istifa konuşmasını Avustralya’da olduğu sırada televizyondan izler ve onun “suçunu kabul etmeyen ve özür dilemeyen” konuşmasını eleştirir: 400 milyon kişi tarafından izlendiği tahmin edilen konuşmanın yapıldığı saat doğru değidlir rating açısından ve yapımcısı olan John Birt (Matthew Macfadyen) ile konuştukları gibi “itiraf ve özür içeren bir konuşma” müthiş bir ilgi toplamaya adaydır. Skandal çok büyüktür çünkü ve anketlere göre Ford’un Nixon’ı affetmesi halkın üçte ikisi tarafından yanlış bulunmaktadır. Sabık başkanı konuşturmayı aklına koyan Frost bir ekip oluşturacak (araştırmacı gazeteci Bob Zelnick’i Oliver Platt, James Reston Jr.’ı Sam Rockwell canlandırıyor) ve uçak yolculuğunda tanıştığı genç ve çekici Caroline Cushing (Rebecca Hall) ile sevgili olurken, röportajının maliyetini karşılayacak yayıncı şirket ve sponsor arayışına girişecektir; bir yandan da, istifası sonrasında da başkanın yanında kalan asker kökenli Jack Brennan’ın (Kevin Bacon) danışmanı olarak çalıtığı Nixon’ı program için ikna etmeye çalışacaktır.

Temel olarak iki ana bölümden oluşuyor öykü; “düello”ya hazırlık ve “düello”. Finaldeki “düello sonrası” ise hem kısa olması hem de senaryonun en sorunlu kısımlarını içermesi yüzünden düello bölümünün içinde kabul edilebilir. İlk bölüm Hollywood’un hikâye anlatmaktaki usta zanaatkârlığı sayesinde kendisini ilgi ile izletiyor ve karakterleri yeterince güçlü biçimde tanımamızı sağlıyor. Çarpışmaya hazırlanan iki karakterin çalışmalarını, stratejilerini ve hatta ihmallerini adeta bir ünvan maçına hazırlanan iki boksörün kampından çekici sahnelerle aktarıyor bize Howard. Burada özellikle Frost karakterinin karşılaştığı zorlukların (Nixon’ın birkaç farklı sahnede vurgulandığı gibi röportajdan para kazanma hedefi, onun talep ettiği parayı karşılayacak sponsorları ve röportajı yayınlamak için televizyon kanallarını ikna etmenin zorluğu ve politika alanında tanınmış bir gazeteci olmaması vs.) altını çiziyor senaryo ve Nixon tarafının “çocuk oyuncağı” olarak gördüğü (bu değerlendirmede 1968’deki röportajda Frost’un Nixon’a, Time dergisinin “yumuşak” olarak tanımladığı bir şekilde yaklaşmış olmasının da payı var) kapışmadaki dezavantajlı konumunun altı çiziliyor. Senaryonun bu konuya özellikle odaklanması, ikinci bölümde tanık olacağımız kapışmada seyircinin Frost’la özdeşleşmesini sağlamak amacını güdüyor kuşkusuz ve bir ölçüde başarılıyor da bu. Tam da burada, hedeflenenin aksine Frost’un -filmin iddia ettiği- başarısının yeterince ikna edici biçimde anlatılabildiğini söylemek zor; örneğin Nixon’ın suçu örtbas ettiği ile ilgili en büyük delile giden yolu yardımcılarından biri çok daha önce işaret ediyor ona ama ilgilenmiyor Frost; daha sonra ve röportajın son bölümünden önce hazırlık yaparken “keşfediyor” bu yolu televizyoncu. Ayrıca -gerçekte tam olarak öyle olmamış olsa da- röportajın özellikle ilk iki “round”unu ciddi bir farkla kaybeden bir “boksör” olarak çiziliyor Frost. Bu boks maçı benzetmesini, röportajların her bir çekiminin bir roundu, verilen araların da roundlar arasındaki molaları çağrıştıracak şekilde tasarlanması da destekliyor.

Röportajları sadece para kazanma aracı olarak değil, kendini aklama ve açıklama ve böylece politikaya dönme fırsatı olarak da görmüş Nixon ama televizyon yayınlarından sonra yapılan bir anket tam tersi bir sonuç vermiş: halkın %69’u Nixon’ın hâlâ suçunu örtbas etmeye çalıştığına, %72’si adalete engel olmaktan suçlu olduğuna ve %75’i ise kesinlikle herhangi bir kamu görevi yapmaması gerektiğine inandığını belirtmiş. Sonuca rağmen, Nixon’ın bir politikacı olarak kurnazlığını ve becerisini gösteriyor film; örneğin sabık başkanın danışmanına yaptığı ve Frost’un hazırlıkları hakkında içeriden bilgi almak için, kaldığı otele CIA eğitimli Kübalılar gönderme “espri”si Watergate’e gönderme içermesi ile dikkat çekerken, danışmanı da seyirciyi de “espri mi gerçek mi” ikilemi içinde bırakıyor. Bir başka ilginç sahne ise karakterleri, aynı duruma verdikleri farklı tepkiler aracılığı ile tanıtıyor bize; çekimlerde kullanılan ışık kaynaklarından birinin ampulü gürültülü bir sesle patladığında Nixon çok sakin kalırken, Frost ciddi bir şekilde ürküyor ve bu sahne düelloda kimin avantajlı olduğunu göstermek için kullanılıyor.

Bir tiyatro oyunundan uyarlandığını hiç hissettirmiyor film; bunda senaryonun, sinema dilinin, yakalanan temponun ve oyuncu kadrosunun payları var. Ron Howard’ın sinema dililnde herhangi bir yenilik veya yaratıcılık yok açıkçası ama yönetmen öyküye doğru şekilde hizmet ediyor çalışması ile ve filmini ortalama bir seyirci için ilginç ve çekici kılmayı başarıyor. Oyunculuk açısından öne çıkan isimse Frank Langella olmuş tartışmasız bir şekilde. Oyuncuyu fiziksel olarak Nixon’a benzetmek için, genel Hollywood yaklaşımının aksine, özel bir çaba harcanmamış; daha doğrusu inandırıcılığı bu tür bir fiziksel benzerlik üzerinden değil, Langella’nın performansı üzerinden yaratmayı tercih etmiş film ve kesinlikle çok doğru bir seçim yapılmış. Bir eleştirmenin söylediği gibi, “Nixon’dan daha iyi bir Nixon” olmuş ama aynı zamanda bu yozlaşmış politikacı ile kısıtlanamayacak kadar güçlü ve evrensel bir portre çizmeyi başarmış. Langella’nın başarısı, filmin röportaj sonrası bölümlerinde Nixon’un -kendi suçunun sonucu olsa da- nerede ise kurban olarak çizilmesi problemini de artıyor öte yandan. Frost’un ülkesine dönmeden önce Nixon’u evinde ziyaret etmesi, vedalaşması ve hatta bir hediye getirmesi bu yoz politikacıyı insanlaştırırken, onun bırakın ABD içindeki suçunu, Vietnam’da Amerikan ordusunun gerçekleştirdiği katliamlardaki payını unutmanız isteniyor sanki. Son görüntüde onu terk edilmiş yalnız ve yaşlı bir adam olarak resmeden filmin bu portresi; Nixon’ın muhteşem evi, biyografi kitabından ve röportajlarından kazandığı para ile yaşadığı rahat emeklilik gerçeğini unutturmaya çalışıyor sanki. Öykünün Nixon’u anlama/anlatma gayreti bununla da sınırlı değil; onunla Frost arasındaki bir konuşmada, eski başkanın televizyoncuya ikisinin ortak bir yönünü hatırlatması da aynı amacı güdüyor; her ikisi de üne kavuşmadan önce sıradan halk tabakasındandır ve ne bitirdikleri okullar ne de kazandıkları ün onları ABD’nin elit sınıfının gerçek bir parçası yapmak için yeterli olmuştur Nixon’a göre. Bu saptamasını adeta travmatik bir trajedi gibi anlatıyor Nixon ama asıl önemli olan filmin de bu görüşe katılıyormuş gibi bir hava takınması.

Aile içi bir toplantıda Nixon’ın piyanoda kendi bestesi olan 1 Numaralı Piyano Konçertosunu çalarken gördüğümüz film televizyonun o yıllardaki gücünün de bir hikâyesi aslında. Nixon’ın röportajdaki itiraf ânında kamera tarafından saptanan yakın yüzü için şu ifadeyi kullanıyor karakterlerden biri: “Nixon’ın yalnızlık, hüsran, kendinden tiksinmeyle dolu asık suratı televizyonda yakın çekimin dönüştürücü gücünün bir örneği oldu”. Langella’nın performansının yanında Michael Sheen’in, işini yapmasına rağmen biraz geri planda kaldığı ve bunda senaryonun onu hemen hep yüzünde bir parça rahatsız edici bir gülümseme ile çizmesinin payı olduğu yapıtta Frost’un, ekibini ünlülerin gittiği pahalı bir gece kulübüne götürmesi gibi işlevsiz kalmış bölümler de var. Merak edenler için, Frost’un galasına katıldığını gördüğümüz ve yürütücü yapımcısı olduğu filmin, Bryan Forbes’un yönettiği ve müzikal bir Külkedisi hikâyesi olan “The Slipper and the Rose: The Story of Cinderella” (Terlik ve Gül, 1976) olduğunu belirtelim ve Ron Howard’ın filmini, kusurlarına ve politik yanlışlarına dikkat etmeyi unutmadan, özellikle gerçek öyküler anlatan yapıtları tercih edenlere önerelim. Sonuçta kendisinden sonraki pek çok politik skandalın ismini, sonlarına “gate” ekinin eklenmesini sağlayarak etkileyen Watergate Skandalı ile ilgili bir film bu.

A Beautiful Mind – Ron Howard (2001)

a-beautiful-mind“Bir düşün; senin için onca önemi olan insanların, yerlerin, hatıraların yok olduğunu, daha kötüsü aslında zaten hiç var olmadıklarını. Nasıl bir cehennem olurdu bu!”

“Oyun Teorisi”nin de aralarında olduğu pek çok alandaki çalışmaları ile Nobel ödülü kazanan ünlü matematikçi John Nash’in hayat hikâyesi.

Aralarında en iyi film ve yönetmen ödülünün de olduğu dört dalda Oscar kazanan, toplam sekiz dalda ödüle aday gösterilen, Hollywood usulü bir biyografi filmi. Premiere adlı sinema dergisinin tüm zamanların en çok abartılan yirmi filminden biri ilan ettiği çalışmanın bu ünvanı “hak ettiği” tartışılabilir belki ama Hollywood standartlarından nerede ise milim sapmayan, çekici bir gerçek hayat hikâyesini anlatırken özel bir sinemasal hava yaratamayan bir film var karşımızda. Başroldeki Russell Crowe’un Oscar’a giden yolun en önemli yardımcılarından biri olan “özürlü” rolünün içini belki de gereğinden fazla doldurduğu ve alamasa da Oscar’a aday olduğu film, John Nash’in hayatını bilmeyenler için içerdiği sürpriz ile dikkat çekebilecek, eli yüzü düzgün anlatılmış ve Nash’in eşi rolündeki Jennifer Connelly’in yardımcı oyuncu dalında Oscar alan performansı ile göz doldurduğu bir çalışma olarak yine de ilgiyi hak ediyor. Sonuçta karşımızdaki Amerikan sinemasının tüm teknik ve artistik becerisini kullanarak çektiği bir film ve tam da onlardan bekleneceği bir şekilde hayatını anlattığı karakterin gerçek hikâyesini hayli önemli ekleme ve çıkarmalarla altüst etmiş olmasını bir kenara koyarsanız, hikâyesinin gerçekliği ile de çekiciliği olan bir çalışma.

Filmin çekildiği tarihte hayatta olan -2015 yılında, eşi ile birlikte bir trafik kazasında ölen- ünlü bir kişinin hayatını anlatan bir çalışmanın gerçeklerden zorunluluklar dışında sapmamasını beklemek en doğal hakkımız olmalı, bu tür bir biyografi filmi için. Sylvia Nasar’ın aynı adlı biyografisinden sinemaya Akiva Goldsman’ın senaryosu ve Ron Howard’ın yönetmenliği ile uyarlanan film ise bu konuda oldukça pervasız bir tavır takınıyor. Gerçek hayatta tam bir sigara düşmanı olan Nash’i bunalım görüntüsü ile daha iyi uyuştuğunu düşündüklerinden olsa gerek sigara içerken göstermekten özel hayatında ciddi değişiklikler yapmaya kadar uzanıyor bu gerçeğe müdahale işi. Nash’in gerçekte evlilik dışı bir çocuğu olduğundan veya eşi ile evlenmeden önce de cinsel hayatı olduğundan hiç söz etmiyor hikâye. Herhalde bu da onun anti-sosyal yanını vurgulamak için yapılmış ama vahim bir saptırma. Eşinin kendisini boşadığını ve tekrar evlendiğine de hiç değinmiyor ve hiç yapılmamış bir Nobel konuşması uydurularak, bu konuşmadaki teşekkür cümleleri üzerinden kadının “kesintisiz” desteğine vurgu yapılıyor. Bir başka ifade ile, hem önemli bir gerçek gizleniyor hem de uydurulan yalanı desteklemek için yeni bir yalan daha yaratılıyor. Bunlara eklenebilecek başka çarpıtmalar da var ki birinin izahı daha da vahim. Nash’in sadece kadınlarla değil erkeklerle de ilişkisi olduğu ve hatta bu nedenle tutuklandığı gerçeğine hiç değinilmiyor ve filmin yaratıcıları bunun açıklaması olarak da 1950’lerde kimilerinin ileri sürdüğü üzere şizofreni ile eşcinsellik arasında yanlış bir bağlantı kurulmasını istemediklerini söylüyorlar. Evet, film 1950’lerde geçiyor ve o dönemde hastalık olarak kabul edilen eşcinsellik için bu safsataların uydurulduğu doğru ama 2001’de çekilen bir filmin elli yıl öncesinin seyircisine değil bugünün seyircisine hitap ettiğini unutuyor herhalde filmin yaratıcıları. Bir kişiyi -hele de Oscar hedefleyerek- anlatan bir filmin onu mümkün olduğunca “kabul edilebilir” ve olumlu kılma çabasının sonuçları bunlar ve ciddi bir eleştiriyi de hak ediyor kesinlikle.

Açılış jeneriğine eşlik eden bölümlerinde taşıdığı gerilim havası ile dikkat çeken James Horner imzalı müziği tam bir Hoolywood işi filme yakışır nitelikte. Ne zaman ne hissetmemiz gerektiğini bize hatırlatmayı hiç ihmal etmiyor ve gösterişten de hiç çekinmiyor: Bu durum da Oscar’a adaylığını izah ediyor bize! 1995 yılından bugüne tam on altı kez Oscar’a aday olup hiç kazanamayan Roger Deakins’in görüntü çalışmasının özellikle dış çekimlerdeki renk tonları ile hayli başarılı olduğu filmde doktorun “bir şizofrenin en büyük kâbusu neyin doğru olduğunu bilememesidir” cümlesi hikâyenin başarılı yanlarından birini de ortaya koyuyor. Bilmeyenler için hikâyenin sürprizi gerçekten önemli ve filme kesinlikle bir cazibe katıyor. Keşke senaryo gerçeği yitirme durumunu daha iyi işleyebilse ve nerede ise tüm yükü Russell Crowe’un oyunculuğuna bırakmasaymış. Kendi hastalığını üzerinde çalıştığı problemlerden biri gibi görüp çözmeye çalışan ünlü matematikçinin 1947’den 1994’e uzanan hikâyesinin sahip olduğu doğal çekicilik ile yetinmiş ve Oscar için ellerini oğuşturarak beklemeye karar vermiş görünüyor filmin yaratıcıları. Dönemin komünizm paranoyasını Nash’in paranoyası üzerinden okumaya da açık olan film bu yönü ile de ilgi çekebilir. Kapanış jeneriğine eşlik eden ve Charlotte Church tarafından seslendirilen “All Love Can Be” adlı şarkının filmin aşk, deha, trajedi ve hastalık gibi “büyük” temalar üzerine inşa edilen hikâyeye verilmek istenen havaya çok iyi uyduğunu ama işte tam da bu özellikleri ile filmin asıl sorununu da ortaya koyan iyi bir örnek olduğunu söylemek gerekiyor.

Geniş kitlelere uygun olması için sterilize edilmiş bir hikâye bu ve Hollywood’un zanaatkâr ustalığından epey nasiplenen havası ile ilgiyi hak ediyor kuşkusuz. Sonuçta ne olursa olsun, ortada gerçek bir deha, mücadele, tutku ve aşk hikâyesi var. Matematiğin güzelliğini gerektiği gibi karşımıza getirememiş olsa da, Crowe’un ve Connelly’in döktürdüğü film matematik düşkünlerinin ilgisini ayrıca çekecektir elbette.

(“Akıl Oyunları”)