Primer – Shane Carruth (2004)

“Tanrım, orada içeride her şey o kadar farklı ki. Ne kadar tek başına olduğunu hissediyorsun, anlıyor musun? Orası tamamen ayrı bir dünya ve sen o dünyanın çoğunu kaplıyorsun. Ve o ses… Orada, içerideyken ses çok farklı değil mi? Sanki şarkı söylemek gibi. Sanırım dışarıdayken işitmediğin bir ses bu”

Yerçekiminin etkisini düşürerek nesnelerin ağırlığını azaltmak için çalışan dört arkadaştan ikisinin yanlışlıkla yaptıkları bir buluşun sonuçları ile baş etme mücadelelerinin hikâyesi.

Shane Carruth’un yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Carruth’un ayrıca yapımcılığını, başrollerinden birini, kurgusunu ve müziklerini de üstlendiği film 2004’te Sundance’te büyük ödülü kazanan, sadece 7 bin dolarlık bir bütçe ile çekilen ve ülkesinde dahi yaygın bir gösterim şansı bulamasa da bugün sıkı hayranları tarafından kült olarak kabul edilen bir çalışma. Hemen hiç efektin kullanılmadığı, oyuncuların tamamının ilk ve çoğunun tek sinema tecrübelerini yaşadığı film konusunun karmaşıklığını seyirciyi düşünerek azaltmak için hiçbir çaba göstermemesi ile de dikkat (olumlu ve olumsuz anlamda) çeken bir sinema eseri. Üniversitede matematik okuyan ve yazılım geliştirme işinde çalışan Shane Carruth’un bu ikinci ve kendi ifadesine göre son filmi (2019’da The Hot Corn adındaki online dergiye yaptığı açıklamada sinema sektöründen bıktığını ve artık film çekmeyeceğini söylemiş sanatçı) olan çalışma “zekî olduğunu göstermek isteyen” hikâyelerden hoşlananlar için özellikle çekici olabilecek, sıradan bir sinema seyircisine çok şey vaat etmeyen ve kesinlikle ilginç bir sinema yapıtı.

Dört genç adamı bir evin garajında çalışırken göstererek başlıyor film. Tümü kravatlı olan ve tam zamanlı başka işleri olan bu beyaz yakalı adamların neyin üzerinde çalıştıklarını çok uzun bir süre anlamıyorsunuz. Kullandıkları teknik jargonun da gösterdiği gibi senaryoyu yazan Shane Carruth’un seyirciyi aydınlatmak gibi bir çabası yok bu konuda. Başlarda ilk kez duyduğumuz ve zaman zaman hikâye boyunca da karşımıza çıkan bant kaydındaki sesin açıklamalarının da seyrettiğimizi netleştirmek için değil, daha da gizemli kılmak için hazırlanmış gibi göründüğü filmin özellikle Christopher Nolan’ın örneklerini verdiği türden bir “karışık hikâyeli” içeriği olduğunu söylemek gerekiyor öncelikle. Bu tür filmlerin epy sıkı hayranları oluyor ve bunda filmin kendi değeri kadar, hikâyesi ile seyirciye meydan okumasının da payı olsa gerek. Örneğin Nolan’ın 2010 tarihli “Inception” (Başlangıç) adlı filmi “rüya içinde rüya içinde rüya…” yaklaşımı ile bu türün parlak örneklerinden birini vermiş ve gizemi ve karmaşıklığı ile aslında ne olduğunu anlama çabası harcamaktan hoşlananlar için keyifli bir seyir serüveni sunmuştu. Shane Carruth’un bu filmi de daha en baştan dört adamın ne üzerinde çalıştığını söylemeyerek, hatta bunu hiç önemsemeyerek bu yaklaşımı benimsiyor ve çok uzun bir süre ne peşinde olunanı ne de daha sonra keşfedileni anlayabiliyorsunuz. Hikâyeye bir gizem kattığı doğru bu tercihin ama öte yandan açıkçası bir burnu büyüklük işareti olduğu da söylenebilir rahatlıkla. Seyirciyi uzun süre boyunca, teknik bir jargona ve üstelik de parça parça dile getirilmiş bir şekilde maruz bırakmanın başka bir açıklaması yok çünkü. Doğal olarak şu soru ortaya çıkıyor bu nedenle: Daha yalın bir içerik ve ticarî oyunlara hiç başvurmadan da ulaşılabilecek bir sadelikle anlatılabilecek bir hikâye yerine neye hizmet ettiği anlaşılmayan bir karmaşıklık ve “seyirciyi umursamayan” yaklaşıma başvurmanın nedeni ne?

Filmin üç önemli başarısı var: Bilim kurgu içeriğini çarpıcı bir gerçekçilikle anlatması, -eğer yeterince sabır gösterirseniz ulaşacağınız- felsefi bir içerikle zenginleşmiş bir sorgulamaya sahip olması ve iki baş karakterinin çelişkileri, çatışmaları ve hüzünleri. Açıkçası bunların tümünde kesin bir başarısı var filmin ve kahramanlarının icatları sonucu elde ettikleri güçle ne yapacaklarını bilememelerini, bu güce sahip olmaya hazır olmamalarını ve karşı karşıya kaldıkları soruları -karmaşıklığına rağmen- seyirciye geçirmeyi başarıyor Carruth ve özellikle de son bölümlerde, kimi aksayan yanlarına karşın etkilemeyi başarıyor seyircisini. Bir icatın bulunması ve geliştirilmesinde gerçek hayatta da olduğu gibi tesadüflerin payının hakkını veren film hikâyesini efektlere boğmadan anlattığı için, bizi gerçek bir olaya tanıklık ettiğimiz konusunda inandırmakta zorluk çekmiyor hiç ki bu tür filmler için önemli bir gereklilik bu. Çok büyük bir buluşu çok gerçek görünen bir süreçle anlatabilmesi önemli başarılarından biri yönetmenin.

Hikâyenin felsefî sorularını üzerinize boca etmeden sorabilmesi ve iki ana karakterinin bu sorular karşısındaki tutumlarını ve bu tutumların farklılığından ya da tereddütlü içeriklerinden doğan sonuçlarını seyirciye geçirebilmesi de önemli. Burada sürekli bu iki genç adamın yanında olduğunuz halde, hikâyenin karmaşıklığı ve kullanılan jargon nedeni ile filmin neredeyse sizi onlardan özellikle belli bir mesafede tutması gibi bir sorunu olduğunu ve bu nedenle bu başarının daha da dikkati çektiğini vurgulamak gerek. Hikâyesi ve bu hikâyeyi sinemalaştırmasındaki orijinallik açısından da takdiri hak ediyor Carruth ve çok kısıtlı bir bütçe ile bir bilim kurgu filminin nasıl çekilebileceği konusunda da ders veriyor.

İki adamın yaptıkları buluş bir gün gerçekten karşımıza çıkarsa neden olacağı soru ve sorunları dürüstlükle ortaya koyan filmde Carruth’un seçtiği “ipucu verilmeyen bulmaca” yaklaşımının bu kadar uzun süre sürdürülmesinin ve seyirciyi dışarıda tutan diyalog içeriklerinin (öyle ki filmi bilmediğiniz bir dilde ve alt yazısız seyretseniz de çok şey farketmeyebilir) gerekliliği tartışmaya kesinlikle açık bir konu ama yine de carruth’un önemli bir başarıyı yakaladığı açık. Sesini yükseltmeden ve gösterişli oyunlara başvurmadan da bir hikâye anlatılabileceğinin ve bunun için çok da bütçeye gerek olmadığının güncel bir kanıtı olan film görülmeyi hak eden bir eser. Sinemaseverlere düşen rol ise daha sonra sadece “Upstream Color” (Gizli Kimya) adındaki filmi çeken ve o zamandan bu yana sinema yönetmenliği yapmayan Carruth’un kararını değiştirip, tekrar sinemaya dönmesini beklemek ve umut etmek.

(“Kapsül”)

Upstream Color – Shane Carruth (2013)

upstream color“Her bir yudum bir öncekinden daha iyi gelecek ve bir tane daha içme arzusu uyandıracak. Hadi, bir yudum iç şimdi”

Tuhaf bir parazitin etkisi altında olan bir kadın ve bir erkeğin aşklarının ve kendileri ile ilgili gerçeği keşfetmelerinin hikâyesi.

2004 tarihli ve hayli düşük bütçeli olan ilk filmi “Primer – Kapsül” ile büyük beğeni toplayan ABD’li yönetmen Shane Carruth’un dört yıl sonra çektiği ve şimdilik son çalışması olan bu film tuhaf hikâyesi ve karakterleri ile kesinlikle farklı bir çalışma. İlki gibi yine düşük bütçeli bir film çekmiş Carruth ve ortaya metaforlar, semboller, bilinmeyenlerle dolu bir hikâye koymuş. Ne ne anlama geliyor, aslında ne oluyor, bu düşünce/söz/obje neyin sembolü ve bu metafor ile ne anlatılıyor gibi hususlarda vaat ettikleri ile, bilmeceleri çözme meraklısı olanlar için hayli çekici olacağı kesin olan film, bir yandan da bir aşk hikâyesi anlatmaya soyunmuş. Carruth’a ait olan görüntülerinin başarısına, yine ona ait olan müziğin “farklılığına” ve bu tuhaf hikâyenin karakterlerinden birini canlandırmak gibi zor bir işin altından başarı ile kalkan Amy Seimetz’in performansına diyecek bir şey yok ama, bu tür hikâyeleri benim gibi zaman zaman fazlası ile “bir Amerikan ergeninin sayıklamaları” olarak görme eğilimi olanlar için tüm bunlar filmi başarılı kılmaya yetmeyebilir.

Shane Carruth’un sadece yönetmekle, senaryosunu yazmakla, görüntü yönetmenliğini üstlenmekle ve müziklerini yapmakla yetinmeyip aynı zamanda kurgusuna ve yapımcılığına da katıldığı filmin günah ve sevaplarının büyük bir kısmı ona ait doğal olarak. Filmin bunca öğesine tek başına veya ortaklaşa imza atan bir sinemacının ortaya koyduğu ürünün onun kişisel tatmin aracı olmasının da (böyle olduğunu iddia etmiyorum, ama bende kesinlikle böyle bir duygu yarattığını itiraf etmem gerekiyor) bir sakıncası yoktur belki. Carruth imzalı görüntüler özellikle yumuşak olduğu anlarda hayli etkileyici, kısıtlı bütçeye rağmen set tasarımları kesinlikle çok başarılı ve karakterler zaman zaman bir rüyada gibi bu setler içinde gezinirken, filmin tuhaf bir etkileyicilik kazandığını da kabul etmek gerekiyor. Karakterleri bir andan diğerine atan ve hikâyeyi bildiğimiz anlamda “düz” bir şekilde anlatmayan kurgunun da bir çekicilik kattığını söyleyelim ama ortada çok temel bir soru var bence: Hikâye, tüm bu görsel ve kurgusal oyunlar ve “entelektüeller için bilmeceler” bir kenara bırakılırsa, ne anlatıyor bize veya filmin derdi ne tam olarak? Bu soruya tam da filmin, yani Shane Carruth’un arzu ettiği biçimde, ciddi ciddi akıl yürütmelerle, sembol çözümlemelerle veya maddi/manevi gerçeklikler üzerinden yorumlar üretmekle cevap(lar) bulunabilir kuşkusuz ama sanatın böyle bir ana derdi olmalı mı, ondan emin değilim açıkçası.

Hayli başarılı olan ses çalışmasının zaman zaman rahatsız edici bir tuhaflıkta kullanılan müzikten olumsuz yönde etkilendiği film kesinlikle etkileyici bazı sahnelere sahip. Örneğin, bir adamın intihar eden bir kadın (eşi?) ile son konuşmalarının farklı içeriklerle tekrarlanması veya bir çocukluk hatırasının hangisine ait olduğunu tartışan ikilinin konuşmaları seyircinin dikkatini çekecek sözsel/görsel oyunlar arasında yer alıyor. Henry David Thoreau’nun “Civil Disobedience – Sivil İtaatsizlik” ve özellikle, bir ormanda geçirdiği bir yılı anlattığı ve doğal bir ortamdaki basit yaşamı konu alan “Walden” kitabının sık sık görüntüye girdiği filmin buradaki derdinin ne olduğunun da (örneğin doğadan kopuk yaşayan insanın hal-i pür melâli mi acaba?) seyirci için (elbette meraklısı için) bir bilmeceye dönüştüğü film, sonuç olarak kesinlikle farklı, entelektüel ve tuhaflığı ile ilgi çekebilecek bir çalışma. Hikâyenin “belirsizlik” atmosferinin kimileri için sonradan da film üzerine düşünmeye sevk edecek bir cazibe kaynağı olabileceğini de ekleyelim son olarak, ama bu kesinlikle sadece bazıları için geçerli. Diğerleri için, örneğin benim için, filmden sonraki en kalıcı his yorgunluk oldu.

(“Gizli Kimya”)